Friedrich Nietzsche: Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en uzun tarihi

Peki ama şu diğer “kasvetli mesele’’, şu suç bilinci, tüm şu “vicdan rahatsızlığı” nasıl geldi dünyaya? – Ve bununla da ahlak soykütükçülerimize geri dönüyoruz. Bir kez daha söylüyorum – henüz söylemedim mi yoksa? – hiçbir işe yaramaz onlar.

Üç karışlık, kendilerine has, yalnızca “modern” bir deneyim onlarınki; bilgileri, geçmiştekini bilme istençleri yok; hele tarih içgüdüleri, burada özellikle gerekli olan bir “kehanet” güçleri hiç mi hiç yok – ve buna rağmen ahlak tarihine soyunmak: elbette hakikatten adamakıllı uzak sonuçlara vardırır bu. Bu ahlak soykütükçüleri, ahlakın temel bir kavramı olan “Schuld” un (suç), çok maddi bir kavram olan “Schulden” (borç) kavramından kaynaklanmış olduğunu hayallerinden dahi geçirmişler midir örneğin? Ya da, bir misilleme olarak cezanın, her tür istencin özgür olup olmaması koşulundan tümüyle bağımsız olarak gelişmiş olduğunu? – ve bu o dereceye kadardır ki, “insan” hayvanının, “kasıtlı”, “ihmalkâr”, “rastlantısal”, “sorumlu tutulabilir” gibi çok daha ilkel ayrımları ve bunların karşıtlarını yapması ve cezayı belirlerken göz önüne almaya başlaması için, hep daha yüksek düzeyde bir insanlaşma gerekmiştir. Şimdinin o pek ehven, görünüşte pek doğal ve pek kaçınılmaz olan, adalet duygusunun yeryüzünde nasıl oluşmuş olduğunun açıklamasını da üstlenmek zorunda kalmış olan “suçlu cezayı hak eder, çünkü başka türlü davranabilirdi” düşüncesi, insanın yargılama ve sonuç çıkarma etkinliğinin epeyce geç ulaşılmış ve incelmiş bir biçimidir gerçekten de; bu düşünceyi başlangıca koyan, eski insanlığın psikolojisi hakkında fena halde yanılır. İnsanlık tarihinin en uzun dönemi boyunca, eyleminden sorumlu tutulduğu için, yani sırf suçlu olanın cezalandırılması gerektiği varsayımından hareketle cezalandırılmamıştır mücrim: – daha ziyade halen ana babaların çocuklarını cezalandırdıkları gibi, zarara uğramışlığın öfkesini zararı verenden çıkarmak için cezalandırılmıştır, – ama bu öfke dizginlendi ve her zararın öyle ya da böyle bir eşdeğerinin bulunduğu ve zararın, zarar verenin canını yakmak yoluyla da olsa, gerçekten ödenebileceği düşüncesinden hareketle değişime uğratıldı. Bu kadim, köklü ve belki de artık kökü kurutulamaz düşünce, zarar ile can acısının eşdeğerliliği düşüncesi, nereden mi aldı gücünü? Bunu açıklamıştım zaten: alacaklı ve borçlu arasındaki geçmişi “hak sahibi” kavramının geçmişi kadar eski olan ve kökü de alım satımın, takasın, alışverişin temel biçimlerine dayanan sözleşme ilişkisinden.

***

Bu sözleşme ilişkilerini kafamızda canlandırmaya kalktığımızda, bu ilişkileri yaratmış ya da uygun görüp onaylamış olan eski insanlığa karşı, şimdiye kadar değinilenlerin ardından bekleneceği üzere epeyce bir şüphe ve direnç uyanıyor içimizde. Tam da burada vaatte bulunulmaktadır; tam da burada vaatte bulunana bir bellek oluşturmak söz konusudur; tam da burası -diye kuşkulanılabilir haklı olarak- katı, gaddar, can yakan şeylerin bolca bulunduğu yer olsa gerektir. Borçlu, geri ödeyeceğine dair verdiği sözün güven uyandırmasını sağlamak, verdiği sözün ciddiyetine ve kutsallığına ilişkin güvence vermek, kendi vicdanına da geri ödemeyi bir ödev, bir yükümlülük olarak belletmek için, sözleşmenin yaptırım gücü yoluyla, borcunu ödememe durumu için, “sahibi olduğu”, hala tahakkümü altında bulunan başka bir şeyi, örneğin bedenini, ya da karısını ya da özgürlüğünü, hatta yaşamını (veya belirli dinsel koşulların geçerli olduğu durumlarda, kendi ebedi mutluluğunu, ruh selametini, hatta mezardaki huzurunu bile: örneğin Mısır’da, borçlunun cesedi mezarda bile alacaklı önünde huzura kavuşamaz – kaldı ki bu mezar huzuru meselesi, özellikle Mısırlılar için epeyce önemliydi) alacaklıya rehin olarak gösterir. Ama alacaklı her şeyden önce borçlunun bedeni üzerinde her tür rezilliği ve işkenceyi uygulayabilirdi, örneğin borcun tutarına uygun görülen kadar bir parçayı borçlunun bedeninden kesip alabilirdi: – ve bu bakış açısından hareketle çok geçmeden her yerde, organ ve uzuvlara, kimi zaman tüyler ürpertecek denli kılı kırk yararak, yasal olan değerler biçilmeye başlandı. Bununla karşılaştırıldığında, Roma’nın Oniki Levha kanunlarının, alacaklının böyle bir durumda ne kadar az ya da çok kestiğinin önemi olmadığını karara bağlamış olmasını, ben bir ilerleme, daha özgür, daha geniş hesaplı, daha Romalı bir hukuk anlayışının delili olarak alıyorum; “si plus minusve secuerunt, ne fraude esto“ (ister çok, ister az kessinler suç sayılmaz). Bu denkleştirme biçiminin mantığını kavramaya çalışalım gelin: yeterince tuhaf bir mantık bu. Eşdeğerlilik, zararı doğrudan karşılayacak bir yarar yerine (yani para, toprak, mal-mülk yoluyla tazmin edilmek yerine), alacaklıya geri ödeme ve telafi olarak sunulan bir tür tatmin duygusu ile sağlanır, – gücünü bir güçsüz üzerinde sakınmadan gösterebilmenin verdiği tatmin duygusu, hazzı, “de faire le mal pour le plaisir de la faire,” (Kötülük yapmanın vereceği zevk için kötülük yapmak) zor kullanmanın zevki ile: bu zevk, alacaklı toplumun ne denli alt, ne denli aşağı bir tabakasından gelirse, o kadar değer kazanır ve daha da leziz bir lokma, hatta daha üst sınıftan olmanın bir ön tadı gibi gelir ona. Alacaklı, borçluya verilen “ceza” sayesinde bir efendiler-hukukundan pay alır: nihayet o da bir kez, bir varlığı “kendi altında” görerek aşağılama ve hırpalama hakkına sahip olmanın verdiği yüceltici duyguya ulaşmıştır – ya da en azından, ceza verme ve uygulama yetkisinin “iktidar”ın eline geçmiş olduğu durumlarda, borçlunun aşağılandığım ve hırpalandığını görmenin verdiği duyguya. Dolayısıyla tazminat, bir zulüm güvencesinden ve hakkından oluşmaktadır.

***

Bu alan, yani sözleşmeler hukuku alanı, ahlaksal kavramlar dünyasının, “suç”, “vicdan”, “ödev”, “ödevin kutsallığı” kavramlarının beşiğidir, – başlangıcı, yeryüzündeki tüm büyük şeylerin başlangıcında olduğu gibi, iyice ve uzun bir süre kanla yıkanmıştır. Bu kavramlar dünyasının, belirli bir kan ve işkence kokusunu bir daha hiçbir zaman tamamıyla yitirmemiş olduğunu eklememeli miyiz buna? (hatta yaşlı Kant’ta bile yitirmemiştir: koşulsuz buyruk zalimlik kokar…) O tekinsiz ve belki de artık çözülemez hale gelmiş “suç ve acı” fikir örgüsü ilk olarak burada örülmüştür birbirine. Bir daha soralım: acı ne ölçüde “borç”un telafisi olabilir? Acı çektirmenin son kerte bir hoşnutluk sağlamış olduğu ölçüde, zarara uğrayan, zararı ve buna ek olarak zarara uğramanın sıkıntısını olağanüstü bir karşı haz ile takas etmiş olduğu ölçüde: acı çektirme, – gerçek bir şölen ve daha önce de söylediğim gibi, alacaklının ait olduğu sınıfa ve toplumsal konumuna ters düştüğü oranda da değeri artan bir şeydir. Tahminen söylüyorum bunları: çünkü böylesi yeraltı meselelerinin temelini görmek, nahoş olması bir yana, zordur da; ve bu noktada, araya hoyratça öç kavramım sokan, bu görüşü kolaylaştırmaktan çok kapatır ve karartır (nitekim öç de aynı soruna geri götürür: “nasıl olur da acı çektirmek bir doyum sağlar?”). Bana öyle geliyor ki, eski insanlığın şölen sevincinin ne ölçüde zalimlik içermiş ve hatta zalimliğin ne ölçüde onların neredeyse bütün sevinçlerinin öğesi olmuş olduğunu; diğer yandan da, onların bu zalimlik gereksinimlerinin nasıl da saf ve masumane bir biçimde ortaya çıktığını; “kayıtsız kötücüllük”ü (ya da Spinoza’nın deyişiyle, sympathia malevolens’i [kötü niyetli duygudaşlık]) nasıl da temel bir anlamda insanın olağan bir niteliği ve dolayısıyla vicdanın yürekten Evet dediği bir şey olarak koyutladıklarını tüm şiddetiyle zihinlerde canlandırmak uysal ev hayvanlarının (modern insanların, yani bizlerin diyesim geliyor) inceliğine, daha çok da ikiyüzlülüğüne ters düşüyor. Daha keskin bir göz, insanın bu en eski ve temel şölen sevincinin bugünkü izlerini bile algılayabiliyordur belki; “İyinin ve Kötünün Ötesinde” s. 117 vd’nda (ondan da önce “Tan Kızıllığı” s. 17. 68. 102) tüm yüksek kültür tarihi boyunca süregelen, (hatta daha önemli bir anlamda ele alındığında, onu oluşturan) zalimliğin giderek artan tinselleştirimine ve “tanrısallaştırımı”na dikkat çekmiştim. Ama şurası muhakkak ki, kraliyet düğünlerinin ve şatafatlı halk şenliklerinin idamsız, işkencesiz ya da örneğin bir engizisyonsuz, aynı şekilde bir asilzade evinin, ev halkının hainliklerini ve acımasız alaylarını çekinmeden boşaltabilecekleri bir yaratık olmaksızın düşünülemediği zamanlar pek de geride kalmış değil. (Düşes’in sarayındaki Don Kişot’u anımsayın örneğin: ağzımızda acımsı bir tatla, neredeyse bir tür işkence altındaymışçasına okuyoruz Don Kişot’u bugün, oysa ki onun yazarına ve yazarının çağdaşlarına pek acayip, pek anlaşılmaz gelirdik bu halimizle, – onlar tam bir vicdan rahatlığıyla, kitapların en neşelisi olarak okuyorlardı onu, gülmekten kırılıyorlardı okurken.) Acı çekildiğini görmek iyi gelir, acı çektirmek daha da iyi gelir – sert bir cümle bu; ama eski, kudretli, insanca-pek insanca bir temel ilke, hatta belki maymunlar bile bu cümlenin altına imzalarını atarlardı: çünkü acayip zalimlikler keşfetme konusunda iyiden iyiye insanın habercisi ve adeta insana bir “başlangıç” oldukları anlatılır. Zulümsüz şenlik olmaz: böyle öğretiyor insanın en eski, en uzun tarihi – ve cezada da şenlikli çok şey var! –

Friedrich Nietzsche
Ahlakın Soykütüğü

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz