FRANZ KAFKA: BEN ŞİKAYET ETMEDİM YALNIZCA OLUP BİTENLERİ ANLATTIM

TABİİ OLAYI HERKES DUYARSA, CEZALANDIRILAN DA BİZ OLURUZ.

Dalgalı bir denizde yol alan bir gemideymiş gibi hissediyordu kendini, sanki sular tahta bölmelere vuruyordu ve koridorun dibinden, başının üzerinden geçecek bir dalganınkine benzer bir uğultu duyuyordu. Sanki koridor, sanıkları bir uçtan diğerine savurup yavaşça geri bırakan bir akıntıya kapılmıştı. Kendisini götüren genç kızla adamın sessizliği de gitgide anlaşılmaz bir hal alıyordu. K.’nın kaderi onların ellerindeydi. Kendisini bıraksalar, kütle gibi yere düşecekti. Her ikisi de, küçük gözleriyle keskin bakışlar fırlatıyordu. Düzgün adımlarını hissediyor, onlara eşlik edemiyordu. Neredeyse kendisini taşımaları gerekiyordu. Sonunda kendisiyle konuştuklarını fark etti, ama ne dediklerini anlamadı. Her yeri kaplayan büyük bir gürültüden başka bir şey duymuyordu, bunu da sürekli olarak siren gibi sivri bir ses deliyordu sanki. “Daha yüksek,” diye fısıldadı, başını eğip söylediği sözden utanarak, çünkü aslında yeterince yüksek sesle konuştuklarını biliyordu. Ama onları anlayamamıştı.

En sonunda, duvar aniden delinmiş gibi, yüzüne temiz bir hava çarptı ve yanında söylenen şu sözleri duydu:
“Ne pahasına olursa olsun gitmek istiyor ama çıkışı gösterseniz de, hatta bunu yüz kez tekrarlasanız da, yerinden bir milim kıpırdamıyor.”
Bunun üzerine, çıkış kapısının önünde durduğunu fark etti. Kapıyı genç kız açmıştı. Bir anda gücüne kavuştuğunu hissetti ve özgürlüğün tadına varmak için, hemen ilk basamağa indi. Oradan, kendisine doğru eğilen adamla genç kıza veda etti:
“Çok teşekkürler,” diye yineledi.
Sonra da tekrar tekrar ellerini sıktı. Bürodaki havaya alışkın olan bu insanların, merdivenden gelen görece taze havaya zor katlandıklarını fark eder gibi olunca da, el sıkışmaya bir son verdi. Yanıtlamakta zorlanıyorlardı. Çabucak kapıyı kapatmasaydı, genç kız belki de yere düşecekti. Bir süre daha orada hareketsiz durdu, cep aynasını çıkarıp saçlarını taradı, bir alt basamaktaki şapkasını aldı -danışman atmış olmalıydı oraya- ve merdiveni öyle canla başla ve öyle koşar adımlarla indi ki, bu dönüşümden neredeyse dehşete kapıldı. Sağlığı ona hiç böyle oyun oynamamıştı. Davanın başına açtığı dertlere kolayca katlanabildiği halde, şimdi de bedeni başkaldırıp ona yeni dertler açmaya mı hazırlanıyordu yoksa? ilk fırsatta bir doktora mı görünmeliydi acaba? Kendi kendine -çünkü en azından bu yalnızca ona bağlıydı- ileride pazar günlerini daha iyi değerlendirmeye söz verdi.

DAYAKÇI

Bunu izleyen akşamlardan birinde, K. çalışma odasını ana merdivenden ayıran koridordan geçerken – son çıkanlardan biriydi ve bir lambanın zayıf ışığında son işlerini tamamlamakta olan iki odacı dışında kimse kalmamıştı- hep basit bir ardiye zannettiği odanın kapısının ardından inlemeler duydu. Çok şaşırmıştı. Durdu ve yanılmadığından emin olabilmek için bir kez daha dinledi. Bir an sessizlik oldu, sonra inlemeler yeniden başladı. Aklına ilk gelen, bir tanık gerekebilir düşüncesiyle gidip bir odacı bulmak oldu; ama öylesine meraka kapılmıştı ki, kapıyı açıverdi. Düşündüğü gibi, bir ardiyeydi burası. Eşik, işe yaramaz basılı kâğıtlar, yerde ters duran içi boş eski toprak mürekkep hokkalarıyla doluydu. Ama odanın ortasında, tavanın basıklığı yüzünden hafif iki büklüm duran üç adam vardı. Raf üstüne yerleştirilmiş bir mum aydınlatıyordu onları. “Orada ne işiniz var?” diye sordu K., heyecandan hızlı hızlı, ama alçak bir sesle konuşarak.

Ötekileri komutası altında tuttuğu anlaşılan ve göze ilk çarpan adam, kollarını tamamen çıplak bırakan, boynu açık, koyu renkli deriden, önlük tarzı bir giysi giymişti. Hiç karşılık vermedi. Ancak diğer ikisi çığlığı bastı:
“Bayım! Sorgu yargıcına bizi şikâyet ettiğin için dayak yememiz gerekiyormuş.”
K., Franz ve Willem adlı iki gözcüyü ancak o an tanıyabildi. Üçüncü kişi, onları dövmek için gerçekten de elinde bir değnek tutuyordu. “Nasıl!” dedi K. gözlerini onlardan ayırmadan, “Ben şikâyet etmedim. Yalnızca evimde olup bitenleri anlattım. Orada pek düzgün davrandığınız da söylenemez elbet.”

“Bayım,” dedi Willem, bu arada Franz üçüncü kişiden korunmak için onun arkasına saklanmaya çalışıyordu; “Ne kadar düşük bir ücret aldığımızı bilseydiniz, hakkımızda böyle düşünmezdiniz. Ben bir aile geçindiriyorum, Franz ise evlenmek istiyordu. Elimizden geldiğince para bulmaya çalışıyoruz ve insan inek gibi çalışsa da, tek bir işle başa çıkamıyor. Güzel çamaşırlarınız beni baştan çıkardı. Gözcülerin böyle davranması yasaktır elbet. Yaptığım doğru değildi; ama çamaşırların bize kalması da gelenek haline gelmiş, inanın bana, hep böyle olmuş. Olması da doğal, çünkü o eşyalar, tutukluların ne işine yarar ki? Tabii olayı herkes duyarsa, cezalandırılan da biz oluruz.”

“Şu söylediklerinizden hiç haberim yoktu, zaten cezalandırılmanızı istemiş de değilim, benim için yalnızca ilke önemliydi.” “Franz,” dedi bunun üzerine Willem, “bu beyin bizi cezalandırmak istemediğini söylememiş miydim sana? Cezalandırılacağımızı bile bilmediğini görüyorsun işte.”

“Bu sözlere kanma,” dedi üçüncü kişi K.’ya. “Ceza görmeleri hem doğru, hem de kaçınılmaz.”

“Dinleme onu,” dedi Willem ve işkencecinin değnekle vurduğu elini ağzına götürerek ara vermek zorunda kaldı. “Bizi ihbar ettiğin için cezalandırılıyoruz; etmeseydin, ne yaptığımızı öğrenseler bile başımıza hiçbir şey gelmeyecekti. Adalet bu mudur? Biz ikimiz, özellikle de ben, gözcülük görevimizi yıllarca dürüst bir biçimde yerine getirdik. Otorite açısından iyi gözcü olduğumuzu sen de itiraf etmelisin, işimizde ilerlemeyi umuyorduk ve biz de şuradaki gözcü gibi, kesinlikle günün birinde birer dayakçı olacaktık. O hiç ihbar edilmedi; çünkü bu gerçekten çok ender rastlanan bir şeydir. Şimdi ise bayım, her şey mahvoldu, meslek hayatımız bitti, sanıklara gözcülük etmekten çok daha küçük işlere gönderecekler bizi. Üstelik, can yakan şu korkunç değnekleri yiyeceğiz.
“Şu değnek o kadar can yakar mı ki?” diye sordu K., işkencecinin elindeki âleti inceleyerek.
“Çırılçıplak soyunmamız gerekiyor,” dedi Willem.
“Ah! Bu koşullar altında…” dedi K. ve dayakçıyı süzdü. Adam bir denizci
gibi yanık tenliydi, vahşi ve kararlı bir yüzü vardı.
“Şu dayağı engellemenin hiç yolu yok mu?” diye sordu.
“Hayır,” diye yanıtladı dayakçı, başını sallayıp gülümseyerek.
“Soyunun,” diye buyurdu gözcülere.
“Söyledikleri her şeye inanma,” dedi K. ‘ya dönerek. “Dayak korkusu onları serseme çevirdi. Şunun” -parmağıyla Willem’i gösteriyordu-“mesleği hakkında söyledikleri tamamen gülünç şeyler. Baksana, nasıl da şişman. İlk sopalar yağların içinde yitip gidecek. Nasıl bu kadar şişmanladı biliyor musun? Tutukladığı insanların evinde kahvaltı ederek. Seninkini de yemedi mi? Eh işte! Söylemek istediğim bu! Bu kadar göbek bağlamış biri asla dayakçı olamaz, bu kesinlikle imkânsızdır.” “Yine de benim gibileri yok değil,” dedi Willem, pantolonunun kemerini çözere k.
“Yok,” dedi dayakçı, değneği boynuna indirip onu titreterek. “Söylenenlere kulak vereceğine/soyun.”
“Gitmelerine izin verirsen, sana bol para veririm,” dedi K., dayakçıya bakmadan cüzdanını dışarı çıkararak; çünkü bu tür işleri gözlerini kaldırmadan yapmak çok daha iyiydi.
“Beni de ihbar etmek, ötekilerle birlikte dayak yememi sağlamak istiyorsun,” dedi işkenceci. “Hayır, olmaz.”
“Mantıklı ol,” dedi K. “Onları cezalandırmak isteseydim, şimdi özgürlüklerini satın almaya çalışmazdım. Kapıyı kapatır, hiçbir şeyi görmek ya da duymak zorunda kalmadan dosdoğru evime dönerdim. Görüyorsun ki bunu yapmıyorum. Onları kurtarmak benim için çok önemli ve cezalandırılacaklarını düşünmüş ya da sezmiş olsaydım, asla adlarını anmazdım, çünkü onları suçlu bulmuyorum. Suçlu olan örgüttür, üst düzey memurlardır.”
“Evet, öyle,” diye bağıran gözcüler çıplak sırtlarına sopayı yediler. “Burada yargıçlardan birine sopa atsaydın,” dedi K., -konuşurken bir yanda da ötekinin kaldırdığı değneği indiriyordu -, “vurmanı kesinlikle engellemezdim, tam tersine, davaya hizmet amacıyla, gücünü toplaman için sana para verirdim.”
“Söylediklerin olmayacak şeyler değil,” dedi dayakçı, “ancak ben rüşvet almam. Görevim dayak atmaktır ve ben dayak atarım.”
K.’nın müdahalesinin işe yarayacağını beklediği için olsa gerek, o ana kadar kendini tutan Franz, üzerinde yalnızca pantolonuyla kapıya doğru ilerledi ve K.’nın önünde diz çökerek koluna asıldı.
“İkimizi birden kurtaramayacaksan, en azından beni kurtarmaya çalış,” dedi. “Willem benden yaşlı, her bakımdan daha az duyarlı ve birkaç yıl önce de bu tür bir cezaya çarptırılmıştı. Bense itibarımı henüz kaybetmedim ve iyi kötü her şeyi, emrinde çalıştığım Willem’in zorlamasıyla yaptım. Zavallı nişanlım bankanın önünde olayın sonuçlanmasını bekliyor ve ben utancımdan nereye saklanacağımı bilemiyorum.”
Gözyaşları içindeki yüzünü ceketinin ucuyla sildi.
“Artık bekleyemem,” dedi dayakçı iki eliyle değneği tutup Franz’a indirerek. Willem ise bir köşeye büzülmüş, başını kıpırdatmaya cesaret edemeden, kaçamak bakışlarla seyrediyordu. Aynı anda Franz’dan, bir çırpıda ve tekdüze bir çığlık yükseldi. Bir insandan değil de, işkence edilen bir âletten çıkmıştı sanki; koridoru inletti, binanın her yerinde duyulmuş olmalıydı.
“Bağırmasana,” dedi K. kendinden geçerek.
Ateşli bakışlarını odacıların gelebileceği yöne doğru çevirerek, Franz’a hafif, ama onu yere devirmeye yetecek bir dirsek darbesi vurdu. Adamın döşemeye tutunmak için debelendiği görüldü. Ancak dayakçının elinden kurtulamadı. Değnek onu yerde buldu, Franz acıyla kıvranırken, değnek düzenli bir biçimde yükselip alçalıyordu.

Uzakta bir odacı görünmüştü. Bir başkası, birkaç adım gerisinden onu izliyordu. K. çabucak kapıyı kapattı, avluya bakan pencerelerden birine yaklaştı ve açtı. Çığlık tamamen dinmişti. Odacıların yaklaşmasını engellemek için, “Benim!” diye bağırdı.

“iyi akşamlar, Sayın Şef,” diye karşılık verdiler. “Bir şey mi oldu?” “Hayır, hayır,” diye’yanıtladı K. “Avluda bir köpek uludu yalnızca.” Ancak, odacıların yerlerinden kımıldamadıklarını görünce ekledi: “işinize devam edebilirsiniz.”
Onlarla konuşmak zorunda kalmamak için de pencereden aşağı eğildi. Bir süre sonra koridora tekrar baktığında, odacılar gitmişti. Yine de oradan ayrılmadı. Ardiyeye dönecek cesareti yoktu, evine dönmek de gelmiyordu içinden. Aşağıdaki avlu, küçük, kare şeklinde ve bürolarla çevriliydi. Bütün pencereler karanlıktı, yüksektekilere ise hafif bir ay ışığı vuruyordu. K. karanlık bir köşede, birbirinin üzerine geçirilmiş el arabalarını seçmeye çalışıyordu, iki gözcünün dayak yemesini engelleyemediği için vicdan azabı duyuyordu, ama suç onda değildi. Franz bağırmamış olsaydı – darbelerden canı çok yanmış olabilirdi, ama önemli bir anda insan kendini tutabilmeliydi- evet, bağırmamış olsaydı, K. herhalde dayakçıyı ikna etmenin bir yolunu bulacaktı. Adli işlere bakan en alt düzey memurların tümü aşağılıksa, içlerinde en insanlık dışı hizmeti yerine getiren işkencecinin kurala aykırı davranmaması için bir neden var mıydı? K., banknotları görünce adamın gözlerinin parlayıverdiğini fark etmişti. Sırf rüşvet miktarını artırmak için vurmuştu elbet. K.’nın para vermekten kaçınacak hali yoktu, çünkü gözcüleri gerçekten kurtarmak istemişti. Adli yolsuzluklarla savaşmaya başladığına göre, bu işte de aynı şeyi yapması son derece doğaldı. Ancak Franz bağırmaya başladığı anda, K.’nın eli kolu bağlanmıştı, çünkü odacıların ve belki de bir sürü insanın üşüşüp onu ardiyedeki insanlarla pazarlık ederken yakalamalarını göze alamazdı. Bu, kimsenin kendisinden isteyemeyeceği bir özveriydi. Bunu yapmaya niyet etseydi, soyunup gözcülerin yerine kurbanlık koyun gibi kendini öne sürmesi çok daha kolay olurdu. Ancak işkenceci bu değişikliği kesinlikle kabul etmezdi; çünkü hiçbir kazanç sağlamaksızın görevini savsaklamış olurdu, hem de adli işlerle uğraşan tüm memurların dava süresince K’ya saygı göstermeleri gerektiği için, iki kez savsaklamış olurdu. Tabii, istisna oluşturan bazı hükümler yoksa! Ne olursa olsun, K. kapıları kapatmaktan başka bir şey yapamamıştı, yine de her türlü tehlikeden uzak sayılmazdı. Franz’a vurmuş olması üzücüydü, davranışını bağışlatacak tek şeyse telaşa kapılmış olmasıydı. Odacıların ayak sesleri uzaklaşmıştı. Dikkatlerini çekmemek için pencereyi kapatıp ana merdivene doğru ilerledi. Ardiye kapısının önünde durdu ve bir süre içeriyi dinledi. Gürültü gelmiyordu, adam gözcüleri döve döve öldürmüş olabilirdi. Ne de olsa, tamamen onun eline düşmüşlerdi. K. tam elini kapının tokmağına uzatıyordu ki, birden kendini toparladı. Artık kimseye yardımı dokunamazdı. Bütün odacılar üşüşebilirlerdi çünkü. Yine de, kendi kendine bir söz verdi: Olayı duyurup, henüz önüne çıkma cesaretini gösterememiş olan gerçek suçluların, yani üst düzey memurların cezalandırılmasını sağlayacaktı. Bankanın merdiveninden inerken, gelip geçenleri dikkatlice süzdü, ama ne kadar uzağa bakarsa baksın, bekleyen bir genç kız göremedi. Nişanlısının beklediğini belirten Franz, demek yalan söylemişti. Aslında bağışlanabilirdi, çünkü K.’ya kendisini acındırmaktan başka amacı yoktu. Ertesi gün, gözcüler K.’nın aklından bir türlü çıkmadı, iş saatleri boyunca hep dalgındı ve paydos saati geldiğinde, bir önceki günden daha fazla kaldı bürosunda. Çıkarken yolu ardiyenin önünden geçtiği için, saplantısı onu kapıyı açmaya zorladı ve beklenen karanlık yerine gördüğü şeyler onu çıldırttı. Her şey aynen önceki akşam bulduğu gibiydi; eski basılı kâğıtlar, eşiğin arkasındaki mürekkep hokkaları, değneğiyle işkenceci, yine çırılçıplak soyunmuş olan gözcüler ve raftaki mum. Gözcüler de önceki akşam yaptıkları gibi yakınmaya koyuldular: “Bayım! Bayım!”
K. hemen kapıyı kapattı, hatta daha iyi kapatmak istercesine yumruğuyla üstüne vurdu. Ağlamaklı bir halde, odacıların sakin sakin kopyalama işiyle uğraştıkları odaya uğradı. Şaşkınlıktan işlerini bıraktılar. “Bir kez olsun şu ardiyeyi temizlesenize!” diye bağırdı onlara, “Burası pislik içinde!”
Odacılar ertesi gün ilk iş olarak bunu yapacaklarını söylediler. K. başını salladı, onları buna zorlamak geçmişti aklından, ama bunun için vakit gerçekten çok geçti. Onları gözetlemek amacıyla, bir süre yanlarında oturdu, yapılan işi denetliyormuş gibi bir havaya bürünerek kopyaları karıştırdı, sonra odacıların kendisiyle birlikte ayrılmaya cesaret edemeyeceklerini fark edince, kafasının içi bomboş, yorgun argın çekip gitti.

AMCA-LENİ

Bir gün öğleden sonra -posta saatiydi ve K. kesinlikle çok meşguldü -amcasının geldiğini gördü. Küçük toprak sahibi amca, evrakları getiren odacıların arasından süzülerek daldı odaya. K. uzun süredir onun geleceğini düşündükçe duyduğu korkuya kapılmadı. Amca gelmek zorundaydı, K. bir ay öncesinden bunu sezinlemişti. Aynı anda, biraz kamburu çıkmış, sol eliyle şapkasını ezip sağ elini ta uzaktan yeğenine doğru uzatırken görür gibi olmuştu onu; hayalinde, hızlı hızlı yürürken elini uzatmış, önüne çıkan her şeyi deviriyordu. Amcanın hep acelesi vardı, başkentte kaldığı tek gün içinde aklına gelen her şeyi yapmak, önüne çıkan hiçbir görüşme, iş ya da eğlence fırsatını kaçırmamak gibi uğursuz bir düşünce peşini hiç bırakmazdı. Eski vasisi olduğu için, K. kendisine çok şey borçluydu. Her işine yardım etmek, üstelik bir geceliğine onu evinde ağırlamak zorundaydı. ‘Köylü hayalet’ derdi ona dehşet içinde. Amca, selamlaşır selamlaşmaz – yeğeninin kendisine uzattığı koltuğa oturacak zamanı yoktu- baş başa kısa bir görüşme yapmalarını rica etti. “Konuşmalıyız,” dedi zorlukla yutkunarak. “İçimin rahat etmesi için mutlaka konuşmalıyız.”
K., içeri girilmesini yasaklayarak odacıları dışarı gönderdi. “Nedir bu duyduklarım Josef?” diye bağırdı amca, baş başa kaldıkları anda. Daha rahat olsun diye, hiç bakmadan birtakım evrakları altına sıkıştırarak masanın üzerine oturdu.
K. susuyordu. Arkadan ne geleceğini biliyordu, ama yorucu bir çalışmadan birdenbire kurtulunca, ister istemez hoş bir uyuşukluğa kapılıp pencereden sokağın karşı tarafına bakmaya başlamıştı. Oturduğu yerden yalnızca üçgen bir bölüm, iki mağaza vitrini arasındaki boş bir duvar parçası görünüyordu.
“Pencereden dışarı bakıyorsun!” diye bağırdı amca kolunu kaldırarak. “Tanrı aşkına Josef, cevap ver bana! Lütfen söyle, doğru mu bu? Gerçekten doğru olabilir mi?”
“Amcacığım!” dedi K. dalgın halinden kurtularak, “Benden ne istediğini hiç anlayamıyorum.”
“Josef!” dedi amca, uyarırcasına. “Bildiğim kadarıyla sen hep doğruyu söylerdin. Son sözlerini kötü bir belirti olarak mı algılamalıyım?” “Ne düşündüğünü sezebiliyorum,” dedi K. uysal bir ifadeyle. “Herhalde davamdan söz edildiğini duydun. Kim söyledi peki?”
“Erna yazdı bana,” dedi amca. “Onu hiç görmüyorsun, ne yazık ki hiç ilgilenmiyorsun, ama o yine de öğrenmiş, mektubunu bugün aldım. Tabii ki hemen geldim. Başka bir nedenim yoktu, ama bence bu yeterli. Seninle ilgili bölümü göstereyim…” Cüzdanından mektubu çıkardı, “işte burası, şöyle diyor: ”Josef’i görmeyeli çok oldu. Geçen hafta onu bankada ziyarete gittim; ama o kadar meşguldü ki içeri girmeme izin vermediler. Bir saatten fazla bekledim, sonra da piyano dersim için eve dönmek zorunda kaldım. Onunla konuşmak istiyordum, yakında fırsat bulurum belki. Doğum günüm için bana kocaman bir çikolata kutusu göndermiş, büyük incelikti doğrusu. Geçen sefer size yazmayı unutmuşum; şimdi, sormuş olduğunuz için aklıma geldi. Şu da var ki, çikolata pansiyonda hemen kayboluyor, insan kendine çikolata geldiğini bile öğrenemeden, ortadan yok oluyor. Ama Josef konusunda size başka bir şey söylemek istiyorum. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi, bankada kendisiyle konuşamadım, çünkü bir beyle görüşme halindeydi. Uzun süre sessizce bekledikten sonra, bir odacıya görüşme çok uzayacak mı, diye sordum. Sayın Şefe karşı açılan dava hakkında görüşüyorlar herhalde, bu nedenle uzayabilir, diye yanıtladı. Ne davası bu, yanılıyor olmayasınız? diye sordum. Ancak yanılmadığını, hatta bunun ciddi bir dava olduğunu, daha fazla bir şey bilmediğini söyledi, iyi ve adil bir insan olan Sayın Şefe seve seve yardım edeceğini, ama ne yapabileceğini bilmediğini ve etkili kişilerin onunla ilgileneceklerini umduğunu belirtti. Bu ilginin nasıl olsa sağlanacağını ve her şeyin tatlıya bağlanacağını, ancak Sayın Şefin haline bakılacak olursa işlerin şimdilik iyi gitmediğini düşünüyordu. Bu sözleri pek önemsemedim tabii ve o saf adamı yatıştırmaya çalıştım. Başkalarına bundan söz et memesini istedim, bence hepsi dedikodu. Yine de sevgili babacığım, bir dahaki gelişinde bu işle ilgilensen iyi olur herhalde. Ayrıntıları kolayca öğrenebilir ve gerekirse araya girersin; nüfuzlu dostların var. Gerekli olmazsa, ki böylesi çok daha akla yakın, en azından kızına seni kucaklama fırsatını verir ve onu sevindirirsin.'” “Ne iyi çocuk!” dedi amca okuması bitince ve birkaç damla gözyaşını kuruladı.

K. dalgın dalgın başını salladı. Şu son sıkıntılar yüzünden Erna tamamen aklından çıkmıştı. Hatta doğum gününü kutlamayı bile unutmuştu. Çikolata hikâyesi belli ki amcasıyla yengesine karşı onu korumak için uydurulmuştu. Çok dokunaklıydı doğrusu. Bundan böyle Ema’ya düzenli olarak tiyatro biletleri gönderse bile, ki bunu yapacaktı, yine de karşılığını veremezdi. Ancak şu durumda, on sekiz yaşındaki bir liseli kızı kaldığı yurtta ziyaret edip onunla konuşmak gelmiyordu içinden. “Evet, ne diyorsun bakalım?” diye sordu amca. Mektup ona telaş ve heyecanını unutturmuştu, yeniden okumaya dalmış gibiydi. “Ne desem sevgili amcacığım. Bunlar doğru.”
“Doğru mu?” diye bağırdı amca. “Ne doğru? Nasıl doğru olabilir? Neymiş bu dava? Herhalde bir ceza davası değildir!” “Ceza davası,” dedi K.
“Sırtında bir ceza davası varken burada rahatça oturuyorsun, öyle mi?” diye bağırdı amca; gitgide daha fazla heyecana kapılıyordu. “Serin kanlı olmak benim için en iyisi,” dedi K. bezgin bir tavırla. “Sen hiç endişelenme.”
“Bu sözlerle beni sakinleştiremezsin,” diye haykırdı amca. “Kendini, akrabalarını, aile itibarımızı düşün, şimdiye kadar bizim gurur kaynağımızdın, utanç kaynağımız olmamalısın. Tavrın…” -başını yana eğerek K.’yı süzüyordu- “Tavrın hoşuma gitmiyor. Gücü yerinde olan masum bir sanık böyle davranmaz. Ne davasıymış bu, çabuk söyle ki sana yardım edebileyim. Herhalde bankayla ilgilidir.”
“Hayır,” dedi K., ayağa kalkarak. “Ama sesin çok yüksek çıkıyor amcacığım. Odacı herhalde kapının arkasından bizi dinliyordur. Bu hiç hoşuma gitmiyor. En iyisi buradan gidelim. Sonra elimden geldiğince sorularını yanıtlamaya çalışırım. Aileye hesap vermem gerektiğini çok iyi biliyorum.”
“Tamam!” diye bağırdı amca. “Tamam, çabuk ol Josef, çabuk ol.”
“Yalnız birkaç talimat vermem gerekiyor,” dedi K. ve telefonla çağırdığı yardımcısı çok geçmeden yanına geldi.
Amca telaş içinde, yardımcıya kendisini K.’nın çağırttığını eliyle işaret etti. Zaten kimsenin bundan kuşku duyacak hali yoktu.
Çalışma masasının önünde ayakta duran K., soğuk ama dikkatli bir tavırla kendisini dinleyen genç adama çeşitli evraklar göstererek, yokluğunda yapılması gereken işleri alçak sesle açıkladı. İri şaşkın gözleriyle orada dikilip sinirli sinirli dudaklarını kemiren amca rahatsız ediciydi. Aslında söylenenleri dinlemiyordu, ama görüntüsü bile yeterliydi. Sonra da odanın içinde gidip gelmeye başladı, arada bir durup pencereden bakıyor ya da bir resmi inceliyordu ve her seferinde, “Hiçbir şey anlamıyorum!” ya da “Bunun sonu nereye varacak, sorarım size!” gibi bir şeyler geveliyordu. Genç adam hiçbir şey fark etmemiş gibi yaptı, K.’nın talimatlarını sonuna kadar dinledi, birkaç not aldı ve hem şefine hem de amcaya yönelik hafif bir selam verdikten sonra çekip gitti; amca ne yazık ki o sırada sırtını dönmüş, avuçlarıyla perdeleri buruşturarak pencereden dışarı bakıyordu. Kapı kapanır kapanmaz da bağırmaya başladı: “Çok şükür! Soytarı herif nihayet gitti! Artık biz de gidebiliriz.”

Franz Kafka
DAVA

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz