Estetik düşüncesi tarihine kısa bakış


İlk önce, estetik-olanın özünün bir çözümlemesiyle işe başlayacağız ve burada, güzel-olan ile çirkin-olanın, yüce-olan ile bayağı-olanın trajik-olan ile komik-olanın birliğini göstermek için çeşitli yollara, örneklere başvuracağız Daha sonra, kendi genel özüne has bir yansıma olarak estetik oluntunun özelliklerini ortaya koyacağız. En sonra da, dünyanın insanlar tarafından estetik ve sanatsal olarak özümlenişleri arasındaki bağıntıyı ve farklılığı tanımlayacağız; burada, altında sisteme-yönelik araştırmanın yattığı ve estetik bilimi içinde özümlenmesi gereken, tarihsel-yapısal ve işlevsel yaklaşımların toplu bir çözümlemesi yapılacaktır.

Güzel-olanın, yüce-olanın, trajik-olanın komik-olanın, birbiriyle ilintili, aynı düzen içindeki oluntular olduğu, insanoğlunun estetik düşüncesinde çok geç anlaşılmıştır. Güzel-olan sorunu hep dikkatlerin odak noktasına yerleştirildiğinden ve tüm öbür estetik oluntular hep “an”lar olarak, güzel-olanın çeşitleri olarak görüldüğünden, biz de burada, estetik-olanın kendi özelliklerini göstermeden önce, güzel-olanın özünün nasıl açıklandığını ele alacağız.

Kuşkusuz, bu sorunun çözümü için yapılmış çabaların uzun ve karmaşık tarihini bütünüyle burada arkaya koymamız olanaksız. Ancak estetik düşüncesinin gelişmesinden edinilen deneyimleri biraraya toparlayarak, başlıca tarihsel anları ele alabiliriz.

Güzellik’in özünü kuramsal olarak kavramak için girişilmiş ilk çabalar, Pythagorascı okula bağlı Yunan filozofları tarafından yapılmıştır.

Bu filozoflara göre, güzel-olan, doğanın nesnel bir yasası olup, kendini maddi nesne biçimindeki yapıda belli eden şeydi. Estetik düşüncesinin daha sonraki gelişmesi içinde, bu güzellik anlayışı, ortaçağ estetiğinde olsun, Rönesans estetiğinde ya da 18. yüzyıl estetiğinde olsun, hatta, çağımız estetiğinde olsun, değişik biçimlerde dile getirilmiş de olsa, hep karşımıza çıkmıştır. Güzelliğin özü, “orantı”, “ölçü”, “simetri”, “uyum”, ya da “çoklukların birliği” olarak tanımlana gelmiştir. 18. yüzyılda, İngiliz estetikçi Edmund Burke, bu genel kavramın içeriğini somut biçimde belirlemeye çalışarak, güzel-olanı nesnenin belli ölçüleri, yan çizgileri, biçimi ve renginin değişmesi gibi, belirgin özelliklerin bir toplamı olarak görmüştür.

Bununla birlikte, bu görüşte olan kişilerin, maddi dünyadaki güzelliğin kökeni üstüne değişik düşünceleri vardı. Pythagorascılar ile ortaçağ düşünürlerine göre, dünya, ölçü, ritim ve uyum içinde olduğundan, güzellik, tanrı tarafından oluşturulmuş bir şeydi. 16. ve 18. yüzyılda, maddeci düşünen filozoflar ile sanatçılarsa, güzelliği, doğa yasasının bir görünüş biçimi olarak görüyorlardı. Ama, bu her iki halde de, güzelliğin özü, fiziksel-matematiksel düzendeki biçimsel oranlara indirgenmekteydi.

Daha antik çağda böyle bir anlayış tarzındaki saf “biçimcilik” hemen görülmüş ve eleştirilmiştir. Herakleitos, güzel-olanın görece bir özellik taşıdığını bulgulamış; hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda bulunan estetik niteliklerin bir kıyaslamasını yapmıştır. Platon ise, güzelliğin özünün, maddi oranlara göre değil, o nesnenin kendi ideal örneğine (öntipine) ne denli uyduğuna göre belirleneceğinden söz ederek, güzelliğin ölçülemeyeceğini ve sayıyla sayılamayacağını tanıtlamaya çalışmıştır. Platonun bu anlayışının idealist nitelikte olduğu açıkça ortadadır. Antik çağın bu büyük düşünürü, burada, kendi felsefi öğretisinden, yani önsüz sonsuz, tanrısal idealar dünyasının “gölgeleri” olarak nesneler dünyası öğretisinden yola çıkmaktadır. Ancak burada, önemli bir şey var: bu estetik anlayışının çarpık, idealist kılıfı altında, güzelliğin açıklanışı üstüne, ilginç ve yepyeni bir yaklaşımın yatmakta oluşu. Platon, maddi dünyada, maddi dünyanın fiziksel varlığında, estetik bir öz bulamadığı için güzelliğin sırrını, maddi-olan ile ideal olan arasındaki ilinti’de aramıştır. Bundan böyle, “ideal olan” hep bu doğrultuda, dinsel-idealist bir anlamda yorumlana gelmiştir. Bu yolu daha sonra, Schelling, Hegel, Vladimir Solovyov ve daha başkaları izleyeceklerdir. Bu kişilerin hepsi, güzel-olanda, gerçek-olan ile ideal-olanın diyalektiğini duyumsamışlar, ama nesnel idealizme saplanıp kalarak, ideal anı “mutlak zihin”e, “mutlak idea”ya, tanrıya dönerek açıklamışlardır.

18. ve 19. yüzyıl Avrupa felsefesinde öznel idealizmin oluşması ve bu yeni yönelimin 20. yüzyıl burjuva felsefesinde başarıya ulaşması, estetikte de yansımasını bulmuştur. Gerçekten de, daha Hume ile Kant’ta; daha sonra, 19. yüzyıl psikolojik estetiğinin izleyicilerinden Volkelt ile Lipps’te, en sonra da Santayana ile çağımızda estetik öznelciliği destekleyenlerde görüldüğü üzere, “güzel-olan” ile öbür estetik kategorileri, salt öznel nitelik’te görünüşler olarak, bireyin hiçbir nesnel koşullanmaya uğramayan duyumları olarak, insanların “zihinsel güçlerinin oyunu” olarak, algılanan nesnelerde coşkuların keyfi yoldan “özümsenmesi” olarak, bu nesnelerin kişilik yoluyla coşku açısından değerlendirilmesi olarak, “algının otomatikleşmekten-çıkması” olarak, vb. yorumlanmıştır. Böyle bir anlayış tarzının bilimsel maddeciler için havada kaldığı açıkça ortadadır; ama gene de, bu anlayışın mantıksal özünü, estetikte öznel anın belirgin rolünü açığa koymalıyız. Böyle bir an göz önüne alınmadığında, beğeninin çok yanlılığı ve göreceliği anlaşılamaz; ama, bu etkenin gerçek anlamı da, hiç kuşkusuz öznel idealist kuramcıların gözüne göründüğü gibi değildir.

Ayrıca, başta Ernst Neumann ve Bernedetto Croce olmak üzere, Batı Avrupa estetiğinin bir takım başlıca sözcülerinin de bu gibi bir estetik yorumlamayı doyurucu bulmadıklarını her zaman için açıkça söylemiş olmaları da ilgi çekicidir. Bu kişiler, Nikolai Hartmann’ın, öznelci ve nesnelci yorumların akla yakın bir bireşimi olarak betimlediği şeyin bu duruma bir çıkış yolu olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak güzel-olanın çözümlenişinde, idealist bir temele dayanarak, nesnel-olan ile öznel-olanın gerçek bir bireşimini yapabilmek olanaksızdır.

Maddi nesnel bir biçimin yapısının yasallığı olarak güzelliğin safça maddeci bir açıdan yorumlanışı, gerek idealist estetiğin klasiklerince, gerekse maddeci estetiğin başlıca düşünürlerince doyurucu görülmemişti. Bu açıdan, güzel-olan sorunun çözümü için, Diderot’nun göstermiş olduğu çabalar oldukça verimlidir. Başlarda Diderot, biri salt nesnel, ötekiyse nesnel-öznel olmak üzere, iki tip güzellik arasında bir ayırım yapılması gerektiğini öne sürmüş; ama daha sonra, 1767 yılının “salonları”nda, Platon’un idealist anlayışına dönmüştür. 18. yüzyılın bir başka önde gelen düşünürü ve Kant estetiğinin ilk eleştiricisi olan Herder de, güzel-olanda bulmuş olduğu, nesnel-olan ile öznel-olan arasındaki çelişmeyi aşmak için bir çaba göstermiştir. Ancak, ne Diderot, ne de Herder bu çelişmeyi gerçek anlamda çözemeyecekti. Kabahat Aydınlanmacıların kendi bilinçlerindeydi; yani, onların bütün bu çabaları köstekleyen, kendi doğası gereği, onları, güzelliğin diyalektik “giz”ini çözmekten alıkoyan şey, Aydınlanmacıların kendi metafizik düşünce tarzlarıydı. Estetik düşüncesinde, güzelliğin maddeci ve başlıca noktalarıyla diyalektik olarak açıklanması için ileriye doğru atılmış gerçekten önemli ilk adım, 19. yüzyıl ortasında, büyük Rus filozofu Çernişevski’nin öğretisi olmuştur.

Çernişevski’nin güzel-olanı anlayış tarzı, genellikle şu çok bilinen temel formüle indirgenir: “Güzel-olan, hayattır”. Bu da bize bu büyük maddeci düşünürün bıraktığı kuramsal mirasın kimi estetikçilerce ne denli yüzeyde ele alınmış olduğunu göstermektedir. Eğer Çernişevski, güzelliği, gerçekten “hayat” kavramıyla tanımlamış olsaydı, o zaman, güzel-olanı salt biyolojik bir olay olarak görmüş, bu yüzden de ne kaba maddecilerin, ne de pozotivistlerin bir adım ötesine gitmiş olurdu. Ancak ayakları sağlam yerlere basan bu düşünür, “güzel-olan hayattır” dediği zaman, güzelliğin tanımını yapmaya daha yeni başlıyordu. Bu tanımlama tümüyle şöyledir: “Güzel-olan, hayattır; hayatı anladığımız tarzda gördüğümüz varlık güzeldir; güzel, hayatı dile getiren ya da hayatı bize hatırlatan şeydir.”(1) Demek, Çernişevski, güzel-olanı salt biyolojik bir olay olarak değil, ama, biyolojik-olan ile toplumsal-olanın, nesnel-olan ile öznel-olanın, gerçek-olan ile ideal-olanın diyalektik karşılıklı ilişkisi olarak görmüştür. “Bugünkü Estetik Anlayışlarına Eleştirel Bakış” adlı yazısında şunları açıklamış olması rastlantı değildir: “Güzel-olan, bizim idealimizi, dileklerimizin ve sevgimizin hedefini ve konusunu dile getiren şeydir.”(2) Somut örneklerin çözümlenişinde bu tanımlamanın kullanılması konusunu tartışırken, Çernişevski, ideal an’la ilgili, gizemleştirici öznel-idealist yorumlamaları olduğu kadar, güzel-olandaki öznel etkenle ilgili, çarpıtılmış, öznel-idealist tasarımları da bir yana atmıştır. Bununla birlikte, Çernişevski’de, sorunun olumsal bir çözümüne baktığımızda, antropolojizmin öğelerini de görürüz; ama, bu, bilimsel maddecilik-öncesi estetikte kaçınılmaz bir şeydi. Ayrıca şuna da dikkati çekelim, Çernişevski, nesnel-olan ile öznel-olanın, gerçek-olan ile ideal-olanın birliği biçiminde ortaya koyduğu estetik-olanı, yüce-olan ile trajik-olana yayamamıştır. Bunlara rağmen, hiç kuşkusuz, Çernişevski’nin güzel-olan üstüne öğretisi, ister safça-maddeci, ister nesnel-idealist isterse öznel-idealist olsun, bilimsel maddecilik-öncesi estetik tarihinde ortaya çıkmış bütün öbür anlayış tarzlarından en derine ineni olmuştur.

Bilimsel maddeci düşüncenin klasikleri arasında, güzel-olan kuramıyla özellikle uğraşmış kimse yoktur. Marks’ın çeşitli çalışmalarında, başlıcalıklı da gençlik yazılarında, bu sorunla ilgili önemli yargılara rastlanmakla birlikte, bu yargılar, estetik-olanın özü üstüne istenen yoğunlukta ve kıvamda görüşlerin getirilebilmesine elvermemektedir. Bilimsel maddeci estetikçiler, estetik-olanın özü sorununun kısa yoldan çözümünü diyalektik maddeciliğin klasiklerinde bulamayınca, diyalektik ve tarihsel maddecilik felsefesinin ruhuna ve genel anlamına bakarak bir çözüm yolu bulmaya çalışmışlardır; ancak, bir takım kuramcıların diyalektiğe bağlılık sözlerinin ardında metafizik bir düşünce tarzı yattığı için değil, ama herşeyden önce, güzel-olan kuramının temeline felsefenin değişik alanları konulmak istendiği için, birbirinden çok farklı çözüm yolları ortaya çıkmıştır. Söz gelişi, kimi estetikçiler, bu kuramı, bilimsel maddeci ontoloji’nin ve gnoseoloji’nin doğrudan bir uzantısı olarak görmüş; kimileri, güzel-olan öğretisinin bilimsel maddeci sosyoloji’nin bir somutlaştırılış biçimi olduğunu düşünmüş; kimisi, bunun psikoloji sorunsalı içine girdiği düşüncesini öne sürmüş; kimisi de, bilimsel maddeci aksiyoloji’nin (değer-bilgisinin) temel tezlerinden yola çıkılması gerektiği savında bulunmuşlardır.

Burada, son bir görüşe daha değinip, kuramsal olarak temellendirmeye çalışacağız; çünkü bize en inandırıcı geleni bu en sonuncusudur. Bu arada şunu da belirtmek isteriz, gerek “doğa anlayışı”nın savunucularının (N. Dimitriyeva, N. Kiriyukovski, G. Pospelov ile daha başkalarının), gerekse “toplum anlayışı” savunucularının (J. Borev, V. Vanslov, S. Goldentricht, L. Stoloviç ile daha başkalarının) ortak eksik yanları, dünya estetik düşüncesi tarihinden sanki hiç ders alınmamış gibi, güzel-olanı tekyanlı görmelerinden ileri gelmektedir. “Doğa anlayışı”na bağlı kişiler kadar, “toplum anlayışı”na da bağlı kişilerin kanıtlamaya çalıştıkları şey şudur: estetik nitelikler salt nesnel olup, aralarındaki fark bu nesnellik derecesine, yani bunun, doğal nesnellik mi, toplumsal-tarihsel nesnellik mi oluşuna göre belirlenmektedir.

İnsanların değer-yönlendirme alanları, özellikle de, en ince ve yapısı bakımından en karmaşık “yanı” olan estetiksel yönlendirme, bu gibi tekyanlı tanımlamalara girmez. Değer, nesne ile özne arasındaki ilişkide ortaya çıkar; burada vurgulamış olduğumuz gibi, kendine özgü ilişkiler sisteminden çıkarsanır, onun bir sonucudur. Güzel-olan genel olarak da estetiksel-olan üstüne ontolojik-gnoseolojik, sosyolojik ya da psikolojik görüş tarzlarındaki tek yanlılık ancak aksiyolojik yönden aşılabilir; çünkü, bilimsel maddeci açıdan değer kuramı, maddi varlığı, maddi varlığın insan bilincinde yansımasını, bu yansımayı koşullandıran toplumsal praksisi ve onun çeşitli biçimlerini ortaya koymaya yardımcı olacak psikolojik mekanizma ile arasındaki bağıntıyı kurmanın gerçek yollarını araştırıp açığa çıkarır.

Estetik, işte ancak böyle bir aksiyolojiye yönelmekle, dünyanın insanlar tarafından estetiksel olarak özümlenişinin yapısını ve özünü çokyanlı ve bütün öbür görüş açılarını bir araya toplayacak bir biçimde inceleyebilir. Eğer, etkin bir inceleme yapmak istiyorsak, o zaman, olgular dünyasının, yani insanlarla gerçeklik arasındaki estetik ilişkilerin ortaya çıkışındaki ve oluşmasındaki tarihsel süreci gösteren olguların içine girmemiz gerekir. Bunu yaparken de, bu sürecin bilimsel maddeci yoldan anlaşılışı ile bu sürecin kaba-maddeci ve pozitivist bir yoldan yorumlanışını karşı karşıya koymamız gerekir.

Notlar
1- N.G. Çernişevski, Sanatla Gerçeklik Arasındaki Estetik İlişkiler, Yay. Wolf Düwel, Berlin 1954, s.110.
2- N.G. Çernişevski, Bugünkü Estetik Anlayışlarına Eleştirel Bakış, Seçilmiş Felsefi Yazılar, Bölüm 1, 1950, s.236, Rusça.

M. KAGAN, Estetik ve Sanat Dersleri, Çeviren: Aziz Çalışlar, 2. Basım, 1993, İmge Kitabevi Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz