Erol Anar: ‘Bir ruhun olduğunda bunu yapacağım’demeyi isterdim

erol anarRuhunu huzura kavuşturmam için yalvaran sana ‘bir ruhun olduğunda bunu yapacağım’demeyi isterdim

Kommagene kralı Antiokhos ile tanrıların selamlaştığı noktada senin ellerini tutmayı ve sanki tanrılarla selamlaşır gibi heyecanlanmayı, kanımın damarlarımda sonsuz bir hızla at koşturmasını ve Oşhamafe dağından tepeden tırnağa titreyen bedenimi, o uçsuz bucaksız, o esirgeyici ve bağışlayıcı Adigey ovasına bir tüy hafifliğinde bırakmayı isterdim.

Büyük İskender’e yenilerek Hindistan yollarına düşen Krallar Kralı Perslerin başı Darius gibi bütün ihtişamımı yollara serperek, yenilsem de asla sarsılmaz onurumla, gururla başımı gökyüzüne çevirerek sana doğru at sürmeyi isterdim. Bir zamanlar “Ey Kral Darius, çok yaşa!” diyen insanların sesi kulaklarımda hayatın ne kadar da anlamsız olabildiğini ve aşk gibi kırılgan olduğunu düşünürdüm. Hep yenenlerin yanında at sürmek istemiştik, oysa ben yenik, ama dudaklarında taşıdığı silinmez bir gururla kaçan Darius’un yanında onun müthiş hüznünü paylaşarak, belki de seni orada bulacağım umuduyla bir bilinmeze, o büyülü ülkeye gitmek isterdim. Ve ona fısıltıyla da olsa demek isterdim ki, Ey koca kral! Bu dünyada hiçbir derinlik yoktur ki, yenilmiş bir insanın içinde açılmış hüzün çukuruyla kıyaslansın. Ve bu çukura düşüp çıkabilen insan artık iki kere insandır. O artık insanoğlu ya da insan kızı insandır.

Tur dağında ateşe yürüyen ve sakalları yanarak ateş kırmızısına dönüşen, kırk gün yemeden içmeden tanrıyı düşünen, kırk gün sonra kavminin arasına dönerek on emirin yazılı olduğu levhaları yere bırakan Musa gibi, Oşhamafe dağında, geceleri ellerinden ışık saçılan Nart gelini Adıyıf’ın aydınlattığı yolumda kırk gün seni düşünmeyi, bir gün yanına döndüğümde aşkımızın yazılı olduğu levhaları ayak uçlarına bırakarak, ateşten yanmış kırmızı sakallarımla seni usulca öpmeyi, bir deri bir kemiğe dönüşmüş kırılgan vücudumla sana sarılmayı isterdim.

Ruhunu huzura kavuşturmam için yalvaran sana, tıpkı kral oğlu Bodhidharma gibi, “Bir ruhun olduğunda bunu yapacağım.” demeyi, peşinden gittiğin ama aradığında bulamadığının farkına varıp huzura kavuştuğunu görmeyi, evetin ve hayırın ötesinde olanı, bir kez görülüp bir daha görülmeyeni çiçek bahçesine benzeyen eteklerine sermeyi ve senin tenine, etine, kemiklerine, sessizliğine ve özüne sahip olmayı isterdim.
Yine Nemrut dağında, sırtımı bir tanrı başına yaslayarak, gözlerimi mutlak bir inançla gökyüzüne kilitlemeyi, tanrıların kutsal habercisi kartalın senden iyi bir haber getirmesini beklerdim.
Bütün rüzgârlara ve dalgalanmalara açık o bereketli Mezopotamya’da, “kötü cinler” olarak adlandırılan mezar bulamamış ve törenleri yapılmamış, tanrılara bile saldıran ölülerden bir an olsun korkmadan seni sormayı isterdim. Seni bir an görebilmek için, tanrıların bile çekindiği, mezarı dahi olmayan uğursuz bir cin olmayı gözümü kırpmadan kabul etmeyi isterdim.

***
Ve bir gün kollarımda son nefesini verdiğinde, tıpkı tarifsiz acısıyla arkadaşı Enkidu’nun ölü bedenine seslenen Gılgameş gibi sana şöyle söylemeyi isterdim: “Seni rahat yatakta yatıracağım. Evet, seni haşmetli bir yatakta rahat ettireceğim. Selamet olan bir makamda. Solumda bulunan bir makamda seni oturtacağım. Yeryüzünün bütün hükümdarları senin ayaklarını öpsünler. Senin için Uruk halkına ah ve figan ettireceğim; mesut kimselere etrafında matem tutturacağım, ve ben, senden sonra vücudumu murdar bir hale getirip, senin için kendimden geçeceğim.”

Ve sonra yine Gılgameş gibi sırtıma bir aslan postu atıp çöllere düşer, göz gözü görmez kum fırtınalarında hiçbir okyanusun derinliğiyle ölçülemeyecek acımı seni, kendimi ve ne varsa her şeyi unutabilmeyi isterdim. Ve nerede gülen mutlu bir insan görsem ona bıkmadan usanmadan seni anlatırdm.

***

Bizans’ın uçarı ve ölümün acımasız eli imparatoriçesi Teodora kadar cesur bir âşık olmayı, ve herkesin onun huzurunda olduğu gibi senin karşında kayıtsız ve şartsız, yüzükoyun yere kapanmasını sağlayabilmeyi isterdim. Ve yine Konstantinopolis’te büyük bir yangında, alevlerin arasına dalarak ve bütün vücudum mutluluktan tepeden tırnağa titreyerek seni düşünerek yanabilmeyi isterdim.

***

Suriye’de Şövalyeler Kalesi’nden Orontes nehrine, oradan Damascus’a kadar sırtımda bir hırka, elimde bir derviş değneği ile izini sürmeyi, güneşin yakıcı ışınlarının arasında senin siluetini fark ederek tekrar büyük bir azimle yola devam edebilmeyi, ve Ürdün’e Aqaba körfezine kadar sarsılmaz bir inançla yürümeyi isterdim.

***

Rodos adasında bir yel değirmeni olmayı isterdim; yaşlanmış kanatlarım yavaş yavaş rüzgârla birlikte dönerken, karşımda her an, aşkının ve özgürlüğünün meşalesini onurla taşıyan Helios heykelini görebilmeyi dilerdim. Ve yine bir gün Helios heykelinin ayakları dibinden her yıl denize atılan dört atlı arabanın içinde olmayı ve tüm evreni seni bulabilmek amacıyla dörtnala gezebilmeyi isterdim.

***

Çerkesya’da seni bilge Seteney Guaşe’den sormayı, sonra barbarları izleyerek Kimmerya’ya kadar gitmeyi isterdim. Ve Seteney Guaşe’nin oğlu, taşın içinden doğmuş olan Sosruko gibi, ateş tanrısı Tlepş’in tıpkı taşı yarar gibi göğsümden kalbimi çıkarmasını ve sana olan aşkımı orada görmeyi isterdim.
Sonra Sosruko’nun kanatlı atı Tiğujey’e binerek seni Kuban ırmağı kıyılarında aramayı isterdim.

Erol Anar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz