“EN KÖTÜSÜ DE SAHİP OLMADIĞIN ŞEYLERE AİT OLMANDIR!” FRANZ KAFKA’DA UMUT VE UYUMSUZ(LUK)

Kafka’nın bütün sanatı, okuru yeni baştan okumak zorunda bırakmaktır. Olayların sonuçlanmaları ya da sonuç yoklukları, birtakım açıklamalar esinler, ama bunlar açıkça belirlenmez, geçerlik kazanabilmeleri için, öykünün yeniden, yeni bir açıdan okunması gerekir.

Bazı bazı ikili yorum olanağı vardır, bu da iki kez okumanın zorunluğunu gösterir. Yazarın yapmak istediği de budur. Ama Kafka’da her şeyi ayrıntılarıyla yorumlamaya kalkmak da doğru olmaz. Bir simge her zaman genelde kalır, çevirisi ne kadar açık ve kesin olursa olsun, bir sanatçı orda ancak devinimi yerine koyabilir; sözcüğü sözcüğüne çeviri olamaz. Öte yandan, simgesel bir yapıtı anlamak kadar güç bir şey yoktur. Bir simge, kendisini kullananı her zaman aşar, belirttiğini sandığından daha fazlasını söylettirir ona. Bu bakımdan, onu kavramanın en sağlam yolu, onu zorlamamak, yapıtı önceden belirlenmiş bir anlayışla ele almak ve gizli akımlarını aramaktır, özel olarak Kafka söz konusu olunca, yazarın oyununu benimsemek, drama görünüşten, romana biçimden girmek yerinde olur.

İlk bakışta ve ilgisiz bir okur için, inatçı, titrek kişileri hiçbir zaman açıkça belirtmedikleri sorunlar ardında sürükleyen kaygı verici serüvenlerdir bunlar. Dava’da, Joseph K… sanıktır. Ama neyle suçlandırıldığını bilmez. Kendini savunmak ister kuşkusuz, ama niçin, bilmez. Avukatlar, davasını zor bulurlar. Bu arada sevmeyi, beslenmeyi ya da gazetesini okumayı unutmaz. Sonra yargılanır. Ama mahkeme salonu pek loştur. Fazla bir şey anlamaz. Yalnız mahkûm olduğunu kestirir ama, nasıl bir cezaya çarptırılmıştır, pek merak etmez. Bazı bazı bundan kuşkuya da düşer ve yaşamasını sürdürür. Neden sonra, güzel giyinmiş, iki kibar bey gelir, kendilerini izlemesini söylerler. Büyük bir incelikle onu kentin dışında, umutsuz bir yere götürür, başını bir taşın üzerine yatırır ve onu boğazlarlar, ölmeden önce, mahkûm yalnızca: “Bir köpek gibi”, der.

En belirgin niteliği doğallık olan bir öyküde simgeden söz etmenin güç olduğu görülüyor. Ama doğal, anlaşılması güç bir ulamdır. Olayın okura doğal göründüğü yapıtlar vardır. Ama kahramanın başına geleni doğal bulduğu yapıtlar da vardır (bunlar daha enderdir, orası doğru). Garip ama açık bir aykırılıkla, kahramanın serüvenleri ne kadar olağanüstü olursa, öykünün doğallığı da o kadar belirli olacaktır: bir insan yaşamının acayipliğiyle bu insanın bu yaşamı benimseyişindeki sadelik arasında bulabileceğimiz uzaklıkla oranlıdır. Bu doğallık, Kafka’nın doğallığı gibi görünüyor. Ve Dava’nın ne söylemek istediği iyice seziliyor, insan durumunun bir görüntüsünden söz edildi. Hiç kuşkusuz. Ama bu aynı zamanda hem daha basit, hem daha karışık. Romanın anlamının Kafka için daha özel ve daha kişisel olduğunu söylemek istiyorum. Bir dereceye kadar, bizim içimizdekileri ortaya çıkarsa bile konuşan kendisidir. Yaşar ve mahkûmdur. Romanın ilk sayfalarında söyler bunu, buna çare bulmaya çalışırsa da, hiçbir zaman şaşkınlığa kapılmadan çalışır. Bu şaşkınlık yokluğuna ne kadar şaşsa az olacaktır. Bir uyumsuz yapıtın ilk belirtileri bu çelişkilerden anlaşılır. Düşünce, tinsel tragedyasını somuta yansıtır. Renklere, boşluğu belirtme gücünü, günlük devinimlere ölümsüz hırsları dile getirme gücünü veren sürekli bir aykırılık yoluyla yapabilir ancak bunu.

Aynı biçimde, Şato’da edim durumunda bir Tanrıbilimdir belki, ama her şeyden önce, kurtuluşunu arayan bir ruhun, bu dünyanın nesnelerinden büyük gizlerini, kadınlardan da içlerinde uyuyan bir Tanrı’nın belirtilerini isteyen bir adamın bireysel serüvenidir. Değişim de hiç kuşkusuz bir uyanıklık ahlakının korkunç görüntüler bütününü ortaya koyar. Ama insanın hayvanı, kolaylıkla kimliğine büründüğü hayvanı duyunca kapıldığı büyük şaşkınlığın da ürünüdür. Kafka’nın gizi bu temel bulanıklıktadır. Doğalla olağanüstü, bireyle evrensel trajikler güncel arasındaki bu sürekli sallanışlar, yapıtının her yanında karşımıza çıkar, ona hem sesini, hem de anlamını verir. Uyumsuz yapıtı anlamak için bu aykırılıkları sıralamak, bu çelişkiler üzerinde durmak gerekir.

Gerçekten de, bir simge iki düzlem, düşüncelerden ve duygulardan oluşmuş iki dünya, bir de ikisi arasında bir ilişkiler sözlüğü gerektirir. Düzenlenmesi en güç olan şey de bu sözlüktür. Ama ortaya çıkarılan iki dünyanın bilincine varmak, gizli ilişkilerinin yolunu tutmaktır. Kafka’da bu iki dünya, bir yandan günlük yaşamın, öte yandan doğaüstü kaygının dünyasıdır. Burada durmamaçasına Nietzsche’nin şu sözü geliştirilir gibidir: “Büyük sorunlar sokaktadır”.

İnsanın durumunda, –bütün yazınların ortak otlağıdır bu– hem sönmez bir büyüklük, hem de temel bir uyumsuzluk vardır. İkisi üst üste gelir. Her ikisi de, bir daha söyleyelim, tinsel taşkınlıklarımızı bedenin geçici sevinçlerinden ayıran gülünç kopuşta belirir. Uyumsuz, bu bedenin ruhunun kendisini alabildiğine aşmasıdır. Bu uyumsuzluğu canlandırmak isteyen kişinin ona bir koşut karşıtlıklar dizgesi içinde can vermesi gerekir. Kafka, tragedyayı güncelle, uyumsuzu mantıkla böyle belirtir.

Bir oyuncu bir tragedya kişisini abartmaktan ne kadar geri durursa, ona verdiği güç o ölçüde büyük olur, ölçülüyse, uyandırdığı ürperti ölçüsüz olur. Bu konuda Yunan tragedyası çok şeyler öğretir bize. Bir tragedya yapıtında yazgı, mantığın ve doğalın yüzü altında her zaman daha iyi duyurur kendini. Oidipus’un yazgısı önceden haber verilmiştir. Doğayı aşan bir biçimde, cinayet işleyeceği ve anasının kocası olacağı önceden kararlaştırılmıştır. Dramın bütün çabası, sonuçlanmadan sonuçlamaya, kahramanın yıkımını tüketecek mantık düzenini göstermektir. Bu görülmedik yazgıyı bize bildirmek pek o kadar korkunç değildir, çünkü gerçeğe benzemez. Ama bunun zorunluluğu bize günlük yaşayış çerçevesi, toplum, durum, aile coşkunluğu içinde tanıtlanmışsa, o zaman ürperti başlar, insanı sarsan ve ona; “olmaz böyle şey”, dedirten bu başkaldırmada umutsuz bir kesinlik vardır; böyle bir şey olabileceği.

Yunan tragedyasının, bir açıdan bütün gizi budur. Çünkü bir tanesi daha vardır ki, ters bir yöntemle, Kafka’yı daha iyi anlamamızı sağlayabilir, insan yüreğinin yalnızca kendini ezeni yazgı diye adlandırmak gibi kötü bir eğilimi vardır. Ama mutluluk da, kaçınılmaz olduğuna göre, akılsal dayanaktan yoksundur. Yine de, tanımazlıktan gelmediği zaman, çağdaş insan onu kendi yapıtı gibi görür. Buna karşılık, Yunan tragedyasının ayrıcalıklı yazgıları ve Akhilleus gibi, en kötü serüvenler ortasında, kendiliklerinden kurtulan söylence kahramanları üzerinde çok şeyler söylenebilir.

Ne olursa olsun, göz önünde tutulması gereken, mantıksal ile günceli “trajik”te birleştiren şu gizli elbirliğidir. İşte bunun için Değişim’in kahramanı Samsa, bir gezgin satıcıdır. İşte bunun için, kendisini bir pis böcek yapan görülmedik serüvende canım sıkan tek şey, işine gidememesi yüzünden patronunun keyfi kaçacağıdır. Ayakları, boynuzları çıkar, belkemiği eğrilir, karnı ak ak beneklenir –buna şaşmadığını söylemeyeceğim, etki yitirilirdi o zaman– ama ona “hafif bir sıkıntı” verir bu. Kafka’nın bütün sanatı bu küçük ayrımdadır. Temel yapıtı Şato’da günlük yaşamın ayrıntıları ağır basar, yine de hiçbir şeyin bir sonuca varmadığı, her şeyin yeniden başladığı bu garip romanda belirtilen şey, kurtuluşunu arayan bir ruhun temel serüvenidir. Sorunun edime çevrilmesi, genelin ve özelin bir araya gelmesi, bunlar bütün büyük yaratıcılarda rastlanan küçük yapmacıklarda da görülür. Dava’da kahramanın adı Schmidt ya da Franz Kafka olabilirdi. Ama Joseph K…’dır. Kafka değildir, yine de odur. Orta halli bir Avrupalıdır. Herkes gibidir. Ama bu et denkleminin x’ini koyan, öz olan K.’dır da.

Aynı biçimde, Kafka, uyumsuzu belirtmek istediği zaman, tutarlılıktan yararlanır. Banyoda balık avlayan delinin öyküsünü biliriz; akıl hastalarını iyi etmede kendine özgü düşünceleri olan bir hekim sormuş: “Ya balık oltaya gelirse?” Sert bir karşılık almış: “Hadi oradan, budala, burası banyo”. “Barok” türden bir fıkra bu. Ama uyumsuz etkinin bir mantık aşırılığına ne kadar bağlı olduğu burada elle tutulur biçimde kavranıyor. Kafka’nın dünyası, anlatılmaz bir evrendir, insan burada hiçbir şey çıkmayacağım bile bile banyoda balık avlamak gibi işkenceli bir lükse sapar.

Burada bir uyumsuz yapıtı ilkeleriyle tanıyorum, örneğin, Dava’nın tam bir başarı olduğunu söyleyebilirim. Et galip çıkar. Hiçbir şey eksik değildir, ne dile dökülmemiş başkaldırma (yazan odur), ne uyanık ve dilsiz umutsuzluk (yaratan odur), ne de romanın kişilerinin ölünceye kadar ciğerlerine çektikleri şu şaşırtıcı davranış özgürlüğü.

Albert Camus
Sisifos Söyleni

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz