Emrah Serbes: Hayatı hep tırmanılacak bir şey olarak görüyoruz. Ama bazen bekliyor, bazen aşağı iniyorsun

Emrah SerbesHastanenin kafeteryasında oturduk Nuran Hemşire’yle. Kafeterya sahibinin bize bakmayı kesmesini ya da en azından bunu çaktırmadan yapmasını bekliyordum söze başlamak için. Bir yandan da, “Nereden başlamalı?” diye düşünüyordum. Birine ne anlatacağınızı uzun uzun düşündüğünüzde hiçbir şey anlatamaz olursunuz ya, birine ne anlatmayacağınızı uzun uzun düşündüğünüzde de öyle olursunuz. Sessizliğin ne kadar kuvvetli ve yaralayıcı bir şey olduğunu da belki en çok o zaman idrak edersiniz. En doğal haliyle. Kıyameti büyük bir gümbürtü olarak tasavvur ediyorlar ama bence sonsuz bir sessizlik olmalı. Kıyamet, dünyadaki bütün bu şamataya son verecekse eğer bunu ancak sessizliğin ezici gücüyle yapabilir. Her şeyi ezebilecek tek güç sessizliktir.

 <<ÖNCESİ

Ben de Nuran Hemşire’ye öyle bakıyor ve susuyordum işte. “Galip’in doğduğu sene babası bir işhanı almış,” diyebilirdim. “Adını da Galip İşhanı koymuş.” Ama babamı anlatma demişti. “Galip’se ismet Paşa İlkokulu’nda okuyan en mağlup çocuktu,” diyebilirdim. Okul günlerimizi anlatma demeseydi tabii. Galip hiç kimseyle konuşmazdı, ben hariç. Böyle tipler hep gelir beni bulur zaten. Onlar gelip beni bulmasa benim gidip onları bulacağımı bilirler sanki. Üçüncü sınıfa kadar Galip’in okumayı söktüğüne kimse inanmadı çünkü sesli okumaya utanıyordu. Öğretmen sınıfta da bırakamıyordu onu, babası spor salonunun bütün parkelerini yenilemişti. Beş sene okuduk o okulda. Yıllar sonra bir gece Galip yanıma koşarak geldi, heyecandan titriyordu, “İsmet Paşa üç katlıymış,” diye bağırdı. “Hadi canım,” dedim. Okulun oraya gittik koşar adım. Beş sene okuduğumuzdan okul da beş katlı olarak kalmıştı aklımızda, her sene bir kat çıktığımızı düşünmüştük. İkimiz için de esaslı bir tokat olmuştu bu. Hayatı hep tırmanılacak bir şey olarak görüyoruz. Ama bazen bekliyorsun, bazen aşağı iniyorsun ve çoğu zaman da hiçbir şey olmuyor. Beklemek bile.

Nuran Hemşire’ye, “Galip korkulacak biri değildir,” diyebildim en sonunda, içtiğimiz çaylar bitmişti, kafeterya sahibi bile sessizliğimizden sıkılıp sigara içmeye çıkmıştı, birinin bir şeyler söylemesi gerekiyordu, “Sadece yaptığı şeylerin insanlar üzerindeki etkisini anlayabilme yeteneğinden yoksun,” diye devam ettim.

“Kendini niye kesiyor?”

“Kendini kesmiyor aslında, kendini anlatmaya çalışıyor.” “Nasıl?”

“Herkes kendini anlatmak zorundadır Nuran Hemşire. Ama çoğu insan doğru sözcükleri bulamaz. Bulanlarsa o sözcükleri bulduklarını zannederler ama derinlerde bir yerde hep tereddüt içindedirler, asla emin olamazlar. Çünkü her zaman sözcüklerden daha fazla bir şey vardır. Bir şarkıyı, sanki yeryüzünde dinlenecek başka bir şarkı yokmuş gibi, yüz sefer arka arkaya dinlediğin oldu mu hiç?”

“Oldu,” dedi.

“Anlatamadığın şeyi o şarkıda bulduğun içindi işte o,” dedim. “Biz de Galip’le öyle yaparız hep, bir şarkıya takılır, bütün gece büyülenmiş gibi dinleriz. Ama sonra bir gece şarkılar da biter. Şarkılarla birlikte bizi o vakte kadar büyüleyen diğer şeyler de biter. Söylenmiş ve söylenmemiş her şey biter. Bütün bunlardan geriye ise biten her şeyin çınladığı bir sessizlik kalır. Ama sonra o çınlama da biter. Ve insan orada kendi tükenişini görür. Ölmekten daha beter bir şeydir bu. Çünkü insan orada, daha ölmeden ölüme yenilmiş olur. O zaman ben bir sigara yakıp dedemden yadigâr şapkamı çıkarırım. Galip de seni düşünüp kendini keser. Çünkü o bir Terminatör değil, onun da damarlarında kan akıyor. Herkes gibi. Belki de anlatmak istediği şey sadece budur. Ben de herkes gibiyim demek istiyordur.”

Tam olarak böyle söylemiştim Nuran Hemşire’ye. Belki bir iki sözcüğün yeri değişmiş olabilir. Normalde böyle uzun açıklamalar yapamam, düşüncelerimi toparlamakta güçlük çekerim, ama bu mevzu üstüne o kadar çok düşünmüştüm ki, kendiliğinden gelmişti sözcükler, defalarca anlattığım bir hatırayı anlatıyormuş gibi rahattım.

Dört gün sonra buluştular. Aslında ertesi gün buluşacaklardı ama Galip ne giyeceğine karar verene kadar iki gün geçti. Üçüncü gün kararını değiştirip yeni bir gömlek aldı. Dördüncü gün nasıl tarayacağına karar veremediği için saçlarını üç numaraya vurdurdu. Buluştuktan bir saat sonra da telefon açıp “Hemen gel,” dedi.
“Ne oldu Galip?”
“Kaçtı.”
“Ne yaptın?”

Buluştukları çay bahçesine gidip “Gömleğini çıkar,” diye bagırdım. Boğuşmaya başladık. Koluna falçaçayla N ta fi yazmış. “Senin aşknı ıstırabını si…” deyip gittim. On dakika sonra geri dönüp boğazına sarıldım, onu sahiden boğmak istiyordum. Galip kendini savunmuyordu, kollarını iki yana açmış, “Haklısın kardeşim” diyordu. Boğazını bıraktım, ona vurmak için sıktığım sol yumruğumu sağ avucuma vurup durmaya başladım. İçimi kemiren ve beni bir yandan tüketirken bir yandan da çıldırtan öfkeyi yenemiyordum bir türlü. Garsonlar koşup aramıza girdi. Mekânın sahibi, “Ayıptır, kaç yıllık arkadaşsınız,” diye bağırdı. Tekrar çekip gittim.

Uzun süre telefonlarına bakmadım. Orhangazi’de bir halı saha işi ayarlamıştım o ara, bizim oralara pek uğradığım da yoktu zaten. Rutin bir işti, çok yorucu da sayılmazdı. Çay demle, tost yap, soyunma odalarını temizle, yelekleri çamaşır makinesine at sonra çıkar arka bahçeye as. Topların havasını kontrol et. Kazmanın biri telleri aşacak kadar abanırsa yandaki arsaya gidip topu ara. Boş vakitlerde de mahallenin çocuklarını kaleye geçirip şut çalış.

Gece son minibüsten sonra maç olursa yatacak yerim hazırdı. Halı sahanın sahibi Şerif Abi de kalender biriydi, eski stopermiş Gölcükspor’da. Amatör kümede antrenörlük de yapmış ama dikiş tutturamayınca halı saha açmış. Takımlardan birinde eksik varsa şortunu formasını çeker, o da oynardı, ihtiyaç olursa da hakemlik yapardı, işin tek sıkıcı yanı, bitiş zilini çalmaktı. Biraz daha oynamak isteyen adamların kederli bakışlarıyla karşılaşıyordum o zaman. Çocukken iskeledeki lunaparkta çarpışan arabalara bindiğim zamanlarda, bitiş zilinin çaldığı o hüzünlü anı hatırlatıyordu bu durum bana. Dedem bir jeton daha alırdı çoğunlukla ama üçüncü jetonu almayacağını bilirdim. İkinci Dünya Savaşının kıtlık günlerini yaşamıştı çocukken, şekeri karneyle aldıklarını hatırlıyordu, dört yaz domates yemediklerini de. Bana kendi tutumluluk ölçülerinin üstünde davranmıştı her zaman ama üç jeton alacak mizaçta biri olmadığını da kabul etmek gerekirdi.

Ortamı sevmeme rağmen halı saha işini bırakmak zorunda kaldım. Asilçelik’in çarşambaları oynadığı 10-11 maçın da, işçilerin Ziya Bey diye seslenip hiç faul yapmadığı, hatta yalandan çalım yediği kısım şefi, kalp krizi geçirdi. Ambulans gelene kadar da gözümüzün önünde öldü. Şerif Abi’ye, “Ben bırakıyorum abi,” dedim o gece. Çok ısrar etmedi, “Eyvallah,” dedi. Hafta ortası olmasına rağmen haftalığımı da tam verdi.

Bizim oraya döndüm ertesi gün, gözü kapalı yürüsem kaybolmayacağım sokaklarda manasızca dolaşmaya başladım yine. Cumhuriyet Caddesi’nde, Liman Kafe’nin önünden geçerken Nuran Hemşire’yi gördüm. Karşısında otuz yaşlarında bir adam vardı, saçlarına hafiften kır düşmüştü. Görülmeyeceğim bir açı ayarlayıp kapı önünden seyrettim onları bir süre. Gülüşlerinden, aynı anda konuşmaya devam etmelerinden, samimi bir sohbete daldıkları anlaşılıyordu, iki tur atıp geri döndüm. Bu sefer bir şey konuşmuyorlardı, Nuran Hemşire adamın yanındaydı, başını usulca omzuna yaslamış, huzur dolu bir ifadeyle onun yüzüne bakıyordu. İçim ezildi o an, boğazım düğümlendi, Nuran Hemşire’ye kendim âşıkmışım gibi acı duydum. Yıllar geçti üstünden, zihnimde fotoğraf karesi gibi berrak, yüzlerce an var bu hikâyeden ama en acısı bu. Nuran Hemşire’nin tanımadığım bir adamın omzuna başını yaslaması ve ona huzurla bakması. Belki de oradan başlamalıydım anlatmaya ama artık çok geç. Her şey için çok geç.

Akşam tekrar gittim kafeye, garsonu liseden arkadaşımdı, “Nuran Hemşire’nin yanındaki adam kimdi?” diye sordum.

“Yeni doktor,” dedi.

“Eski doktora ne oldu?”

“Muş’a sürdüler.”

“Sebep?”

“Emniyet Müdürü’nün karnı mı ne ağrıyormuş, gece hastaneye gitmiş. Doktor da saçma sapan bir muhabbet açınca sinirlenmiş, tekme tokat girişmiş buna. Sonra da alkollü diye şikâyet etmiş. Bir haftada açığa aldılar, yeni doktor gelince de sürdüler Muş’a.”

İki gün sonra tekrar gördüm onları. Yağmur Fırın’dan ekmek hamuru almış eve gidiyordum, annem pişi yapacaktı kuru fasulyenin yanma. Yan sokaktan çıktılar, Nuran Hemşire gizlice koluna girmişti yeni doktorun, beni görünce elini çekti doktorun kolundan. Bir suçlu gibi başım önüne eğdi. Doktora baktım, gözleri birbirine yakın, aptallık akan bir surat. Uzaktan gördüğümde bir şeye benzetmiştim oysa. “Bizim anlayışlı hemşiremize huzur veren adam,” diye saygı bile duymuştum hatta. Başımı çevirdim, bastım gittim.

On beş gündür Galip’in telefonlarını açmıyordum. O gece arayınca açtım. Zafer Sitesi’nin merdivenlerinde buluştuk yine. Telefonlarını açmadığım için hiç kızgın değildi, beni görmek onu yeterince mutlu etmişti. İkinci biradan sonra dökülmeye başladı.

“Kardeşim,” dedi. “Yeni bir plan yaptım. Öyle bakma. Çok sakin bir plan. Beraber gideceğiz Nuran Hemşire’ye, üçümüz buluşacağız. Ben tek başıma olunca çok heyecan yapıyorum, ne konuşacağımı bilemiyorum, nefes alamıyorum. Ama sen olursan her şey farklı olur. Sen her zaman konuşacak bir şeyler bulursun, beni anlatırsın. Ben de arada girerim muhabbete, derim ki abartma kardeşim, o kadar da iyi biri değilim. Güler eğleniriz beraber. Yanımda sen olursan Nuran Hemşire benden korkmaz. Ben de ondan korkmam. Sen olursan biz hiçbir şeyden korkmayız. Sinemaya bile gideriz.”

“Galip bu iş olmaz,” dedim.

“Neden olmaz?”

“Olmaz işte. Olmaz diyorsam olmaz.” “Neden olmaz? Planı yaptım. Çok güzel plan. Neden olmaz?

“Hay s.keyim nedenini Galip ya! Olmaz diyorsam olmaz oğlum, üstüme gelme

Galip’in yüzündeki çocuksu tavır yavaş yavaş silindi, gözlerini kısıp beni şüpheyle süzmeye başladı, “Sen de mi âşıksın Nuran Hemşire’ye?” diye sordu. “Beni anlat dedim, gittin ona âşık mı oldun?”

Sinirle kalktım, “O nasıl laflan!” dedim. “Utanmıyor musun böyle şeyler demeye?”

“Tamam kardeşim,” dedi. “Özür dilerim. Ama sen de söyle neden olmaz?”

“Orasını kurcalama.”

“Ama beni görünce gülmüştü.”

“Unut gitsin Galip. Unut gitsin.”

Bir süre başını önüne eğip düşündü, “Eyvallah, öyle olsun,” deyip kalktı. Küskün bir halde, sarsak adımlarla merdivenlerden indi. Birasını yarım bırakmıştı. Galip’in bir birayı yarım bıraktığına ilk defa şahit oluyordum. Kalbi sahiden kırılmıştı. Arkasından seslendim ama dönüp bakmadı.

Her akşam arayan Galip o günden sonra aramadı. îşin aslını anlatmayı düşündüm ama hastaneye gidip bir delilik yapar, işler daha beter boka sarar diye korktum. Liman Kafe’deki elemanlara da tembihledim meseleyi Galip’e anlatmamalarını. O aralar, şehirde iki sevgilinin rahatça buluşabileceği tek yer Liman Kafe’ydi zaten, ikisini başka bir yerde öyle görmesine imkân yoktu.

Bir hafta sonra, gece saat üç gibi Galip’in teyzesi aradı, “Hemen bize gel,” dedi. Galip, teyzesinin oturduğu apartmanın önünde durmuş, “O orospu çocuğu aşağı inmeden buradan gitmem,” deyip duruyordu.

“Kim?”

“Babam.”

Teyzesi balkona çıkıp “Baban burada değil,” diye yeminler etti, çatlak ve tenekemsi sesiyle yalvarıp yakardı ama Galip’i inandıramadı. Galip deli deli soluyordu, “Git sen bak,” dedi bana.

Yukarı çıktım. Galip’in babası salonda bir aşağı bir yukan dolaşıyordu.

“Yok de,” dedi teyzesi. Gozunu seveym y Galip’in babasındaydı gözüm. Beni görünce durmuş, izleyemediği bir pişmanlıkla bakmaya başlamıştı. Onun bir şey demesini bekliyordum, demedi. Aşağı indim. “Orada mı?” dedi. Cevap vermedim.

DEVAMI>>

Emrah Serbes
Hikayem Paramparça

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz