Einstein’in, Bertrand Russell’ın “Batı Felsefesi Tarihi*” adlı kitabı hakkındaki düşünceleri

felsefe-tarihiBertrand Russell’ın Felsefe Tarihi üzerine bir şeyler yazmam istendiği zaman, Russell’a duyduğum hayranlık ve sevgi dolayısıyla bu isteği hemen kabul ettim. Russell’ın yapıtlarına sayısız mutlu saatler borçluyum. Bu sözleri, Thorstein Veblen dışında hiçbir çağdaş bilimsel yazar hakkında kullanamam.
Bununla birlikte Russell hakkında bir yazı yazma vaadinde bulunmanın bu vaadi yerine getirmekten daha kolay olduğunu anlamış bulunuyorum.Önce Russell’ın filozofluğu ve bilgi kuramı üstüne bir şeyler söylemek istemiştim. Fakat, ne kadar kaypak ve sakıncalı bir alana girmeye cesaret ettiğimi anlar anlamaz fizikten dışarı çıkmamaya karar verdim.
Russell felsefesi ve bilgi kuramını tanımaktaki eksikliğim yüzünden, fiziğe bağlı kalmak iyi bir önlemdi.
Onun bilim görüşünün halen göstermekte olduğu güçlükler fizikçiyi, eski kuşaklarda olduğundan daha kapsamlı felsefi sorunlarla uğraşmaya zorlamakta. Gerçi burada o güçlüklerden söz etmeyeceğim ama, beni bu denemeye sürükleyenin de onlara karşı duyduğum ilgi olduğunu belirtmeden edemeyeceğim.
Felsefî düşüncenin yüzyıllar boyu geçirdiği evrimde şu düşünce başrolü oynamıştır: Duyu algısından bağımsız olarak salt düşünceyi hangi bilgi verebilir? Böyle bir bilgi var mıdır? Yoksa, bilgimizle duyu izlenimlerinin sağladığı hammadde arasındaki ilişki nedir?
Bu sorulara ve onlarla içten bağlı daha birkaçına, sınırsız bir felsefi düşünce kaosu karşılık olur.
Nispeten verimsiz, fakat yiğitçe olan bu çabalarda sistemli bir gelişme eğilimi görülebilir. Böyle bir gelişme çizgisi salt “kavramlar ve idea’lar” dünyasına karşıt olarak “şeyler” dünyası, “nesnel-dünya” üzerine salt düşünceyle birşeyler öğrenme yolundaki her çabada artan bir kuşkuculuğu simgeler.
Hemen az çok konu dışına kayarak şunları söyleyeyim: Gerçek bir filosof katında olduğu gibi burada da alıntı belgeleri (işaretleri) yeni bir kavramı ortaya atmak için kullanılmıştır. Bu kavram, felsefe polisi gözünde, kuşkulu bir suçlu gibiyse de okuyucunun, şimdilik onu kullanmama izin vermesini dilerim.
Felsefenin çocukluk döneminde, salt düşünceyle, bilinebilecek her şeyi bulabilmenin olanaklı olduğuna inanılmıştı. O bir sanrıydı (boş düştü). Bunu, felsefe ve doğal bilimden öğrendiklerini bir an bir yana bırakan herkes kolayca anlayabilir. Böyle biri Platon’un, “idealara” empirik olarak deneyimlenebilir şeylerden daha üstün bir gerçeklik yüklendiğini görmekle şaşkınlığa düşmeyecektir.
Spinoza’da ve Hegel’de hâlâ başrolü oynar gözüken bu önyargı canlı bir güce sahip. Bu sanrıdan bir şeyler katmaksızın felsefi düşünce alanında bir işin gerçekten başarılıp başarılamayacağı sorusunu atabilir ortaya kimi. Üzerinde durmak istemiyoruz bunun.
Düşüncenin sınırsız etkime gücü konusundaki, daha çok aristokratik sanrının karşısında, daha çok bir halk görüşü olan çıplak gerçeklik sanrısı bulunmakta. Buna göre şeyler bizce, duyularımız aracılığıyla “algıladığımız gibi”dirler.
Bu sanrı insanların ve hayvanların gündelik yaşamını yönetir, aynı zamanda bütün bilimlerin özellikle doğal bilimlerin çıkış noktasıdır.
Bu iki sanrıyı yenme çabası nispeten basit olmuştur. Russell, Anlam ve Doğruluk Konusunda Bir Araştırma adlı yapıtının girişinde bu oluşumu şaşılası bir yaratıcı düşünce zenginliğiyle şöyle dile getirmektedir:
“Hepimiz ‘çıplak gerçekçilik’ten, yani şeylerin göründükleri gibi olduklarından başlarız işe. Otun yeşil, taşların sert, karın soğuk olduğunu sanırız. Fakat fizik, otun yeşilliğinin, taşın sertliğinin, karın beyazlığının, bizim kendi deneyimizle bildiğimiz, yeşillik, sertlik ve soğukluk olmadığını, onlardan farklı olduğunu açık seçik söyler bize.
Gözlemci, bir taş gözlediğini sandığında, fiziğe inanmak gerekirse, gerçekte taşın, gözlemci olarak, kendisi üzerine yapmış olduğu etkiyi gözlemektedir.
Kendisiyle savaşta görünmekte bilim: En çok nesnel anlam taşıdığında istemine karşılık öznelliğe dalmış bulur kendini. Çıplak gerçekçilik fiziğe götürür. Fizik de, doğruysa, çıplak gerçekçiliğin yanlış olduğuna. Böylece, çıplak gerçekçilik doğruysa yanlıştır. O halde yanlıştır.”
Bu satırlar ustalıkla biçimlenmelerinden ayrı olarak daha önce hiç söylenmemiş bir şey de söylemektedir. Çünkü, yüzeyden bakıldığında Berkeley ve Hume, doğal bilimlerdeki düşüncenin karşıtı bir tutuma sahip görünmekte. Bununla birlikte Russell’in hemen yukarıda okuduğumuz görüşü şu bağlantıyı açığa koyuyor:
Berkeley dış dünya “şeyleri”ni duyularımızla doğrudan doğruya kavramadığımız kanısındaysa ve nedensel olarak bağlantılı olayların, “şeyler”in şimdisel durumuyla duyu organlarımıza geldiği olgusuna dayanmaktaysa, özçizgilerini, fiziksel düşünce kalıbına güvenden alan bir usavurmaya
girişmektedir!.
Fiziksel düşünceden, onun en genel çizgilerinde bile kuşkuya düşülüyorsa nesneyle görü aktı arasına, nesneyi özneden ayıran ve “nesnenin varlığını” sorunsal yapan herhangi bir şey yerleştirmek gereksizdir.
Bununla birlikte şeyleri ve onların ilişkisini salt spekülatif düşünceyle anlama olanağına güveni duymayı sağlıyan, bu fiziksel düşünce biçimi ve onun pratik başarısından başka bir şey değildir.
Gittikçe, şeyler hakkındaki bütün bilginin sadece duyularca sağlanan hammaddenin işlenmesinden ibaret olduğu kanısı yerleşti. Düşünce, bu genel (ve isteyerek kapalıca dile getirilmiş) biçimiyle belki bugün yaygın olarak kabul edilmekte.
Bu kanı, gerçekten, salt kurgu aracılığıyla bilgi elde edilmesinin olanaksızlığının kanıtlandığı var sayımına değil; daha çok, bilginin tek kaynağı olma yeteneğini, sadece yukarıda sözü edilen anlamdaki empirik- oluşumun gösterdiği olgusuna dayanır. Galilei ve Hume bu ilkeyi tam bir açıklık ve kesinlikle ele alan ilk kişilerdir:
Hume, asli olarak görmemiz gereken, nedensel bağlantı gibi kavramların, bize duyular yoluyla verilen gereçlerden gelmediğini anlamıştır. Bu iç-görü onu, herhangi bir tür bilgi konusunda kuşkucu bir tutuma götürmüştür. Yapıtları okunursa pek çok filozofun, kimi kez pek değer verilenlerin bile, Hume’dan sonra anlaşılmaz şeyler yazdığı ve bunlara hayranlık duyan bir okuyucu kitlesi olduğu görülecektir. Russell’in felsefi çözümlemelerini okurken Hume duyulur perde arkasından. Onun sorunları ayırt ve onlara nüfuz etme yeteneği ve anlatımının yalınlığı Hume’u anımsatır bana.
Kesin-bilgi yönünde yoğun bir isteği vardır kişioğlunun. Hume’un açık bildirisinin çarpıcı görünmesinin nedeni budur. Bilginin tek kaynağı olan duyusal hammadde, alışkanlık aracılığıyla bizi inanç ve bekleyişe götürebilir, fakat bilgiye değil, bu hammadde, kurala uygun ilişkilerin anlayışınaysa hiç götürmez bizi.
Sonra Kant, Hume ikileminin çözümüne doğru bir adım olan bir düşünceyle çıktı ortaya, Kant’ın ileri sürdüğü biçimde artık kabul edilemez olan bu düşünce şudur:
Bilgide empirik bir kaynağa sahip olan bilgi kesin değildir. (Hume) Böylece kesin bilgiye Sahipsek o usun (aklın) kendinde bulunmalı. Geometri önermelerinde ve nedensellik ilkesinde durum böyledir. Bu ve belirli öbür bilgi türleri, düşüncenin kimi araçlara başvuran ve sonuçta, duyuverilerinden türemeyen a priori bölümüdür.
Bugün herkes doğallıkla, sözü edilen kavramların Kant’ın onlara yüklediği hiçbir kesinlik ve hiçbir içkin zorunluk içermediğini bilmekte.
Kant’ın sorunu ele alışında, bana, doğru görünen şu: Eğer durumu mantık noktasından görürsek, düşünürken, belli bir “hak”la, duyusal deneyim gereçlerinin nüfuz edemediği kavramlara başvururuz.
Söylediğimin daha aşırısı ileri sürülebilir kanısındayım: Yani denebilir ki, düşüncelerimizde ve dilsel anlatımlarımızda ortaya çıkan kavramlar, mantıksal olarak gözden geçirildiğinde, duyu deneyimlerinden tümdengelimsel olarak elde edilemeyen özgür düşünce yaratımlarıdır.
Kolayca farkedilmez bu durum. Çünkü belli kavramları ve kavramsal ilişkileri (önermeleri) belli duyu deneyimleriyle öylesine bağdaştırmak alışkanlığındayızdır -ki duyu deneyimleri dünyasını kavramlar ve önermeler dünyasından ayıran ve mantıksal olarak üzerine bir köprü kurulamayacak boşluğun bilincine varamayız.
Söz gelimi, tam sayılar dizisi açıkça, insan usunun bir buluşu, belirli duyusal deneyimlerin düzene sokulmasını kolaylaştıran, kendi adına yaradılmış bir aygıttır. Ancak, bu kavramın doğrudan doğruya duyu verilerinden, olduğu gibi türemesini sağlayacak bir yol yoktur. Burada, sayı kavramını özellikle seçtim. Çünkü o, bilim öncesi döneme dayanır ve bu olguya karşın onun işimize yarayıcı karakteri hâlâ kolayca kabul edilebilir.
Günlük yaşantının en ilkel kavramlarına gittikçe, bağımsız yaratıcı düşünce kavramını onaylamak, köklü alışkanlıklar yığını arasında daha güç. Böylece bildirici ve önemli sonuçları olan, yani buradaki koşulların anlaşılmasını sağlayan görüş doğuyor. Doğan görüşe göre, kavramlar deneyimden “soyutlama” yoluyla yani deneyim içeriğinin bir bölümünü ortadan kaldırmakla doğar. İmdi bu görüşün bana niye bu denli önemli göründüğünü açıklamaya çalışacağım:
Russell’ın Hume üzerine eleştirisini okuyan biri, kolaylıkla, duyusal hammaddeden türetilemeyen kavramların ve önermelerin “metafizik” özçizgileri nedeniyle düşünceden çıkarılması gerektiği türünde bir inanca varır. Bütün düşünce, ‘sadece duyusal gereçlerle olan ilişkisi sonucu gereçsel bir içerime kavuşur. Son önermeyi bütünüyle doğru, fakat onun ortaya çıkmasına yol açan kanıyı yanlış sayıyorum. Çünkü bu sav tutarlı olarak sürdürüldüğünde herhangi bir düşünceyi “metafizik” diye kesinlikle saf dışı bırakacaktır.
Düşüncenin “metafizikte ya da boş konuşmaya dönüşerek soysuzlaşmaması için, kavramsal sistemin yeter sayıda önermesi duyu deneyimleriyle sıkı sıkıya bağlı olmalı ve bu sistem duyu deneyiminin düzenleyici ve gözden geçirici işi dikkate alındıkta, olanaklı birlik ve titizliğe sahip bulunmalıdır.
Bunun ötesinde “sistem” mantık yönünden istekse! (keyfi) olarak verilmiş kurallara göre oynanan bir simgeler oyunudur. Bütün bunlar, daha çok bilinçsel ve sistematik olarak kurulmuş bilimsel düşünce için olduğu denli (ve aynı biçimde) gündelik yaşantı için de söylenebilir.
Şöyle bir anlatım kullandığımda ne demek istediğim anlaşılacaktır: Hume, açık eleştirisiyle, sadece felsefeye kuşkunun ötesinde bir ilerleme yolu açmamış, aynı zamanda (kendi kusuru aracılığıyla değilse de) felsefe için bir tehlike yaratmıştır. Çünkü, onun eleştirisi sonucu, yaşamsal bir ”metafizik korkusu” doğmuş ve bu korku çağdaş empirik felsefenin sayrılığını (hastalığını) oluşturmuştur. Duyular aracılığıyla verilenleri görmezlikten gelip bir yana bırakabilen bulutlardaki felsefenin bir yansıdır bu sayrılık.
Russell’ın Anlam ve Doğruluk Üzerine Bir Araştırma yapıtında yapmış olduğu keskin çözümleme ne denli hayranlık uyandırırsa uyandırsın orada az çok zarara yol açan metafizik korkunun hayaleti görülebilir. Sözgelimi “şey”in “nitelikler demeti” gibi’ alınmasının nedeni bu korku gibi görünüyor. Burada nitelikler, duyusal hammadde gibi kavranmakta.
İmdi, iki şeyin bir ve aynı olması olgusu, onlar bütün nitelikleri bakımından uyuşmaktaysa bu, iki şey arasındaki geometrik ilişkilerin niteliklerine geri götürür bizi. Yoksa Paris’teki Eiffel kulesiyle New York’takinin “aynı şey” olduğunu ileri sürebilecektik. Bu bakımdan ben şeyi (fiziksel anlamdaki nesneyi) bağımsız bir kavram olarak uygun uzaysal ve zamansal bir yapıyla birlikte sisteme katmakta hiçbir “metafizik” tehlike görmemekteyim.
Anlam ve Doğruluk’un son bölümü “metafizik” olmadan işlerin yürüyemeyeceğini şu yüzüne çıkartmıştır. Yukarı ki çabaları dikkate alarak, bu noktayı hoşnutlukla kaydediyorum.
Orada karşı çıktığım tek yan, satırlar arasından sızan ve zekâya bağlantılı kötü bilinç.

Albert Einstein
1943, Amerika Birleşik Devletleri.
İleri Çalışmalar Enstitüsü, Matematik Okulu, Princeton


*Batı Felsefesi Tarihi (İngilizce özgün adı: A History of Western Philosophy), İngiliz filozof, mantıkçı, matematikçi ve tarihçi Bertrand Russell’ın 1945 yılında yazdığı üç ciltlik eseridir.
Bu hacimli eserinde Russell, Sokrates öncesi düşünürlerden başlayarak 20. yüzyıl başlarına kadar gelen süreçte felsefenin tarihini geniş bir bakış açısıyla inceler. İlk yayımlandığı günden beri büyük ilgi gören bu eserin bütün dünyada, onlarca dilde halâ sayısız baskıları yapılmaktadır ve düşünürün “Matematiğin İlkeleri ve Mantığın İncelenmesi” adlı eseriyle birlikte önemli felsefe yapıtlarının en başında gelmektedir. Tam da bu nedenle bu kitabın geliri Russell’a ömrü boyunca parasal bir güvence de sağlamıştı. Bertrand Russell’ın 1950 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasını sağlayan eserinin de ağırlıklı olarak “Batı Felsefesi Tarihi” olduğu söylenmektedir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz