Ertem Eğilmez’in Türkiye Sinema Tarihi, Sansür ve Siyasi İktidar Üzerine Düşünceleri – Zahit Atam

TosunpaşaAydınlarımız genel olarak yerli filmleri beğenmiyordu, bu filmlerin halk için değil halkın geriliğini sömüren filmler olarak nitelendiriyorlardı. İnsafa çağrılan kesime daha yakın kanaatlere sahip Pekşen, kendisine çizilen tabloya biraz da inanmadığı için suçlanan eleştirmenler nezdinde niçin böyle yapıyorlar diye sordu. Eğilmez ilk önce belirli bir hedef gösterdi, suçlanan kesim büyük oranda aydınlara dönüştü. Daha sonra buna tarihsel bir açıklama getirdi. Orada biraz durmak gerekir. Çünkü yaptığı düpedüz bir sağduyu felsefesidir, felsefe ise yalnızca sağduyuyla yapıldığında felsefi niteliğini kaybeder.

<ÖNCESİ]

Olgusal olarak tarih içinde biraz gezinelim: Ülkemizde sinema eleştirisi 1950’lerde başlayıp 1960’larda yaygınlaşmış olmasına rağmen, Eğilmez’e göre bu yaklaşımın ve sorun yaratan çarpıklığın kökeni daha sinemanın doğuşundan beri vardı. İlk durumda aydınlar sinemanın bir sanat olduğunu göremedikleri için, sinema özgürce gelişti, çiçek açtı. Sonra aydınlar sinemanın sanat olduğunu gördüler ve sinemayla uğraşmaya başladılar. Asıl fenalık oradan geldi. Sinema özgürce geliştiği ve aydınların musallat olmadıkları dönemde kendi rüştünü ispatlamıştı. Ne zamanki aydınlar işe el attılar, devran döndü ve işler bozuldu tablosu çiziyor. Ve bunun için önemli bir batılı aydın/sinema sanatı paradoksunu kullanıyor. Gerçekten de tarihsel süreçler net olarak bu tarihlerle nitelenemese de çizilen tablo doğrudur: batılı aydınlar nezdinde sinemanın sanat olarak nitelenebilmesi için 1920’leri beklemek zorunda kalmıştık. Ancak olgusal gelişmeler bu denli basit değildir, üstelik aydınların sinemaya ilgisi bu kadar basit ve bozucu yönde nitelenemez. Peki, tarihsel süreç nasıl olmuştu?

Arkadaşlar, sinemayı icat eden Lumiere Kardeşlerin adını sinema tarihi içindeki bütün kitaplarda görürüz. Lumiere Kardeşlerin adlarını iletişim ve güzel sanatlar fakültelerinde sinema okuyan herkes belki de ilk dersten duyarlar. Peki, hiç sinema tarihinin önemli eserleri arasında bu kardeşlerin herhangi bir filmleri var mıdır? Ya da Lumiere Kardeşlerin sinema ya da başka bir alanda önemli makalesini okuyan bir insan var mıdır? Ya da herhangi bir kaynakta Lumiere Kardeşlerin önemli bir nutuklarını dinleyen insanlar var mıdır? Peki, geçelim bunu, Lumiere Kardeşlerin bilim tarihinde ne kadar önemli araştırmalar yaptıklarını anlatan kitaplar var mıdır? Lumiere Kardeşler sinemayı keşfettiler, ancak ne birer bilim adamı ne de aydındılar. Dahası sinemanın geleceği konusunda ise ufukları bir hayli dardı. Hatta sinemayı bir süre sonra bıkılacak, en kısa zamanda olası maksimum getiriyi sağlaması gereken bir keşif olarak gördüler.

Benzeri şeyler Melies için de geçerlidir. Melies kendi hokkabazlık sanatlarını kitlelere yayabileceği bir araç olarak gördü sinemayı.

Peki, sinema tarihini incelediğinizde 1925 öncesinde yapılmış, sanat açısından çok büyük bir eser olarak nitelenen ne kadar film vardır? Bir Milletin Doğuşu sinema dilinin oluşumu açısından önemlidir, fakat önemli bir sanat eseri olarak yorumlanabilir mi? Örneğin…

Fransa’da zamanında film d’art akımı ortaya çıktığında (1925 öncesidir) bu insanların bütün iddialarına rağmen bunları büyük anlatılar olarak analiz eden bir eser gördünüz mü?

Almanya’da yaklaşık olarak savaş öncesinde başlayan, savaştan sonra sinemada genel eğilim haline gelen Ekspresyonist akımın filmlerini bugün izlerken neler hissediyorsunuz?
İtalya’da 1910’lu yıllarda büyük stüdyolarda yapılan kostümlü tarihi filmlerin sanat bakımından meftunu olan kaç kişi var?

ABD’de ilk büyük majörlerin adım adım kurulduğu 1925’e kadar sinemaya yön veren yapımcıların içlerinde sanattan anlayan ve kendini sanata vakfetmiş kaç kişi vardır?

Ülkemizdeki tarihine baktığımızda 1925 öncesinde yapılan filmlerin sanat içerikleri hakkında neler buyurursunuz?

Peki, aşağı yukarı 1925 yılında sinemanın bir sanat olarak rüştünü ispatladığını kabul edelim, daha öncesinde sinemanın halkın büyük ilgisine mazhar olduğunu, aydınların da sinemayı sanat olarak kabul etmeye yanaşmadıklarını düşünelim, sonrasında halk konseyleri büyük toplantılar yaparak aydınların kafasına vura vura mı sinemayı sanat olarak ispatladılar? Yoksa bizzat aydınlar konu hakkında seminerler vererek, kitaplar, makaleler yazarak sinemanın niçin sanat olduğunu ve sinemanın ne kadar büyük eserler verdiğini mi tartıştılar? Sinemanın gerçek anlamda çok önemli sanat eserleri üretmesi 1925 sonrasında olmamış mıdır? Ya da bir kitle eğlencesi olarak popüler sinemanın tarihini ve yapısını, halkla nasıl etkileştiklerini aydınlar bize anlatmadılar mı? Türkiye’deki eleştirmenler büyük aydınlardan mı oluşuyorlar? Eleştirmenlerin Türk Sinemasına yönelik eleştirel tavrının nedenleri neler olabilir?

Sevgili dostlar açıkça söylemek gerekirse, Ertem Eğilmez yukarıda sık sık kısa devre yaparak konuşmaktadır. Kısaca devre yanmaktadır.

Bütün bunlara rağmen çok önemli bir uslamlama hatası yapmaktadır ki, en vahimi de budur: sanat sineması ile halk sineması/ticari sinema ayrımını aydınlar yapınca sinemanın niçin içine sıçılmış oluyor gibi çok önemli bir sorun yanıtsız kaldı. Gerçekten aydınlar halktan kopuksa, kendi bulundukları konumdan sinemayı geçersiz bir ayrım olan sanat sineması/ticari sinema (halk sineması) ayrımını yapmışlarsa, sinemada ise asılolan kitleler ise, o zaman bu ayrım yapıldığı için sinemanın içine neden sıçılmış olsun? Peki, Pekşen bunun üzerine gider mi? Sevgili dostlar Pekşen’in bu tezadın farkında olduğuna ben inanmıyorum. Pekşen’in sinemamızın sorunları hakkında bilgili olduğuna ise hiç inanmıyorum. Pekşen Türk Sinemasından şikâyetçidir, Eğilmez ise aydınlarımızın Türk Sinemasına sahip çıkmamasından. Karşılıklı olarak söyleştiler ve Pekşen bir gazeteci olarak gerçekten önemli olan, haber değeri taşıyan kısmı kendi dinleyip oraları çıkardı ve bunların yerine (…) koydu. Eğilmez ağzına geleni özgürce söyledi, rahatladı, Pekşen köşesindeki yerini doldurdu. Geriye tipik bir Türk filmi gibi hayatta karşılığı olmayan bir çözümle karşılıklı uzlaştılar ve biz sinemamızın sorunlarının tartışılmasını bir başka bahara bırakmış olduk.

Sevgili dostlar Türkiye’de sinemamızın sorunları ve elbette sanatçılarımızın sorunları hiçbir zaman gerçek düzeyde tartışılamadı. Tartışmalarda gerçekten özgürce ve dürüstçe sorunlar masaya yatırılmadı. Ancak aynı şey Türk Filmlerinde de oluyordu: memleketin ve halkımızın gerçek sorunları anlatılmıyordu, aydınlar da perdede seyrettiklerini “aynı tas aynı terane”, halkın sorunları bir başka bahara diyerek Türk Sinemasına kızıyorlardı. Sinemacılar ise pratikte yaşadıkları sorunları anlatıyorlar ve aydınlarımızın söylediklerinin pratikte karşılıkları olmadığını söylüyorlardı: kayıkçı dövüşü sürüp gidiyordu. Karşılıklı iletişimsizlik ise her daim mevcuttu. Halkımız ise sürekli hallerini bilmeyen erkten söz ediyor ve bütün bunları çözecek güçlü/karizmatik/halkın dilinden anlayan/yemeden içmeden çalışan/çalmadan çırpmadan ve adam kayırmadan yetkisini kullanacak hayali bir lider bekliyordu. Sonuç olarak ne hallerimizi bilen birisi çıkıyor, ne de halkımız sorunlarını ifade edecek yolu buluyor, daha doğrusu sorunlarının bilincine varacak bir gelişme göstermediği için herkes belirli bir kesimi hedefe koyup suçlayarak sürüklenip gidiyorduk. İletişim meselesi denilemeyecek kadar önemli bir siyasal/kültürel sorun: gerçekliği bilemeyecek denli cahilce bir yaklaşım, gerçeklerle yüzleşemeyecek denli korkak bir duruş sinemamızda da siyasal yapılarımızda da sürekli olduğu için karşılıklı sorunlarımızla hep beraber mutlu mesut ol(a)madan beraber yaşıyorduk. Bu şartlar altında sinemamız bir tür hayali suçlular bulup, hayali kesimleri cezalandırarak, hayali kahramanlar üreterek ve elbette hayali mutlu sonlar üretiyor, bizse bir nevi hallerimize salonlarda ağlayıp bu film çok iyiydi diyerek mutlu olarak salonlardan çıkıyorduk. Paradoksun ilki budur; ne oldu sonuç olarak Eğilmez’in ilk söylediğine geldik:
Herkes ne derse desin, bizim sinemanın bir tek sorunu var: Yetenekli, kültürlü, art niyetsiz ve sinemaya kendini adamış beyin yokluğu… Galiba, bu bütün Türkiye’nin de sorunu…

Şimdi yukarıda sözü edilen paradoksları tek tek sıralayalım, bunların nasıl görüldüklerini, nasıl sinemasal temsiller bulduklarını, halkımızın bunlarda neler bulduklarını inceleyelim. Tarih yapalım. En azından sorunumuzun ne olduğunu bilebilir hale geliriz, başlangıç için inanılmayacak denli önemli bir mesafe kat etmiş oluruz.

Sevgili dostlar 30 yıl geriye gidelim ve 1977 yılında kanlı 1 Mayıs’tan haftalar önce sayfanın büyük bölümünün ayrıldığı, Devlet ve Sinema ilişkisinin incelendiği söyleşi-makale formatındaki Cumhuriyet gazetesindeki bir yazıyı inceleyelim.

Ertem Eğilmez ve Sansür/Siyasi İktidar Üzerine Düşünceleri…

9 NİSAN 1977 Cumhuriyet
“DEVLET YERLİ SİNEMAYA GEREKEN OLANAĞI VERMİYOR”
Bildiğiniz gibi bu konuda birçok ülkede “Avance sur recette”, “Kredi”, “Rüsum indirimi”, “Mecburi Programasyon”, “Gümrük kolaylıkları” gibi kolaylıklar sağlanıyor. Bunlar bizim ülkemizde yok. Ayrıca Devlet TV’si sinemayı olumsuz yönde etkilerken yerli filmlere gereken olanağı vermiyor.
Yukarıdaki satırlar imzasız olarak yayınlanan giriş bölümünden alınma. “Avance sur recette” muhtemel gelirlerden elde edilecekler düşünüldüğünde önceden yapımcıya avans verilmesi anlamına gelir. O dönemde bunun yerine işletmecilerden avanslar kullanılıyordu; avanslar senetlerle bölge işletmecilerinden ediniliyor, bu senetler piyasada (özellikle banker Manukyan) kırdırılıyor, yapımcı bu parayla filmi yapıyor, bu arada yapımcı kendi ödemelerini de senetlerle yapıyor. Bu senetler de sevgili bankerimizce kırdırılıyor, büyük oranda film para alış verişi olmadan senetlerle yapılıyordu, nakdi sağlayan Manukyan, senetler ödenince en büyük geliri elde eden de Manukyan oluyordu. Çünkü senetler gerçekten büyük oranlarda kırılıyordu. Bunların tartışıldığı yıllarda bu sistem, kapanan sinemalar ve toplam seyirci hâsılasında büyük düşüşler nedeniyle, çökmek üzereydi. Sinemaya yönelik daha güvenilir ve meşru bir kaynaktan, elbette ki daha adil oranlarda kar amaçlanarak, kredi verilmesi hiçbir zaman sağlanamadı. Bankalar kredi vermeyi reddettiler, hükümetler ise bu işe el atmayı bırakın, genelde sinemacıları hor gördü, engeller çıkardı.

Genelde belirli bir bakanlıktan ya da bu işle ilgili özerk bir kurum tarafından yapımcıya kredi verilmesi talebi bütün Üçüncü Dünyada gündeme getirilmiştir ve pek çok (sorunlu ve tartışmalı) iş yapılmıştır. Bu işlerin meşrulaşması için yürütülen çabalar, Üçüncü Dünya ülkelerinde yapısal olarak çözülemezdi, çünkü merkezi hükümetlerin kültür politikaları ile sanatçıların yapmak istedikleri filmler çatışıyordu. Merkezi hükümetler genellikle sanatçıların önemli eserlerini sansür etmek istiyorlardı. Batılı toplumlarda ise süreç daha normal bir şekilde seyrediyor gibi görünse de Eğilmez’in aşağıda söyleyeceği gibi orada da baskı ve yönlendirme mekanizmaları vardı. Ama eğer Türkiye özelinde bakarsak, ülkemizde belki de bu sürecin sinema tarihindeki en kötü işleyen sistemlerden birisine sahip olduğunu görüyoruz.

Rüsum indirimi ise zaten ülkemizde uygulanan bir yöntemdi. Ancak yeterli oranlarda yapılmıyordu, daha da önemlisi ülkemizde bir dönem tartışılmasına rağmen “kaliteye prim” olarak somutlanan öneri başta yapımcılar olmak üzere film üretiminde aktif olarak çalışanların öngörüsüzlüğü ve aydın (eleştirmen) sanatçı (yönetmen ve patronlar) arasındaki çatışma nedeniyle yasalaşamadı ve dolayısıyla uygulanamadı. Bu süreç ancak 1990’lı yıllardan sonra adım adım uygulanmaya konulmuştur, ancak günümüzde dahi son derece tartışmalı uygulamaları vardır.

Mecburi Programasyon dedikleri ise sinema salonlarının yasalarla belirtilen ölçülerde toplam gösterim saatlerinin bir kısmını yerli filmlere ayırmalarını zorunlu hale getiren yasal düzenlemedir, pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde ve Avrupa ülkelerinde uygulanmaktaydı, ülkemizde hiçbir zaman uygulanmadı.

Gümrük kolaylıkları da hiçbir zaman ülkemizde uygulanmadı, hatta bilakis gümrük pek çok filmin serbest dolaşımını engellemek için bir koz olarak kullanıldı. Daha da somut olarak konuşursak, gümrük Türkiye’de yapılan önemli filmlerin yurtdışına çıkarılması için engeller koyuyordu, yurtdışından ise özellikle önemli filmlerin (başta Sinematek’in ülkemize getirmek istediği filmler) getirilmemesi için engeller çıkarıyordu. Gümrük vergileri ise başlı başına bir sorun kaynağı oluyordu.

Sinema filmlerimizin yurtdışına ihraç edilmesi meselesi var ki, ona yukarıda değinilmiyor, bu konuya Eğilmez’in fikirleri öncülüğünde aşağıda özel olarak yer vereceğiz.

TRT’nin ise Türkiye Sinemasına çok olumsuz etkilerde bulunduğu bilinen bir sosyolojik durumdur, bu konu ise hem sinemamızın gidişatı için hem de Ertem Eğilmez’in kariyeri için çok önemlidir. Çünkü esas yapısı gereği Ertem Eğilmez iki dönemde öne çıkmış bir yönetmen/yapımcıdır. Bu dönemler 1970’li yılların Türkiye’si ile 1990’ların Türkiye’sidir. 1970’li yıllarda dönemin en önemli yapımcılarından birisi olmuş, kendi kurduğu üretim modeliyle televizyonun ülkemizde bir salgın haline geldiği dönemde ayakta kalmaya başarabilmişti. 1990’lı yıllarda ise Eğilmez artık vefat etmişti, ancak başta özel televizyonların yaygınlaşması Eğilmez’in keşfedilmesine yol açtı. 1970’li yıllarda televizyona film vermemek için çabalayan Ertem Eğilmez, bu kez kendi yaptığı türde filmlerin sinemada yapılamaz hale geldiği, geçmişte ürettiği filmlerin sinema salonu ömrünü doldurduğu bir dönemde, çok daha geniş seyirciye cam ekran üzerinde ulaşabildi. Bu kez filmleri gerçek anlamda aileyle buluştu, dahası dönemin ürünleri toplumun daha sınırlı kesimlerine ulaşabilirken, başta Ertem Eğilmez’in keşfedip sinemaya taşıdığı komedyenlerimiz olmak üzere, bu dönemde Arzu Film’in ürettiği filmler 7’den 70’e, üstelik defalarca seyredilir hale geldiler. Bu iki dönemin siyasal ve sinemasal yönleri yazımızın son bölümünü oluşturmaktadır.

Böylesi bir tabloda Ertem Eğilmez sinema ve sansür konusunu belirli bir yere kadar siyasi iktidar ve sinema üzerinde yoğunlaşarak inceliyor.
ERTEM EĞİLMEZ: (9 Nisan 1977, Cumhuriyet)
Sayılan tüm bu sorunlar ülkemizde “Devlet Sinema” ilişkileri konusuna dayanıyor. Şayet toplantıya katılan diğer arkadaşlarım da aynı düşüncede iseler ben sorunu Devlet-Sinema ilişkileri açısından ele almak istiyorum.
Sansürün sinemaya baskısı olduğu bir ülkede sinemadan söz edebilmek olanağı yoktur. Ben bu sansürü salt Sansür Kurulu anlamında almıyorum. Örneğin bir Antalya Film Festivalinde film sansürü söz konusu olmuyor da devletin başka sansür olanakları, başka müdahaleleri oluyor. Yalnız gerçekçi olmak zorundayım. Gerek kapitalist toplumlarda gerekse toplumcu toplumlar ya da sol blok dediğimiz bloklarda ben devletin sinemaya kesin müdahalesini görüyorum. Sinema kapitalist toplumlarda kapitalin etkisi altında, sol toplumlarda ise belli bir ideolojinin etkisi altında kalıyor. Sol toplumlarda sansür kurumu var mı yok mu bilmiyorum. Ama bir sansür baskısı var. Tüm sinema olanakları devletin elinde olduğu için gerçek sinemacıya bu olanaklar devletin istediği biçimde kullandırılıyor. En tipik örneği dünyanın en büyük sinemalarından biri olan Rus sineması. Rus sineması devletin müdahalesi sonunda gittikçe yozlaşıyor. Ben iki yıldır sürdürdüğüm temaslarım sonucunda bir film satın almak zorunda kaldım. Bir Japon yönetmenin co-production yaptığı Dersu Uzala adlı bir filmi Türkiye’ye satmaya kalktılar. Ruslara “Türkiye’de kültür propagandasını yaparak öğüneceği hiç mi film yok” diye sordum. “Başka film de verebiliriz” dediler. 20, 30 tane de örnek gösterdiler. Bizim en kötü filmlerimizden daha kötüydü. Yani gerek kapitalist ülkelerde, gerekse sol blok ülkelerde devlet sinemaya mutlaka bir ambargo koyuyor. Ben şunu şöyle yorumluyorum: Sinema bir ticaret bir sanayi ürünü olmasından da öte bir kitle iletişim aracı. Hangi tip yönetim altında olursa olsun bütün devletler Televizyondan da önce önemli ve yaygın bir kitle haberleşme aracı olarak kabul ettikleri sinemayı ellerine geçirmeyi başlıca görevleri saymışlar. Bu yüzden sinema bir kitle haberleşme aracı olma niteliğini sürdürdüğü müddetçe devletlerin sinema üzerindeki bu ambargoyu kaldırabilmeleri çok güç. Bu sanatçıyla devlet yönetimi arasında belirli bir mücadele olarak devam edecektir.
Bizim toplumumuz kapitalist bloğun gölgesi altında giden, onların taklidini yapmakta olan bir toplum. Ülkemizde devlet ve sinema adamı ilişkileri büyük bir karmaşa içinde. Bu yüzden başa geçen iktidardaki kişilerin müsamahasına göre ya bu tarafa ya o tarafa sinema çekiştirilip duruyor. Bir ara yanılgılara düştük. Bir sinema kanunu olsa bu iş düzelirmiş gibi geldi. Ancak sinema kanunu dediğimiz de kâğıt üzerinde bir yasadır. Bu yasayı tatbik edecek olan kişilerin eğilimine tabi olduğu sürece sinema ile devlet ilişkileri hiçbir zaman en mükemmele gelmeyecektir. Bereket toplum bizim devlet adamlarımızdan, insanlarımızdan, sosyal meselelerin gelişmesinden çok daha çabuk ilerliyor. Bu nedenle kötü istikamete doğru kullanılsa da bir sinema kanunu olmadan mesele çözülemez.

Yukarıda söylenenleri tezler haline getirelim ve inceleyelim:
1. Sansür sinemayı olumsuz yönde etkiliyor. Sansür yalnızca Sansür Kuruluyla sınırlanamaz, çok farklı yöntemlerle ve kurumlarla yapılmaktadır. Bu gerçekten önemli bir tespittir.
2. Ancak sansür yalnız bizim toplumumuzla sınırlı bir olgu değil, ister sosyalist isterse kapitalist toplumlar olsun, her ülkede yasal değişikliklere karşın, kendine özgü bir sansür vardır. Bu anlamda sansür sinemayı o toplumlarda da olumsuz olarak etkilemektedir. Dahası aynı ideolojik düzen içinde sansür o anki iktidarın söylemine göre biçim değiştirerek, farklı hedeflere yönelerek devam etmektedir. Bu da önemli bir tespittir, yaşanmışlık kokan bir deneyimin öne çıkardığı bir durumdur.
3. Sinema bir ticaret, bir sanayi ürünü olmasından da öte bir kitle iletişim aracı. Hangi tip yönetim altında olursa olsun bütün devletler Televizyondan da önce önemli ve yaygın bir kitle haberleşme aracı olarak kabul ettikleri sinemayı ellerine geçirmeyi başlıca görevleri saymışlar. Bu yüzden sinema bir kitle haberleşme aracı olma niteliğini sürdürdüğü müddetçe devletlerin sinema üzerindeki bu ambargoyu kaldırabilmeleri çok güç. Bu sanatçıyla devlet yönetimi arasında belirli bir mücadele olarak devam edecektir. Sinemanın diğer sanatlara göre daha yoğun kontrol edilmesinin nedeni toplumsal etkisinde, yani gücünde aranmalıdır.
4. Hiçbir kanun mükemmel bir devlet/sinema ilişkisini tesis edemez. Çoğu durumlarda sinema kanunları, yetkeyi elinde bulunduranların uygulama alanındaki kararları ile kanundaki müspet şeyleri bile olumsuza çevirebilir. Bu sansür ya da erkin sinemayla hizaya getirme yanlısı ilişkisi konjonktürel değil daimidir. Zaman zaman siyasi iktidarın yumuşadığı görülse bile, bir dönem yapılamaz filmler daha sonra yapılabilir hale gelmiş olsa bile, siyasi erkin dayatmaları olması kaçınılmazdır. Sisteme ve ülkeye göre bunları dayatma yöntemleri değişiklikler gösterecektir.
5. Bereket versin ki, halk ya da toplum yasalardan ve iktidarı elinde bulunduranlardan daha hızlı ilerliyor, bizzat bu durum yasaların uygulamasında doğan sorunların çözümünde de, yasaların yeniden yapılmalarında da iyi bir sonuç veriyor.
[Burası tartışmalı bir durum, çünkü topluma kendi içinde ilerici bir paye vermek doğru değildir, örneğin 1960’ların Türkiye’si özgürlükleri talep ediyordu, günümüzde ise gayet baskıcı, muhafazakâr ve hatta tehditkâr bir sivil toplum yapılanması vardır. Daha da önemlisi bu baskıcı sivil toplumu inşa eden de bizzat 12 Eylül askeri cuntasıdır.]

6. Bu nedenle devlet/sinema ilişkilerinin yasalarla düzenlenmesi, istenilen yasalar olmasalar dahi daha iyi sonuçların elde edilmesine, mücadelenin daha güçlü ve daha meşru olarak verilmesine neden olur. Yasaların yapılması gerekir. (O zaman sinemaya yönelik yasalarla belirlenmiş bir sistemimiz yoktu).

Sevgili dostlar şimdi düşünelim, bu tezlerin gelişim eğrisine bakalım: bir sarkaç gibi bir o yanda bir bu yanda dolaşıp duruyor. Sarkacın bir tarafında idealler ya da bir sanatçı olarak istedikleri, öbür yanında gerçeklik ve gerçekliğin getirdiği sınırlılıklar var. İlk önce sansür sinemayı çok olumsuz etkiliyor diyor, ardından sansürün yalnızca sansür kurulu ile sınırlı olmadığını ekliyor, bu doğru bir başlangıç. Çünkü sansürün olduğu yerde sansür kurumunun dışında toplumsal kurumlar ve hatta sivil toplum örgütleri de sansürü bir biçimde meşrulaştırıyorlar, ancak ülkemizde özellikle 1960–80 arasında iki kesim sistematik olarak sansür kurumu dışında sansürü uyguluyorlardı: birincisi valilikler, ikincisi ise faşist ve İslami kesimler, bu kesimler sansürü açıkça destekleyen beyanatlar vermişlerdir.
Aslında Türkiye Sinema Tarihi incelendiğinde sansürün özellikle Demokrat Parti döneminden başlayarak sistematik olarak sinemada anlatılabilecek olanların çerçevesini kalınca belirlemeyi hedeflediği anlaşılabilir. Özellikle Yön dergisinin çıkması, büyük bir toplumsal güç haline gelmesi, ikinci kurtuluş savaşı söylemiyle anti-emperyalist ve ulusal kalkınmacı tavrını net olarak belirtmesinin ardından, ülkemizde sağın her varyantının toplumsallaşan her dinamiğinin bütün gayri-meşru yollar da içinde olmak üzere bastırma çabası ortaya çıkmıştır. Denilebilir ki, 1960’lar Türkiye’nin bütün tarihi içinde en özgür olduğu dönemdi, insanlar kendi kaderleri ve gelecekleri üzerinde söz söylemek için can atıyorlardı. Fakat bu dönem aynı zamanda Türkiye’nin bizzat resmi kurumları da içinde olmak üzere, MHP’li kanadı ve İslamcılar merkezinde ülkemizin düşün ve yaşam alanını “kanunsuz Texas kasabalarına” dönüştürme çabalarına da tanıklık etti. Tiyatro yakmalardan, şehir içi vapur yakmaya, sempozyum düzenleyen öğretmenlerin bulunduğu salonu yakmaya, üniversitelerde yapılan forumları basmaya, hatta nihayetinde Meclis içinde düpedüz TİP’li milletvekillerini linç etmeye kadar her türlü saldırganlık yapıldı. Düşünsel yaşam inanılmaz bir şekilde gelişirken özellikle edebiyat, tiyatro, müzik alanlarında büyük bir canlanma yaşandı, ancak bu gelişmenin sinemaya sıçraması son derece bilinçli olarak engellenmiştir. Bu sürecin kurbanlarından birisi Bitmeyen Yol’dur.
Sansür üzerine iki farklı bakışla durumu özetleyerek bitirelim:
“… Ahlakımızı ve geleneklerimizi sarsıcı filmler pek fazla. Allah korkusu ve ahlak duygusu olmayan insanlar her meslekte bulunur. (…) Bazı, sola kürek çeken film yapımcıları ile basın mensupları, aklıselimden uzaklaşmaktadır. Her şeyden önce Müslüman-Türk sentezinin iyi bilinmesi ve daima esas olarak kabul edilmesi lazımdır. Ben bu hususta kendime düşen görevi yapıyor, ahlak bozucu ve satılmışların filmlerinde oynamaktan sakınıyorum. Sansür heyetinde de dinini, Allah’ını bilen, memleket ve vatan sevgisini her şeyin üstünde tutan kişilerin bulunması, yerli sinemayı aileye hitap edemez halinden kurtaracaktır.”
“Ehl-i küfrün, imansızlar güruhunun, bu necip milletin ahlakını bütün mukaddes mefhumlarını yıkmak, kökünden, benliğinden kopmuş, imansız ve ahlaksız bir nesil meydana getirmek için, sinemayı kuvvetli silahlardan biri olarak kullandığı şu dehşetli zamanda, bazı mahzurlarına rağmen, ehl-i imanın da halk üzerinde bu en müessir vasıtayı bir tedbir ve tamir vasıtası olarak kullanması, kaçınılmaz bir zaruret halini almıştır. Tahribat o derece büyük, o derece şiddetli ve öylesine müthiş hasarlar meydana getirmiştir ki, bu azim tahribat karşısında bazı maddi ve manevi riski göze alarak, düşmanın sinema yoluyla ahlaksızlık ve imansızlık telkinatına “Dur!” diyecek mahiyetteki teşebbüsler, ehl-i imana bir nevi vacip olmuştur.”
Metin Erksan yukarıdaki birinci bakışa karşı, sansüre karşı bütün ömrü boyunca kin duydu. Film yapmayı bıraktıktan sonra ise sinemamız üzerine konuşurken, sansürün boyutlarını ve etkilerini şu şekilde belirtiyordu:
“… Türk sinema sanatı ve tarihini bilimsel olarak saptamak isteyen her kişi, Türkiye’deki sanatlar içinde yalnız sinema sanatına özel, yasal bir konumu sürekli olarak bilmek ve anımsamakla bağımlıdır… Türkiye’de yalnız sinema sanatı, politik yetkenin yürütme gücü tarafından, sanat yapıtı oluşmadan önce iki aşamada, oluştuktan sonra sürekli olarak ve bu kez de yargı gücü tarafından ve gene sürekli olarak denetlenir.
(…)
İşte politik yetkenin Türkiye’de yalnız sinema sanatına uyguladığı bu denetleme dizgesi bilinmeden ve göz önüne alınmadan Türk sinema sanatı ve tarihi hakkında hiçbir bir bilimsel araştırma yapılamaz ve hiçbir bilimsel yargıya varılamaz.”

Bu anlamda kamunun tepkisi, kısaca ne derler nasıl yorumlarlar düşüncesi ve varolan kurumların etkisiyle bir oto-sansür süreci başlıyor. Hem yönetmenlik hem de yapımcılık yapan birisi olarak Eğilmez pratikte bunu inkâr edilemez bir şekilde görüyor zaten. Örneğin sinemamızda mesleği sansür senaryosu yazmak olan Mustafa Bey diye birisi çalışırdı. 60–80 sayfalık senaryoları ona gönderirdiniz, içindeki “edepsiz yerleri” ayıklar senaryoyu 30–40 sayfaya indirirdi. Ama Yeşilçam’da hiç kimse bu senaryoları filme çekmeyi düşünmezdi bile, hatta bunların iş yapması da mümkün gözükmüyordu. Argoyu ayıklama değil ama gerçek anlamda bir “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme durumu” vardır bu ilişkide. Ancak eğer sansür bir filmi gerçek manada sansür etmek istiyorsa, o zaman bunları yemezdi, bir şekilde sansürü yapardı. Sansürün makası kendi hassasiyetleri söz konusu olduğunda asla mazeret sıkıntısı çekmezdi.

Ardından bir yandan sansürü normalleştirecek (çünkü dünyanın her yerinde vardır) bir hava, öte yandan bıkmış bir sanatçı konuşuyormuş havası çıkıyor. Sansürün dünyadaki farklı rejimlerde dahi etkisinden ve gücünden bir şey kaybetmeden, ama aynı zamanda olumsuz etkisinin kaçınılamaz bir şekilde sinemaya da yansıyarak varolduğunu söylüyor. Sevgili dostlar bu sansürü meşrulaştırmaz, sansüre karşı dünya çapında mücadele verilmesi gerektiğini gösterir, birincisi. İkincisi dünyanın farklı yerlerinde sansür olması, sansürün sinemaya yansımalarının aynı olduğu anlamına gelmez. Sonra sansürün gerekçesini söylüyor: bunun nedeni sinemanın etkisinde ve toplum içinde üstlendiği işlevlerde diyor. Yasalarla bu işlerin düzenlenmesinin ilk önceleri çözüm olarak düşünüldüğünü, ancak yasalar çıksa bile erkin uygulama sürecindeki pratikleriyle bunun “ideal”den uzak kalacağını söylüyor. Bir kez daha yasalarla belirli şeylerin düzeleceğini umuyor, öte yandan gerçeklik sınırları çiziyor. Sevgili dostlar sinemanın en azından geçmişte çok güçlü bir iletişim dalı olduğu, izleyici üzerinde gerçekten çok etkileyici olduğu rahatlıkla kabul edilebilir. Ancak sinemanın bu gücü sansürü meşrulaştırmaz. Çünkü iktidar dediğimiz yapıların esasen toplumu biçimlendiren değil toplumsal yapıların taleplerini gerçekleştiren kurumlar olması gerekir. Dolayısıyla sansürün olması iktidara hakikati söyletme çabasını tetiklemelidir, yoksa her yerde vardır demek başa gelen çekilir demek değildir. Çelişki daimidir ve sistemle/yasalarla bitirilemez, süreç erk olduğu müddetçe sanatçı/devlet arasında bir çekişme olarak devam edecektir, diyor. Bu doğrudur, ama sanatın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü en azından iki yüzyıldır dünyanın gündemindedir. Bu anlamda sansürün olması yalnızca resmi kurumlar nedeniyle değildir, hakikaten yaşamımıza baktığımızda “manevi olarak özgür olmak” ideali hangimizin yaşamında bir mutlak hakikattir ki? Yaşamımız dengelere oynayarak geçmiyor mu? Büyük oranda sessiz isyanlarımızla kurduğumuz dengeler ve uzlaşımlarla kişiliğimiz, duygularımız, inançlarımız yıpranmıyor mu? Bu anlamda sanat gerçekten iktidara bir isyan biçimidir de, bizzat iktidarın olması sansürün varlık nedenidir. Bu anlamda sanat iktidara karşı verilen bir mücadele alanıdır, bir özgürleşme çabasıdır, bir kendini bulma aranışıdır. Peki, neden böylesi dolayımlamalardan geçerek Ertem Eğilmez sansür tablosu çiziyor? Sonuçta neredeyse eylemsizliği meşrulaştıracak bir tablo çıkartıyor: bence bizim toplumumuzun kalıtsal bir özelliği nedeniyle. Türkiye’de insanlarımızın kafasında bir mutlak ve meşru güç olarak devlet erki, yetkili şahıslar düşüncesi vardır. Nizam düşüncesi, otorite, merkeziyetçilik, güçten çekinme ve gücü veri alarak kendini hizaya sokma bir toplumsal edimdir Türkiye’de. Devlet halkın yalnızca bir yönetsel aygıtı değil, bizzat halkın varlık nedeni olarak kendisini topluma yansıtmıştır. Açık söylemek gerekirse, Osmanlı İmparatorluğu’nu da içine aldığımızda yuvarlak söylersek son beş yüzyıldır Anadolu topraklarında asıl şiddet merkezi iktidar aygıtı tarafından topluma yayılmaktadır, sivil toplumdan gelen meşru talepleri ve örgütlenmeleri yıkmak üzere, büyük çoğunluk bu denklem üzerine yerleştirilebilir. Bu anlamda sansür bizim kendimizden feragat ettiğimiz, kimliğimizi yıpratan iktidarın sesidir. Benliğimize nüfuz etmiştir, eyleme geçmeden, söze dökmeden önce onunla uzlaşırız bu topraklarda: uzlaşmayanları ise bizzat devletin illegal şiddeti bekler. Ancak sivil toplumun eylemlilikleri ve üretimleri hiçbir zaman merkezi iktidar aygıtının çizdiği sınırlara uymaz, çoğunlukla da merkezi aygıtın yasaları ve yürütmesi akıldışı kurallar koyar. Daha da önemlisi siyasi iktidar bu toplumda bütün vatandaşlar ve kurumlar için geçerli tek bir hukuk sistemini hiçbir zaman uygulayamadı. Türkiye’de adamına göre muamele, yasal süreçlerde ve yasak/ceza ilişkisinde de karşımıza çıkmaktadır. Buna bulduğumuz tipik Doğulu Toplum tepkisi ise şudur: 1) işi kitabına uydurmak, 2) şirin gözükmek için kendimizden vazgeçmek, 3) iktidarın görse bile tepemize binmeyeceği ölçüde muhalefet etmek, yani karşılıklı hoşgörü süreci (ki şirinliğin boyutlarına göre insanlar müsamaha kazanırlar), 4) iktidarın kontrol etme biçimlerini ve somut alanlarını bilip bunların dışında kendi işini görmek…
Dolayısıyla bütün bunlardan yola çıkarak bizzat şu satırlar yukarıdaki satırlardan yalnızca dört yıl önce söylenmiştir (aslında Yeşilçam’ın amentüsüdür bu tavır):
Yedinci Sanat sayı 12 Şubat 1974, Ayın Konuşması, Ertem Eğilmez’le (Sadık Şendil de var) Konuşma, Nezih Coş ve Engin Ayça, s. 33
Yedinci Sanat: Sansürle olan serüvenleriniz var mı?
Ertem Eğilmez: Hiç yok. Çok iyi aramız sansürle. Aman dünyada bundan güzel sansür olmaz, yerinde dursun, ne istersek çıkarıyoruz. Yani dünyanın en müstehcen filmi, en sol filmi, her şey yapılabilir Türkiye’de. Çünkü çektiklerinizi sansüre yollamıyorsunuz, sonra koyuyorsunuz. Bunun takibi çok nadir oluyor.
Aynı söyleşiden şu tavra bakalım, birlikte iki soru ve yanıtı değerlendirelim:
Yedinci Sanat: Türkiye’de kısa film çalışmaları üstüne ne düşünüyorsunuz?
Ertem Eğilmez: Vallahi mutlaka amatörce yapılacaktır. Yahut da sinema kanunları falan, inşallah 2000 yılına doğru çıkarsa, o zaman zorlama olacak, her profesyonel filmcinin sinemada bir kısa metrajlı dokümanter film oynatmak zorunluluğu gelecek. O zaman iki yol çıkacak. Ya kendimiz yapacağız, ya güvenilir, başarılı sinemacılara yaptıracağız. Bu olmadıkça kısa film çalışmaları olmayacak Türkiye’de. Mutlaka sinema kanunu.

9 Nisan 1977 Cumhuriyet
Ülkemizde devlet ve sinema adamı ilişkileri büyük bir karmaşa içinde. Bu yüzden başa geçen iktidardaki kişilerin müsamahasına göre ya bu tarafa ya o tarafa sinema çekiştirilip duruyor. Bir ara yanılgılara düştük. Bir sinema kanunu olsa bu iş düzelirmiş gibi geldi. Ancak sinema kanunu dediğimiz de kâğıt üzerinde bir yasadır. Bu yasayı tatbik edecek olan kişilerin eğilimine tabi olduğu sürece sinema ile devlet ilişkileri hiçbir zaman en mükemmele gelmeyecektir.

Şimdi bu çözümlemeyi bilimsel açıdan ele alalım.
Türkiye gerçek anlamda bir yorgun aydın cennetidir. İnsanlar yıllarca içinde bulundukları koşullarda ne kadar akıldışı uygulamalara maruz kalırlarsa kalsınlar bunları her yerde var diye bir meşrulaştırma süzgecinden geçirerek “olağanmış” diye insanlara sunuyorlar. Bunun sayısız örnekleri vardır: İllallah dedirterek istediğini yaptırmak çok etkili bir yöntemdir. Genellikle kadınların dır dır ederek kocalarına istediklerini yaptırdığı söylenir, bilimsel olarak da bunun etkisi kanıtlanmıştır. Bizimkisi de Devlet Ana olduğu için, metamorfoz geçirmiştir ve bacaklarının arasında Demokles’in Kılıcı gibi fallusu da sallanır. Çoğunlukla akıldışı yasalarını vatandaşların her birisine eşit bir şekilde uygulamaz; seçer, ayırır, müsamaha gösterir, ama insanlarımızın önemli bir bölümü yasalardan ve uygulayıcılardan illallah dedikleri için onlara bulaşmadan işlerini yapmayı, yaptıklarını örtülü yapmayı severler. Örtülü Ödenek’in bile meşru olduğu, bir başbakan olarak Tansu Çiller’in garip uygulamaları gün ışığına çıktığında bile kendisini “açıklamak yasalara aykırı” diye savunup durumu örtbas etmeye çalıştığı bir ülke olarak Türkiye büyük oranda yasasız bir şekilde yönetiliyor gibidir.

Ertem Eğilmez kısaca şunları diyor:
Sansür Türkiye’de sinemayı engelliyor. Sansür, sansür kurulu ile sınırlı değil. Ama dünyanın her yerinde var. Bununla sistematik olarak mücadele etmek yerine, biz pratikte sansür mağduru olmamanın yollarını bulduk. Bunun ötesinde sansür mağduru olanlar var; bana dokunmayan yılan bin yaşasın. Kısa filmler ve belgesel gösterimi için yasalar var. Ama uygulanmıyor. Bu yeni bir yasayla düzenlenirse, o zaman biz de ya çekeceğiz ya da çektireceğiz, ama nasıl olsa yasa da çıkmaz zaten. Aslında olması gerekir, ama bu dünyanın derdini ben mi çekeceğim.

Sansürle baş etmenin yolunu benden önce Yeşilçam bulmuş; niçin aramış peki? Çünkü sansür kurulu akıl almaz kararlar almış, insanlar da çıkar yol olarak sansür kuruluna ayrı bir senaryo göndermeyi akıl etmişler: mesleği bu olan Mustafa Bey diye bir serbest çalışanı da varmış. Senaryoyu sansüre göre yazıyoruz, film ortaya çıktıktan sonra sansüre göre belirli sahneleri çıkarıp kopyayı ona göre gönderiyoruz. Filmin sansüre giren kopyasıyla sinemalarda gösterilen kopyaları ayrı. Sansür kurulu da bunu denetlemeye gerek görmüyor. İdare ediyoruz işte. İşini bilecen. Ama abartınca mızrak çuvala sığmıyor: dünyanın en sol filmi Türkiye’de sansürden hiçbir şekliyle geçmezdi: bilindiği gibi Ertem Eğilmez’in ifadesiyle; sansür, Sansür Kurulundan ibaret değildi, böyle şeylere hassas gözler memleketimizin her yerinde bulunur. Pornoya gelince o her zaman bir fenomendir. Ona bir şey demiyoruz. Ama garip bir pragmatizm var Türkiye’de. İlkesellik, meşru olanın yasallaşması, gerçekten bir şey yapmak isteyenleri diğerlerinin savunması, iktidarla mücadele etmek… Bunlar bu diyara uğramamış gibi.
Şimdi yorgun aydının ne demek olduğuna gireceğiz. Ama ondan önce Aydın Bozuntuları yorumlarına değinelim, ifade yaygındır zaten, biz Ertem Beyin nasıl kullandığı ile ilgileneceğiz.

<Öncesi | Sonrası >

Zahit Atam
Sinema Tarihçisi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz