Egemenliğin Paradoksu: “Hukuk Düzeninin” Hukuksuzluğu – Giorgio Agamben

Giorgio AgambenBu paradoksu şu şekilde de dile getirebiliriz: “Hukuk kendisinin dışındadır” ya da “Hukukun dışındaki egemen olarak ben, hiçbir şeyin hukukun dışında olmadığını ilan ediyorum”. Bu paradoksun içerdiği topolojinin üzerinde düşünmek gerekiyor; çünkü hukuk düzeninin sınırlarını (hem hedef hem de ilke anlamında) ne dereceye kadar egemenliğin belirlediği sorusunun yanıtı, bu paradoksun yapısının anlaşılmasında yatıyor. Schmitt bu yapıyı istisna yapısı olarak sunuyor: İstisna, bir sınıfa dahil edilemeyen şeydir.

İstisna genel kodlamayı kabul etmez; fakat aynı zamanda özellikle hukukun resmi bir unsurunu, yani kararın mutlaklığını ortaya koyar. İstisna, hukuk kurallarının geçerli olabileceği bir durumun yaratılması söz konusu olduğunda mutlak haliyle ortaya çıkar. Her genel kural, kendisinin gerçekten uygulanabileceği ve kendi düzenlemelerine uyacak bir gündelik hayat çerçevesi talep eder. Kurallar homojen bir ortam gerektirir. Gündelik hayattaki bu gerçek düzenlilik, hukuk bilimcilerin göz ardı edebilecekleri niteliksiz bir “dışsal önvarsayım” değildir. Bu kuralın içkin geçerliliğine ait bir niteliktir. Kaosa uygulanabilecek hiçbir kural yoktur. Hukuk düzeninin anlamlı olabilmesi için düzenin tesis edilmesi gerekir. Düzenli bir durum yaratılmalıdır; işte egemen, böyle bir durumun gerçekte etkin olup olmadığına tek başına karar veren kişidir. Bütün yasalar “durumsal yasa”lardır.
Egemen, söz konusu durumu bir bütün olarak ve her şeyiyle yaratan ve garanti eden kişidir. Nihai karar üzerinde tekel sahibidir. Nitekim, aslında hukuksal olarak tam karşılığı, yaptırım ve kural koyma tekeli değil de. “tekel” sözcüğünün genel anlamda alındığı ve duruma göre geliştirileceği bir olgu olarak hüküm/karar verme tekeli olması gereken devlet egemenliğinin özü de burada yatıyor. Devlet otoritesinin özünü en açık biçimde ifşa eden şey hüküm (verme)dir. Burada hüküm verme, hukuksal düzenlemeden ayırt edilmeli ve (paradoksal bir ifadeyle) otorite, yasa koymak için yasalara ihtiyaç duymadığını ispat etmelidir…
İstisna, nizami durumdan daha ilginçtir. İkincisi hiçbir şeyi kanıtlamaz; halbuki istisna her şeyin kanıtıdır. İstisna sadece kuralı teyit etmiyor; tam olarak, kural istisnanın yüzü suyu hürmetine var oluyor. On dokuzuncu yüzyılda bile teolojik düşüncenin içerdiği hayati yoğunluğu gösteren bir Protestan ilahiyatçısı şöyle diyordu: “İstisna, genel (durum)u ve kendi kendisini açıklıyor. Eğer kişi gerçekten geneli araştırmak istiyorsa öncelikle gerçek bir istisnayı aramalıdır. İstisna, her şeyi genelin kendisinden çok daha iyi açıklıyor. Kişi, bir süre sonra, genel hakkında yürütülen bitmez tükenmez tartışmalardan tiksiniyor; halbuki istisnalar var. Eğer istisnalar açıklanamazsa o zaman genel de açıklanamaz. Çoğunlukla buradaki zorluğun farkına varılmıyor; çünkü genel üzerinde tutkuyla değil, rahat bir bolluk içinde düşünülüyor. Halbuki istisna, geneli yoğun bir tutkuyla düşünüyor.”

Schmitt, istisnayı tanımlarken bir ilahiyatçının çalışmasına gönderme yapması tesadüf değildir. Hiç kuşkusuz daha önce GiambattistaVico da,“gerçeklerin nihai koufıgürasyonu” dediği istisnanın, pozitif hukuk üzerindeki üstünlüğünü çok farklı olmayan bir biçimde ifade etmişti:“Dolayısıyla, saygın bir hukuk bilimci, iyi bir hafiza yardımıyla pozitif hukuka [ya da yasaların genel kompleksine] hakim olan birisi değil, keskin muhakemesiyle, vakaları nasıl ele alacağını ve eşit muamele gerektiren durumların nihai koşullarını ve genel kuralın dışındaki istisnaları görmeyi bilen birisidir”. Ne var ki, hukuk bilimleri alanında, istisnayı böyle yüksek bir pozisyona oturtan bir teori bulamazsınız. Çünkü egemen istisnada önemli olan şey, Schmitt’e göre, hukuksal yönetimin olabilirliğinin koşulları ve bir de Devlet otoritesinin anlamıdır. Egemen, istisnai durumundan dolayı, hukukun kendi geçerliliği için ihtiyaç duyduğu “durumu yaratıyor ve garanti ediyor”. Fakat, acaba, bu “durum” nasıl bir durumdur ve kuralın askıya alınmasından başka hiçbir şeye dayanmayan böyle bir “durum”un yapısı nasıl bir yapıdır?

X Vico’nun ortaya attığı, pozitif hukuk ile istisna arasındaki karşıtlık, istisnanın özel statüsünü çok iyi ifade ediyor. İstisna, hukuk içinde, pozitif hukuku askıya almak suretiyle pozitif hukuku aşan bir unsurdur. Pozitif ilahiyat için negatif ilahiyat ne ise, pozitif hukuk için de istisna odur. Pozitif ilahiyat Tanrı’nın mutlak niteliklerini tasdik ve ifade ederken, negatif (ya da mistik) ilahiyat, “ne … ne de …” türü ifadeleriyle, Tanrı’ya atfedilen bütün sıfatları olumsuzluyor ve askıya alıyor. Bununla birlikte, negatif ilahiyat, ilahiyatın dışında değildir ve gerçekten de ilahiyat diye bir şeyin olanaklılığını sağlayan temel ilke olma işlevi gördüğü söylenebilir. Tanrısallık yalnızca negatif biçimde, mümkün olan bütün yüklemlerin dışında var olan şey olarak varsayıldığı için bir yüklemin öznesi olabilir. Benzer şekilde, pozitif hukukun, normal durumu kendi geçerlilik alanı olarak tanımlayabilmesi için, öncelikle kendi geçerliliğinin istisna durumu olarak askıya alınması gerekiyor.

İstisna exception bir tür dışlamadır. Genel kuraldan dışlanan şey, münferit/tekil bir durumdur. Fakat istisnanın en kendine has niteliği şudur: İstisna olarak dışlanan şey, dışlandığından dolayı kuralla hiçbir ilişkisi kalmayan bir şey değildir. Tam tersine, istisna olarak dışlanan şey, kuralla olan ilişkisini, kuralın askıya alınması biçiminde devam ettiriyor. Kuralın istisna üzerindeki geçerliliği, artık onun üzerinde uygulanmayla ve ondan çekilme suretiyle devam ediyor. Dolayısıyla, istisnai durum, düzenin öncülü olan kaos değil, düzenin askıya alınmasından doğan bir durumdur. Bu anlamda istisna, gerçekten de, etimolojik kökeninin de gösterdiği gibi, tamamen dışarıya terk edilen bir şey değil, dışarıda tutulan (excapere) bir şeydir.

Genellikle, hukuksal siyasal düzenin yapısının, dışarıya itilen şeylerin aynı zamanda içeride tutulduğu bir yapı olduğu gözlemlenir. Nitekim, Gilles Deleuze ve Felix Guattari “Egemenlik, sadece içine alabildiği şeylere hükmeder” diyebiliyor; Maurice Blanchot ise, Foucault’nun Delilik ve Uygarlıkta betimlediği “büyük kapatılma”ya ilişkin olarak, toplumun “dışarıyı kapatma”, yani dışarıyı “beklentinin ya da istisnanın içselliğinde kurma çabasından söz ediyordu. Sistem, bir aşırılıkla karşı karşıya kaldığı zaman, kendisini aşan bu şeyi yasaklamak suretiyle içine alır ve bu şekilde de “kendisini kendisinin dışına taşırır”. Ancak, egemenliğin yapısını tanımlayan istisna çok daha karmaşık bir şeydir. Burada, dışarıda kalan şeyler, yasaklanma ya da kapatılma/hapsedilme yoluyla değil; hukuk düzeninin geçerliliğinin askıya alınması suretiyle —yani, hukuk düzeninin istisnadan çekilmesine ve bundan vazgeçmesine imkan verilmesi suretiyle içeriye alınıyor. İstisna kendisini kuraldan dışarı çıkarıyor; bunun yerine, kural, kendi kendisini askıya alarak, istisnaya yol açıyor ve kendisini istisna olarak sürdürmek suretiyle de öncelikle kendisini kural olarak tesis ediyor. Hukukun kendine özel “güç”ü, kendisini dışsallıkla ilişkisi içinde sürdürebilme kapasitesine dayanıyor. Dolayısıyla da bir şeyin sadece dışlanma yoluyla içlendiği uç ilişki biçimine istisna ilişkisi diyeceğiz.

İstisnayla yaratılan durumun kendine özgü bir karakteri vardır: Bu durum, bir olgu durumu olarak ya da bir hukuk durumu olarak tanımlanamaz; bu durum, bu ikisi arasındaki paradoksal bir belirlenemezlik eşiği oluşturur. Bu bir olgu değildir; çünkü sadece kuralın askıya alınması yoluyla yaratılıyor. Aynı nedenden dolayı, hukukun gücünü mümkün kılsa bile, tam olarak hukuksa] bir durum da değildir. İşte, egemenin kararının “yasa koymak için yasaya ihtiyacı olmadığını kanıtladığını” söylerken Schmitt’in açığa çıkardığı paradoksun nihai anlamı budur. Egemen istisnada önemli olan şey, hukuksal siyasal düzenin geçerli olabileceği alanların yaratılması ve tanımlanması yoluyla, aşırılığın denetimi ya da etkisiz kılınması olarak ifade edilebilecek bir şey değildir. Bu anlamda egemen istisna, kendisini içeri ile dışarıyı ayırmakla sınırlandırmayan, bunun yerine, bu ikisi arasındaki eşiği (istisna durumunu) belirleyen temel yerleştirmedir. İçeri ile dışarı ve normal durum ile kaos, bu eşik temelinde, hukuksal düzenin geçerliliğini mümkün kılan karmaşık topolojik ilişkilere girer.

Dolayısıyla, Schmitt’e göre egemen »omos’un bileşenlerinden biri olan “yer düzenlemesi”, “ülkenin/toprağın ele geçirilmesi yani, hukuksal ve teritoryal bir düzenlemenin belirlenmesi değil;

Kutsal insan her şeyden önce “dışarının ele geçirilmesi”, yani bir istisnadır. “Kaosa uygulanabilecek hiçbir kural olmadığı” için, öncelikle, dışarı ile içeri, kaos ile normal durum arasında bir belirsizlik mıntıkasının istisna durumunun yaratılması süreriyle, kaosun hukuk düzenine dahil edilmesi gerekiyor. Bir kuralın, bir şeye gönderme yapabilmesi için, dışsal bir ilişki (ilişkisizlik) içinde bulunulan bu şeyle hem önceden bir ilişkinin olduğunu varsayması hem de böyle bir ilişkiyi tesis etmesi gerekiyor. Nitekim, istisna ilişkisi, hukuksal ilişkinin başlangıçtaki formel yapısını ifade ediyor. Bu anlamda, egemen kişinin istisna konusundaki hükmü, hukuksal siyasal yapının başlangıcıdır ve hukuk düzeni içinde olan ve bu düzenden dışlanan her şey, anlamım başlangıçtaki bu yapıdan alır. Dolayısıyla da istisnai durum, bu ilk haliyle, bütün hukuksal yerleştirmelerin izlediği ilkedir; çünkü belli bir hukuk düzeninin ve belli bir mekan diliminin belirlenmesinin mümkün olduğu alanı yaratan tek şey, istisnai durumdur. Aslında, dolayısıyla, istisna durumunun kendisi (zaman zaman kesin mekan zaman sınırlarıyla çerçevelenebilse de) özde yerleştirilemeyen [yeri belirlenemeyen] bir şeydir.

O halde.“yeryüzünün nomosunun bileşenlerinden biri olan yerleştirme ile düzenleme arasındaki bağ(lantı). Schmitt’in öne sürdüğünden çok daha karmaşıktır ve bunun merkezinde temel bir muğlaklık, yerleştirilemeyen bir belirsizlik ya da istisna alanı vardır. Bu muğlaklık ve bu mıntıka, son tahlilde, kendi yerinin sonsuza dek belirlenememesi ilkesi olarak daima kendi aleyhine işleyen bir şeydir. Bu kitapta yürütülen araştırmanın tezlerinden biri şudur: içinde yaşadığımız çağda, istisna durumu her geçen gün biraz daha temel siyasal yapı haline geliyor ve nihai anlamda da kural olmaya başlıyor. Çağımızda yürütülen, yerleştirilemeyenlerin daimi ve göz önünde bir yere yerleştirilmeleri çabasının sonucu olarak toplama kampları ortaya çıktı. Nomos’tın bu orijinal yapısına tekabül eden mekan —cezaevleri değil kamplardır. Bunun göstergesi, başka şeylerle birlikte, şu gerçektir: Cezaevi yasaları sadece ceza hukukunun belli bir bölümünü oluştururken ve normal düzenin dışında bir şey değilken, kampları yöneten yasalar (ileride göreceğimiz gibi) sıkıyönetim yasaları ve kuşatma altındaki bir toprağın yasalarıdır. Bundan dolayı da, kanıp analizlerini. Delilik ve Uygarlık’tan Disiplin ve Ceza’ya dek Foucault’un çalışmalarının açtığı çığıra oturtmak imkansızdır. Kamplar, mutlak istisna mekanları olarak, olağan bir kapatılma mekanından topolojik anlamda farklıdır. İşte “yeryüzünün” eski “nomos’unun” krizini belirleyen şey de, yerleştirme ile düzenleme arasındaki bağın tamamen koptuğu bu istisna mekanıdır.

Bir hukuk kuralının geçerliliği ile bunun, örneğin, bir duruşmadaki ya da yürütmenin bir icraatındaki bireysel bir duruma uygulanması aynı şey değildir. Tam tersine, kural, Cam da genel olmasından dolayı, bireysel durumdan bağımsız olarak geçerli olmalıdır. Burada, hukuk alanının dil alanıyla olan özde yakınlığı ortaya çıkıyor. Tıpkı bir konuşmada geçen bir sözcüğün, gerçekliğin bir dilimine işaret etme kapasitesine sahip olabilmesi için, aynı zamanda işaret etmemesiyle (yani parole [söz| değil de langue [dil] olarak, söylemdeki somut kullanımdan bağımsız biçimde kendi çıplak sözcüksel tutarlılığı olan bir terim olarak) anlamlı olması gerektiği gibi, bir kuralın tekil bir duruma gönderme yapabilmesi için, bu kuralın, egemen istisna olarak, gündelik hayattaki gerçek durumlara yapılabilecek bütün göndermeleri askıya alma anlamındaki mutlak potansiyeliyle de yürürlükte olması gerekiyor. Yine tıpkı dilin, lingüistik olmayan, daha sonra somut konuşma içinde işaret edebileceği şekilde, (bir langue ya da daha doğrusu, bir gramer oyunu biçiminde, yani gerçekteki halinin sonsuz bir askıya alınma biçimiyle var olduğu bir söylem biçiminde) sanal bir ilişki tesis etmesi gereken bir şey olarak önceden varsayması gibi, hukuk da hukuksal olmayanı (örneğin doğal durum biçimindeki şiddeti), istisna durumu içinde potansiyel bir ilişki yürüttüğü bir şey olarak önceden varsayıyor. Doğa ile hukuk arasındaki belirsizlik mıntıkası olarak egemen istisna, hukuksal referansın askıya alınmış haliyle kabul edilmesidir. Bir şeyi emreden ya da yasaklayan her kuralda (örneğin cinayeti yasaklayan kuralda), normal koşullarda kuralın kendisinin ihlali anlamına gelen saf ve yaptırımı olmayan bir istisna durumu mutlaka vardır (aynı örnek için konuşursak, bir insanın doğal şiddet sonucu değil de egemen şiddet sonucu öldürülmesi kuralın istisnasıdır).

X bu önvarsayımsal yapıyı gerçekten anlayan ilk yazar Hegel’di; bu yapı sayesinde, dil aynı anda kendisinin hem dışında hem de içinde bulunuyor ve birincil şeyler (luıgüistik olmayan şeyler), kendilerinin dilin bir önvarsayımından başka bir şev olmadığını ortaya koyuyor.“Dil”, diyordu Hegel Tinin Fenomenolojisi’nde,“dışsallığın içsellik olduğu kadar içselliğin de dışsallık olduğu mükemmel bir şeydir”. Yukarıda da gördüğümüz gibi, içeri ile dışarı arasındaki sınırları izlemenin mümkün olduğu ve belirli alanlara belirli kuralların tahsis edilebildiği mekanı yaratan şey, egemenin istisnayı belirleyen kararıdır. Tam da burada olduğu gibi, lingüistik’i lingüistik olmayandan ayırt eden ve belli terimlerin belli anlamlara tekabül ettiği anlamlı konuşma alanlarını yaratan tek şey bütün somut konuşma örneklerinden sıyrılmış bir şey olarak, saf işaret etme potansiyeli taşıyan dildir. Dil, daimi bir istisna durumunda, hiçbir şeyin dilin dışında olmadığını ve dilin daima kendi kendisini aştığını ilan eden egemendir. İşte hukukun kendine özel yapısının temelinde yatan şey, iman dilinin bu ön varsayımsal yapısıdır. Hukuk, bir şeyin, dilin içinde olması ve adlandırılması gerçeğinin sonucu olarak tabi olduğu kapsayıcı dışlama ilişkisini ifade ediyor. Bu anlamda, konuşmak \dire\, daima “yasa koymak”tır.
Bu açıdan bakıldığında, istisna, birlikte bir sistem oluşturdukları örnekle simetrik bir ilişki içinde bulunuyor. İstisna ve örnek, bir kümenin kendi tutarlılığını tesis ve idame etmeye çalıştığı iki yolu oluşturuyor. Fakat istisna, yukarıda da gördüğümüz gibi, içleyici bir dışlamayken (ve dolayısıyla da dışlanan bir şeyin içlenmesi görevini görürken), örnek dışlayıcı bir içkine olarak işlev görüyor. Gramerdeki örnekleri ele alalım: Buradaki paradoks şudur: Aynı türden başka sözcelerden hiçbir şekilde ayırt edilemeyen bir sözce, tam da bunlara ait olduğu sürece bunlardan ayrılıyor. Eğer “Seni seviyorum” ifadesi/ dizimi, performatif bir konuşma edimi örneği olarak ifade ediliyorsa, o zaman, bu ifade, aynı anda hem normal bir bağlamda anlaşılamayan bir şey ve hem de bir örnek olarak alınabilmesi için de gerçek bir konuşma olarak algılanması gereken bir şeydir. Örnek, kendisinin belli bir sınıfa ait olduğunu gösteren bir şeydir; halbuki, yine tam da bu sebepten dolayı, sınıfını gösterdiği ve sınıfının sınırlarını çizdiği anda bu sınıfın dışına çıkan bir şeydir (nitekim, lingüistik ifade örneğinde, örnek kendi göstericiliğini/ işaret ediciliğini gösteriyor ve tanı da bu suretle, kendi anlamını askıya alıyor). Eğer burada kuralın örnek için geçerli olup olmadığını soracak olursanız kolay kolay bir yanıt alamazsınız; çünkü kural, örnek için, sadece normal bir durum olarak geçerlidir ve dolayısıyla da bir örnek olarak geçerli değildir. Burada örnek normal durumdan dışlanıyor; normal duruma ait olmadığından dolayı değil, tam da bu duruma ait olduğunu gösterdiği için dışlanıyor. Dolayısıyla örnek, etimolojik anlamda gerçek bir paradigmadır: Örnek, “yanda/bitişikte gösterilen” şeydir ve bir sınıf, kendi paradigması dışında her şeyi içine alabilir.

İstisnanın mekanizması ise farklıdır. Örnek, kümeye ait olduğu sürece kümenin dışında kalıyor. İstisna ise, tanı da normal duruma ait olmadığı için normal durumun içine giriyor.Tıpkı bir sınıfa aidiyeti gösterebilecek tek şeyin bir örnek —yani sınıfın kendisinin dışındaki bir şey olmasında olduğu gibi, ait olmamayı gösterebilecek tek şey de sınıfın ortasındaki bir şey, yani bir istisnadır. Her durumda (eski gramercilerden anomalistler ile aualojistler arasındaki tartışmanın da gösterdiği gibi), istisna ile örnek, nihai olarak birbirlerinden ayırt edilemeyen ve bireylerin aidiyet ve ortaklıklarının ne anlama geldiğinin tarif edilmeye çalışıldığı her zaman ortaya çıkan bağlaşık kavramlardır. Her mantık sisteminde, tıpkı her toplumsal sistemde olduğu gibi, dışarı ile içeri ve yabancılık ile yakınlık arasındaki ilişki çok karmaşıktır.

X Roma hukukundaki exceptio, istisnanın bu özel yapısını çok iyi ortaya koyuyor. Exceptio, davalının savunma araçlarından biriydi ve yargılanma sürecinde, davacının iddialarım sonuçsuz bırakma ve dolayısıyla da öt s civile’nın [kamu hukuku | normal haliyle uygulanmasını imkansızlaştırma amacına hizmet ediyordu. Romalılar, bunu, i tıs cimle’ nun uygulamalarına yöneltilen bir dışlama biçimi olarak görüyorlardı (Digcsta, 44. I. 2; Ulpianus, 74: Exceptio dicta esi quasi quaedam exclusio, quae opponi actioui solet ad accludendum id, quod in intenuonem condenınationcmve deductuuı esi |“Buna istisna denir; çünkü bu bir tür dışlamadır, genellikle itıteutio (iddia) ve condcninatio’da (mahkumiyet) ileri sürülen iddiaları dışlamak için davanın karşıtı olan bir dışlamadır”!). Bu anlamda exccptio, hukukun tamamen dışında olmayan, bunun yerine, iki hukuksal talep arasında var olan karşıtlığı gösteren bir şeydir. Bu karşıtlık. Koma hukukunda i tıs çivile ile nis liouorarium [örfi hukuk] arasındaki karşıtlığa gönderme yapan bir zıtlıktır (uis liouomrium, medeni hukuk normlarının aşırıya kaçan genelliklerini dengelemek için yöneticilerin |magistrate| başvurdukları hukuk dalıydı).

Dolayısıyla exceptio. Roma hukukundaki teknik ifadesiyle, iuteutio ile cotıdeuuıntio arasına yerleştirilen olumsuz bir koşul cümlesi biçimini alıyor. Bu koşul cümlesi, sanığın mahkûmiyetini, hem uıteutio hem de cotıdeınuatio’ıum istisnası olan gerçeğin olmaması koşuluna bağlıyordu (örnek: sı in en re uilul nınlo A. Agerü factum sit neijue fiat, “taammüden/ planlayarak yapılmamışsa”). Dolayısıyla da istisna durumu ius civile’nin uygulama alanının dışına çıkarılıyor; hem de bu iş, söz konusu durumun hukuktaki ilgili düzenleyici maddeye ait olduğu kabul edilerek yapılıyordu. Egemen istisnanın bir boyutu daha bulunuyor: Egemen istisna, iki hukuksal talep arasındaki bir zıtlığı ortadan kaldırarak, bunun yerine hukukun içi ile dışı arasında var olan bir sınır ilişkisini yerleştiriyordu.

Acımasız gerçeklerle dolu olan egemen iktidarın yapısının tanımlanmasında zararsız iki gramer kategorisinin kullanılması bağdaşmayan bir şey gibi görünebilir. Fakat, lingüistik örneğin belirleyici karakteri ile istisnadan nihai anlamda ayırt edilemez oluşunun, ölüm ve hayatın gücünün açık bir biçimde birbirine karıştığını gösterdiği bir durum biliyoruz. | Kutsal Kitap’taki| Yargt(lar (12:6) bölümünde zikredilen olaydan söz ediyoruz: Galatyalıkır, Ürdün Nchri’ni geçerek canlarını kurtarmaya çalışan Efhümileri tanımak için bu insanlardan “Şibbolet” sözcüğünü telaffuz etmelerini isterler; çünkü Effainüler bu sözcüğü “Şibbolet” olarak telaffuz ederler (“Gilyad’ın adamları onlardan birine ‘Hfraimi misin?’diye sorar. Eğer aldığı yanıt‘Hayır’ ise o zaman da ‘Öyleyse Şibbolet de’ der. Karşıdaki ‘Sibbolet’ der; çünkü sözcüğün doğru telaffuzunu yapamaz. O zaman bu kişiyi alırlar ve Ürdün Nehri açıklarında öldürürler”). Bu Şibbolet örneğinde, örnek ile istisna birbirinden ayırt edilemez hale geliyor:“Şibbolet”, örnek bir istisna ya da istisna işlevi gören bir örnektir. (Bu anlamda, istisna durumunda örnek cezalar verme yönündeki eğilim şaşırtıcı değildir.)

Küme teorisinde üyelik ile kapsanma/içlenme aynı şey değildir. Eğer bir terim bir kümenin parçası ise, yani bu terimin bütün elemanları bu kümenin elemanı ise o zaman bu küme bu terimi kapsıyor demektir (bu durumda şunu deriz: b a’nın bir alt kümesidir, yani b C a). Ancak bir terim, bir kümeye dahil olmadan bu kümenin bir üyesi olabilir (sonuçta üyelik, küme teorisinin basit kavramıdır, yani b (E a), ya da öte yandan, bir terim, bir kümenin elemanı olmadan bu küme tarafından içlenebilir. Yakınlarda basılan bir kitapta Alain Badiou.bu ayrımı siyasal terimlere çevirmek için geliştiriyor. Badiou’uun değerlendirmesinde, üyelik aidiyete (presentation), içlenme ise temsile (:representatiou) tekabül ediyor. Bu durumda, bir terim bir durumun hyeridir (siyasal terimlerle, bunlar bir topluma ait olan bireylerdir), içlenmeye gelince: Bir terimin bir durum tarafından kapsamının demek, bu terimin üstyapıda (Devlette) temsil edilmesi demektir; burada, durumun yapısı bir terim olarak ele alınıyor (siyasette, örneğin Devlet tarafından sınıflar ya da “seçmenler” olarak yeniden kodlanan bireyler). İşte Badiou, hem aidiyete sahip olan ve hem de temsil edilen (yani hem üye olan ve hem de içlenen) terimlere normal terim, temsil edilen fakat aidiyeti olmayan (yani bir durumun üyesi olmadığı halde bu durumun içinde olan) terimlere çıkıntı terim, aidiyeti olan fakat temsil edilmeyen (yani kapsamadığı halde üye olan) terimlere ise münferit terim adım veriyor (L’etre, s. 951 15).

Bu tabloda istisnanın yeri ne(resi)dir? İlk bakışta insan, istisnanın üçüncü terim grubuna girdiğini, yani içeride olmadan üye olma hali olduğunu düşünüyor. Zaten Badiou da aynı şeyi söylüyor. Ne var ki egemen iddianın özelliği tanı da şudur: Egemenliğin istisnaya uygulanması, istisnaya uygulanmaması suretiyle gerçekleşiyor; yani egemenlik, kendisinin dışında olan şeyleri içine alıyor. Dolayısıyla egemen istisna, tam da olağandışılığını temsil edildiği, yani temsil edilemeyen şeylerin temsil edildiği bir durumdur. Hiçbir şekilde kapsanamayan şeyler dışlanarak kapsanırlar. Badiou’nun sisteminde, dolayısıyla, istisna dördüncü bir şahsiyet yaratıyor. Bu dördüncü şahsiyet, çıkıntı (aidiyetsiz temsil) ile münferitlik (temsil edilmeyen aidiyet) arasındaki bir belirsizlik eşiğidir, yani üyeliğin kendisinin paradoksal bir şekilde içlenmesidir. İstisna, üyesi olduğu bütün tarafından içlenemeyen ve zaten her zaman içinde olduğu bütünün bir üyesi olamayan şeydir. Bu sınırsa] figürün/unsurun karşımıza çıkardığı şey, üyelik ile içlenmeyi, dışarıdaki ile içeridekini, istisna ile kuralı birbirinden kesin biçimde ayırma yolundaki bütün girişimlerin karşılaştığı radikal krizdir.

X Bu perspektiften bakıldığında, Badiou’nun düşüncesi, keskin bir istisna düşüncesidir. Badiou’nun sisteminin merkezindeki olay kategorisi, istisnanın yapısına tekabül ediyor. Badiou’nun tanımına göre olay, bir durumun elemanlarından biridir; öyle ki bu olayın söz konusu duruma üyeliği, durumun kendi perspektifinden bakıldığında kararlaştırılamayacak bir şeydir. Nitekim, Devlet için olay kaçınılmaz biçimde bir çıkıntı olarak ortaya çıkıyor. Badiou’ya göre, üyelik ile içlenme arasındaki ilişkinin bir diğer özelliği de, temel bir mütekabiliyet yokluğudur; öyle ki, içlenme her zaman için üyeliği aşan bir şeydir (aşırılık noktası teoremi). İşte istisna, tanı da, bir sistemin içlenme ile üyeliği birebir örtüştürmesinin, bütün parçalarım tek bir birliğe indirgemesinin imkansızlığını ifade ediyor.

Dilin bakış açısından bakıldığında; içlenmeyi anlam |sense], üyeliği ise düzanlam [denotation] olarak almak mümkündür. Bu anlamda, bir sözcüğün, daima, gerçekten işaret ettiği düzanlamdan başka anlamlarının da olduğu gerçeği, aşırılık noktası teoremine tekabül ediyor. İşte zaten hem Claude Levi Strauss’un gösterenlerin gösterilenleri aşan bileşenlere sahip olduğu yolundaki teorisinde (“bu ikisi arasında daima bir örtüşmezlik vardır ve bu örtüşmezlik, gösterenlerin kendilerinin temeli olan gösterilenleri aşmasıyla sonuçlanan ve yalnızca ilahi bir aklın çözebileceği bir şeydir” hem de Emile Beuveniste’in senüyotik (göstergebilimsel) ile semantik (anlambilimsel) arasında indirgenemez bir karşıtlık olduğu yolundaki öğretisinde söz konusu olan şey de bu ayrışımın ta kendisidir. Çağımızda her alanda istisnai yapılarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla da dilin egemen iddiası, anlam ile düzanlamı çakıştırma ve bu ikisi arasında, dilin, deitotata’sı bağlamında varlığını sürdürdüğü ve bunun için de bunları terk ettiği ve saf bir langtie (lingüistik “istisna durumu”) alanına girdiği bir belirsizlik mıntıkası tesis etme çabasına dayanıyor. Zaten, bütün anlam olasılıklarının daima dışına taşan kararlaştırılamayan şeyleri öne çıkarmakla, yapısökümün yaptığı şey de budur.

Nitekim egemenlik, Schınitt’te, istisnanın kararlaştırılması biçiminde karşımıza çıkıyor. Buradaki karar, hiyerarşik olarak bütün herkesin üstünde olan bir öznenin iradesini ifade eden bir şey değil, nomos’un bedenine/bünyesine, buna can ve anlam veren dışsallığın kazınmasını temsil eden bir şeydir. Egemen, meşru/yasal olan ile olmayanı değil; hukuk alanına canlılığın sokulmasını ya da Schmitt’in kendi sözleriyle, hukukun ihtiyaç duyduğu “hayat ilişkilerinin normlar çerçevesinde yapılaştırılması”nı kararlaştırıyor. Buradaki karar, ne bir quaestio iuris’i [hukuksal sorunu] ne de bir quaestio factfyi [olgusal sorunu] ilgilendiriyor. Bu karar tam da hukuk ile olgu/gerçek arasındaki ilişkinin ta kendisini ilgilendiren bir karardır. Bu, sadece, Schmitt’in öne sürdüğü gibi, “tekrarlana tekrarlana katılaşan bir mekanizmanın kabuğunu” istisna aracılığıyla “kıran etkin hayat”ın hücuma kalkması meselesi değil; aynı zamanda da hukukun en içkin doğasını ilgilendiren bir meseledir. Hukuk düzenleyici bir karaktere sahiptir ve bir “kural”dır. Bunun böyle olmasının nedeni, hukukun, emir ve yasaklar vazetmesi değil; her şeyden önce, gerçek hayatta kendi referans alanını yaratmak ve bu referansı düzenli hale getirmek zorunda olmasıdır. Kurallar bu referansın koşullarını hem istikrarlı hale getirdiği hem de önceden varsaydığı için, bir kuralın orijinal yapısı daima şöyledir: “a (gerçek bir durum, örneğin: si membrum rupsit) ise b (hukuksal sonuç, örneğin talio esto [kısas])”. Burada, bir gerçek, hukuk düzeninden dışlanmak suretiyle bu düzene dahil oluyor; yasal durumun öncesinde bir ihlal var oluyor ve bu yasal durum ihlal tarafından belirleniyor. Hukukun başlangıçta bir lex talionis [hukukun kendisi] (muhtemelen talis’ten türeyen talio, “şeyin kendisi” anlamına geliyor) biçiminde bulunmasının anlamı şudur: Hukuksal düzen, başlangıçtaki haliyle, bir ihlalin cezalandırılması değildir; bunun yerine, yaptırmışız olarak aynı eylemi tekrarlamak suretiyle kendi kendisini tesis eden bir şeydir. Yani hukuksal düzen istisnai bir durumdur. Bu, söz konusu ilk [ihlal] eyleminin cezalandırılması değildir; bunun yerine, bu eylemin hukuk düzenine dahil edilmesini, yani ezeli bir hukuksal gerçek olarak şiddeti temsil eden bir şeydir, “çünkü hukuk hakkaniyetli kısasa izin veriyor”. Bu anlamda hukukun ilk hali istisnadır.

Hayatın bu şekilde hukukun içine çekilmesinin şifresi, yaptırımda (yaptırım, hiçbir şekilde hukuksal kuralların özel bir niteliği değildir) değil: suçlulukta (burada suç, ceza hukukunda olduğu gibi teknik anlamıyla değil; borçluluğa/bedel ödeme durumuna işaret eden orijinal anlamıyla kullanılıyor: in culpa esse) yatıyor; suçlulukta, yani kişinin dışlanarak içlenmesi durumunda, dışlandığı ya da tam olarak giremediği şeyle ilintili olması durumunda. Suçluluk, ihlale, yani meşru/yasal olan ile olmayanın belirlenmesine değil; hukukun saf gücüne, yani hukukun bir şeye gönderme yapması yalın gerçeğine işaret ediyor. Zaten, her türlü ahlaki yaklaşımdan uzak bir biçimde, kuralı bilmemenin suçu ortadan kaldırmadığını öngören hukuksal özdeyişin dayandığı nihai zemin de işte budur. Kuralların suç üzerine mi bina edildiği yoksa suçu belirleyen şeyin kural mı olduğunun kararlaştırılmasının imkansız olduğu böyle bir durumda bariz biçimde karşımıza çıkan şey, dışarı ile içeri, hayat ile hukuk arasındaki belirsizliktir. Bu belirsizlik, egemenin istisna hakkındaki kararına işaret ediyor. Hukukun “egemen” yapısı ve kendine has, orijinal “güç”ü, gerçek [hayat] ile hukukun birbirinden ayırt edilemediği (fakat ayırt edilmesinin gerektiği) bir istisna hali olarak karşımıza çıkıyor. Bu şekilde bir konuma zorlanan hayatın hukuk alanına girmesinin tek yolu, içleyici bir dışlamanın öngörülmesidir; yani hayat hukuk alanına yalnızca bir cxccptio bağlamında girebilir. Hayatın sınırsa] bir durumu/yapısı, bir eşik hali vardır. Bu eşikte hayat, hukukun hem içinde hem de dışındadır. İşte egemenliğin mekanı bu eşiktir.

Dolayısıyla da “Kurallar sadece istisnalarla vardır” önermesi tamamen doğrudur. Hukuku yaratan tek şey, sadece earepno’nun içleyici dışlaması aracılığıyla içine alabildiği şeylerdir.

İstisnalardan besleniyor; istisnasız hukuk battaldır. Bu anlamda hukuk aslında “tek başına var olmayan, insanların hayatıyla birlikte var olan” bir şeydir. Egemenin kararı, dışarı ile içeri, dışlama ile içleme, nomos ile pylisis arasındaki bu belirsizlik eşiğini belirliyor ve bu eşiği zaman zaman yeniliyor. Hayat, bu eşikte, ta en başından beri hukukun istisnası olan bir şeydir. Egemenin kararı, kararlaştırılamayanın konumlandırılmasıdır.

X Schnıitt’in eserinin tamamen hukuktaki suçluluk kavramının tanımlanmasına tahsis edilmesi tesadüf değildir. Schmitt’in çalışmasındaki en çarpıcı özellik şudur: Yazar, suçluluk kavramının, ilk bakışta hukuki değil de ahlaki görünen terimler bağlanımda yapılan bütün teknik-formel tanımlarım şiddetle reddediyor. Gerçekten de, burada suçluluk (“Kural olmadan suç olmaz” diyen eski hukuk deyişinin tersine) her şeyden önce “hayatın ta kendisiyle ilgili bir süreç”tir, yani “bile bile hukuk düzeninin amaçladığının tam tersine hareket etnie”ye dayanan gerçek bir “kötü niyet” olarak tanımlanabilecek özde “özneiçi” bir şeydir ((‘her Sclinld, s. 1824.92).

Benjamin’in,“Kader ve Karakter” ve “Şiddetin Eleştirisi”ni yazarken bu metinden haberdar olup olmadığını söylemek mümkün değildir. Ancak şu ortadadır: Suçluluğu, sonradan haddi aşan bir biçimde etik-dinsel alana aktarılan, aslında hukuksal bir kavram olarak tanımlaması, Schmitt’in teziyle tamamen uyuşuyor (ancak Bcnjamin’in tanımı tanı tersi bir istikameti izliyor). Benjamin’e göre, hukukun ortaya çıkmasını sonuç veren kötülük durumu aşılacak ve insanoğlu suç (işlemek)ten kurtarılacaktır (ki suç, doğal hayatın kader ve hukuk düzenine kazınmasından başka bir şey değildir). Schmitt’in, suçluluk kavramının hukuksallığı ve merkeziliğine ilişkin değerlendirmesinin kalbinde yatan şev ise, etik insanın özgürlüğü değil, yalnızca bir egemen iktidarın denetleme gücüdür: ki bu güç. en iyimser yorumla, kötülüğün yayılımını sadece yavaşlatabilecek bir şeydir.

Bu yazarların değerlendirmelerinde, karakter kavramına ilişkin olarak da benzer bir çakışma vardır. Schmitt de, tıpkı Benjamin gibi, karakter ile suçluluğu birbirinden tamamen ayırıyor (“suçluluk kavramı”, diyor yazar, “esse |öz] ile değil; operan [işleyişi ile ilgili bir kavramdır. Halbuki, Benjamin’in, insanoğlunu suçluluktan kurtarma ve doğal masumiyeti teyit etme kapasitesi taşıyan ilke olarak sunduğu şey tam da bu unsurdur (yani bütün bilinçli istemlerden bağımsız haliyle karakterdir).

Eğer egemenliğin yapısı istisnadan oluşuyorsa, o zaman egemenlik ne siyasete özel bir kavram ne tamamen hukuksal bir kategori ne hukukun dışında bir güç (Schmitt) ne de hukuk düzeninin üstün kuralıdır (Haris Kelsen). Egemenlik, hukukun hayata gönderme yaptığı ve hayatı tam da askıya almak suretiyle içine aldığı orijinal yapıdır. Biz, burada, Jean-Luc Nancy’nin önermesini izleyerek, hukukun, kendi yokluğunda hüküm sürmeye ve geçersizliğiyle geçerli olmaya işaret eden bu potansiyeline (yani, aynı zamanda daima dyuantis me energein [gerçekleşmeme potansiyeli] demek olan Aristotelesçi dynamis kavramının işaret ettiği anlamdaki potansiyele) yasaklama (ban) diyeceğiz (ban, hem toplumdan dışlanmaya hem de egemenin emir ve yüceliğine işaret eden eski Cermen teriminden türeyen bir kelimedir). İstisna ilişkisi bir yasaklama ilişkisidir.Yasaklı kimse, gerçekte, tam anlamıyla hukukun dışına atılan ve hukukla ilgisi koparılan birisi değil; hukuk tarafından terk edilen, yani hayat ile hukukun, dışarıdaki ile içeridekinin birbirinden ayırt edilemediği eşik alana bırakılan ve burada tehdit edilen bir kişidir. Yasaklı kimsenin hukuk düzeninin dışında mı yoksa içinde mi olduğunu söylemek tanı anlamıyla imkansızdır. (Bundan dolayı, Latin kökenli dillerde,“yasaklı” olmak aslında hem “-nin merhametine kalmak” hem de “kendi iradesine bırakılmış, özgür olmak”tır, hem “dışlanmış” hem de “herkese açık, serbest” olmaktır.) Bu açıdan bakıldığında, egemenliğin paradoksu şu şekle girebiliyor:“Hiçbir şey hukukun dışında değildir”. Hukukun hayat ile kurduğu ilk ilişki, geçerli olma değil; terk etme ilişkisidir. Nomos’un emsalsiz potansiyeli ve orijinal “kanun gücü”nün temelinde şu gerçek vardır: Nomos, hayatı terk ederek bunu yasak alanında tutuyor. Bu, sorgulayabilmek için anlamaya çalıştığımız yasaklamanın yapısıdır.

X Yasaklama bir ilişki biçimidir. Fakat zaten sorun, tam da yasaklamada hiçbir pozitif içerik olmadığı ve söz konusu ilişkideki terimler birbirleriyle karşılıklı dışlama (ve aynı zamanda da içleme) ilişkisi içinde göründükleri zaman, bu ilişkinin nasıl bir ilişki olduğudur. Kendisini yasaklama ile ifade eden bir yasa nasıl bir yasadır? Yasaklama, bir şeye genel olarak gönderme yapma durumundaki soyut bir referans biçimidir, yani ilişkisiz ile ilişkinin varlığının varsayımıdır. Bu anlamda, yasaklama, şuursal ilişki biçimiyle aynıdır. Yasaklamaya getirilen bir eleştirinin, mutlaka, ilişkinin biçimini sorgulaması ve siyasal gerçeğin, ilişkinin ötesinde belki de düşünülemez olduğunu ve dolayısıyla da, bir bağlantı biçimi olarak artık var olup olmayacağını sorması gerekecektir.

İstisna Hali

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz