Dünya Dinleri ve İktidar: Dinin kökenine ilişkin Marksist analiz – Paul N. Siegel

Marksizm, daha eski materyalistlerin Epikür kaynaklı görüşünü paylaşır: Dinin kaynağında, vahşi insanın açıklayamadığı doğa olayları karşısındaki dehşet ve korkusu vardır. Fakat ilerleyen yıllarda karşılaştırmalı mitoloji çalışmalarını ve sosyolojik bakışı kullanarak, bu gözlemi geliştirir ve genişletir.

Engels, “Tüm dinler … gündelik yaşamı kontrol eden dış güçlerin insan zihnindeki fantastik yansımalarından başka bir şey değildir” der  ve ekler: “yeryüzü güçlerinin doğaüstü güçler biçimini aldığı bir yansıtma. Tarihin başlarında bu şekilde yansıtılanlar, ilkin doğa güçleriydi ve bunlar ileriki evrim sürecinde çok çeşitli ve farklı kişileştirmelere maruz kaldı.”

Modern antropolojinin kurucusu Edward Tylor’ın bulgularından faydalanan Engels, insan ruhunun ölümsüzlüğü düşüncesinin, uyku esnasında ruhun bedeni terk ettiğini ve rüyada görülen deneyimleri yaşadığını düşünen ilkel toplumlardan geldiğine dikkat çeker. İlkel toplumlar, ruhun ölümden sonra aynı rüyada olduğu gibi bedeni terk edeceğini varsayıyorlardı. O dönemde Engels’in bilmediği ve sonrasında modern antropolojinin tespit ettiği üzere, ölüm esnasında bedeni terk eden bu ruhtan –doğaüstü güçleri olduğu düşünülerek– korkuluyordu. Kimi ilkel halklar, fotoğrafların ruhları esir aldığı düşüncesiyle, hâlâ fotoğraf makinelerinden korkmaktadır. Bugün uygar toplumlarda bile medyumlar, ölülerin ruhlarını çağırabildikleri iddialarına kanıt olarak, sözüm ona bu ruhların göründüğü fotoğrafları göstermekte ya da The Amityville Horror gibi cinli perili kitaplar çok-satar listesine girebilecek kadar fazla sayıda safdil okuyucu bulabilmektedir.
İlkel halklar böylesi bir dehşet ve korku halinde, atalarının ve toplumun önde gelen figürlerinin öldükten sonra tanrıya dönüştüklerine inanıyorlardı. Çağdaş antropologlar ve karşılaştırmalı din araştırmacıları, tanrıların kaynağının doğa güçleri ve ölülerin ruhları olduğunda büyük ölçüde hemfikirdir.
İnsan kültürünün animist aşamasında tüm doğanın ruhlarla dolu olduğu düşünülüyordu. Ruhların bazılarının atasal kökeni unutulurken, diğerlerininki daha uzun bir dönem boyunca hatırlandı. … Çoktanrıcılık da animizmden gelmiş gibi görünüyor. Bir nesne bir halkın hayatında ne kadar önemliyse, ona atfedilen ruh da o kadar yüce oluyordu. … Midian’da bir dağ [Sina Dağı], en az üç büyük dine babalık yapmış bir semitik tanrı yarattı. Yunanlar, Romalılar, Hint-Aryanlar, Tötonlar ve başka pek çok kabilede süreç içerisinde hayal gücü, çoktanrıcılığı bir sisteme çevirdi ve Tanrılara bir toplumsal yaşam atfetti.

Dolayısıyla din, kendilerini doğadaki diğer nesnelerden ayrıştırmayan ve bu nesnelere insanların düşünce ve arzularına sahip ruhlar atfeden ilkel halkların animizminden türedi. Büyü, vahşi insanın ya ağzında su fışkırtarak yağmura neden olmaya çalışmak gibi doğanın kendisini taklit etmesini bekleyerek, ya da kaplan dişi takarak onun gücünü kazanmaya çalışmak gibi doğanın güçlerini kendine aktararak bu ruhları kontrol etme çabasının bir aracıydı.
Din, vahşilikten barbarlığa geçişle birlikte doğdu. Nasıl ki üretimdeki gelişmenin daha yüksek bir aşamasında Yunan uygarlığının ticari merkezleri felsefenin doğumuna, 17. yüzyıl sanayi toplumu ise modern deneysel bilimin doğumuna tanıklık ettiyse, toplayıcılıktan tarıma geçiş de beraberinde sınıflı toplumu ve üretim dışında kalan rahipleri getirdi. Fakat yeninin ilerlemesi sürerken eski de varlığını sürdürdü. Bilimin gelişmesine rağmen din yaşamaya devam etti ve din de kendi içinde büyünün öğelerini taşımayı sürdürdü.
Vahşi insan için doğaüstü güçler tarafından ele geçirildiğine inandığı nesnelere dokunmak tabuyken, Müslümanlar ve Yahudiler domuz eti yemez, Hindular inekleri öldürmez. Bir azizin ya da diğer kutsal karakterlerin ikonu neyse, vahşi insanın fetişi de odur. İbadetler, kutsal su ya da dualar, büyü formüllerine ve ritüellerine benzer. Katolik kilisesinin töz değişimi öğretisi, yani Komünyon töreninde yenilen şarap ve ekmeğin İsa’nın kanına ve bedenine dönüştüğü iddiası, bir insanın etini yemeyi onun gücünü ve cesaretini aktarma aracı olarak gören ilkel halkların yamyamlığından farklı değildir. Pek çok Protestan tarikatında görülen “dokunarak iyileştirme”, endişeyi teskin etmenin sözde büyüye benzer bir aracıdır (bu güç, eskiden krallara ve azizlere atfedilirdi; pek de aziz biri olmayan II. Charles’ın “kraliyet dokunuşu”nun sıraca hastalığını iyileştirdiği söylenirdi).
Büyü gibi dinin de kaynağında, insanlığın doğa üzerindeki kontrolünün yetersizliği yatar. Fakat din aynı zamanda, toplumsal güçlerin –sınıf egemenliği kaynaklı– kontrol edilemezliğini yansıtır. Bu ilk olarak Engels tarafından fark edilir; Engels, tanrılara doğa güçlerinin imgelemdeki yansımaları olarak bakan karşılaştırmalı mitoloji araştırmacılarının, dinin evriminde önemi giderek artan bir faktörü gözden kaçırdıklarına işaret eder. Bu faktör, sınıf ayrışmaları ve egemenliğinin ilerlemesine paralel olarak, toplumsal güçler üzerindeki kontrol kaybıdır.
Doğanın güçlerinin yanı sıra, toplumsal güçler de aktifleşmeye başlar –bunlar da insana eşit derecede yabancı ve ilk başta eşit derecede açıklanamaz gelen, ona bizzat doğanın güçleri gibi görünüşte doğal bir kaçınılmazlıkla hükmeden güçlerdir. … Evrimin daha ileri bir aşamasında, sayısız tanrıya atfedilen doğal ve toplumsal nitelikler, tek bir kadiri mutlak tanrıya aktarılır.

“Sayısız tanrıya atfedilen doğal ve toplumsal nitelikler”in Eski Ahit’in tanrısına aktarılışı, yakın dönemde karşılaştırmalı din araştırmacısı Weston La Barre tarafından şu şekilde ele alınır: “Yehova’nın kendisi, bereket tanrısı ile bölgesel tanrıların, ateş ve volkan tanrısının, Mezopotamya gök tanrısı ile neolitik yağmur boğalarının, şamanların ve diğerlerinin garip bir bileşimidir.”

Paul N. Siegel
Dünya Dinleri ve İktidar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz