Dostoyevski: Biri baş icraatçı olur, geri kalanlar da bunların arkasından, gözleri kapalı giderler

dostoyevskiBizleri birbirimize yaklaştıracak ortak hiçbir şeyimiz olmayışı, aramızda bir münasebet kurulabilmesine pek de imkân bırakmıyordu. Bununla beraber Petrov, şu ilk zamanda, hemen hemen her gün bana uğramadıyı veya paydos saatlerinde, herkesten uzaklaşarak, kışlalar arkasında dolaştığını sırada yanıma gelmeyi âdeta vazife sayardı.

Önceleri bundan hoşlanmamıştım. Ama Petrov, ne yaptı etti, fazla konuşkan olmadığı halde, ziyaretleri beni gittikçe sarmaya başladı. Kısa boylu, iri yapılı, çevik, kıvrak, saz benizli bir adamdı. Yüzü sevimli, elmacık kemikleri geniş, bakışları cesaretli idi. Sık, beyaz, inci gibi dişleri vardı. Ağzında, alt dudağının arkasında, daima dövülmüş tütün saklardı. Zaten, bu tütün çiğneme âdeti birçok mahpuslarda vardı.

Petrov, yaşından genç görünürdü. Kırk yaşında olduğu halde, ona, otuzundan fazla denemezdi. Benimle serbest konuşur, bununla beraber terbiyeden, nezaketten uzaklaşmazdı. Yalnız kalmak istediğimi anlar anlamaz, bir iki dakika konuştuktan sonra, derhal beni bırakır, hiçbir mahpusa yapmadığı halde, nezaketime teşekkür ederek ayrılırdı. Görüşmelerimizin bu ilk zamandaki şeklini hiç kaybetmemesi, gerçekten dikkate değer bir noktadır. Bununla beraber Petrov bana tam mânasiyle bağlıydı.

Bu adamın bana niçin geldiğini, ne diye boyuna bana yakınlık gösterdiğini bir türlü anlıyamamışınıdır. Gerçi önceleri benden şunu bunu çalıyordu, ama bunu kazara yaptığını, gelmesindeki maksadın bu olmadığım sanıyordum. Hemen hemen hiçbir zaman para istemezdi. Yani gelmesi para veya başka birtakım çakarlar için değildi.

Nedense, Petrov’la birlikte olduğum zaman, kendimi evde, şehirde, kısacası hapishaneden başka bir yerde sanıyordum. Onu hapishaneye hiç yakıştıramıyordum. Bana, hapishaneye ait önemli havadisleri öğrenmek, beni ziyaret etmek, hepimizin nasıl olduğumuza bakmak için uğruyor gibi gelirdi. Her zaman, sanki birisiyle bulaşacak veya onu bekleyen bir adam, ya da bir iş varmış gibiydi. Acele ediyormuş gibi görünmesine rağmen, fazla telâşlı intibaı da vermezdi. Bakışları da tuhaftı, konuşurken, cüret, alay ifadesiyle doluydu. Birisiyle konuşurken, konuştuğuna değil, onun üstünden, uzaklara bakardı. Sanki, önündekinin görmesine engel olduğu bir şeye bakmaya çalışıyordu.
Bazan Petrov benden çıkınca, nereye gidecek diye arkasından mahsus bakardım. Bekleyenleri nerde acaba diye merak ederdim. Ama benden ayrıldıktan sonra, acele acele, ya kışlanın birine, ya da mutfağa girerdi. Orada da konuşanların birinin yanına oturarak dikkatli dikkatli dinlerdi. Bazan kendisi de lâfa karışıp canlı bir tartışmaya dalardı. Biraz sonra da birdenbire sözünü keserek susuverirdi. Lâkin konuşsa da sussa da, dediğim gibi üzerinde hep geçerken uğramış, bekleyenleri varmış gibi bir hal vardı.
İşin garibi, Petrov’un elinde, onu oyalıyacak hiçbir işi yoktu. Günlük hizmetten sonra daima işsiz güçsüz otururdu. Bir sanatı yoktu. Parası da yoktu. Ama,. para yokluğundan şikâyetçi değildi. Benimle neler, neler konuşmazdı!… Konuşması da kendisi gibi tuhaftı. Hapishane arkasında dolaştığımı görür, birden bire bana doğru yürümeğe başlardı. Hızlı hızlı yürür; sertçe dönerdi. Yürüyerek gelirdi, ama siz, koşmuş zannederdiniz.
— Merhaba!
— Merhaba.
— Rahatsız etmiyorum ya?
— Rica ederini.
— Size, Napoleon hakkında bir şey soracaktım. Şumahut Napoleon, sekiz yüz on iki yılındaki asıl Napoleon’un akrabası mıymış?
— Evet, öyleydi.
— Ne biçim cumhur başkanıymış bu adam? Petrov çabuk, kesik soruyor, sanki sorduklarını bir an önce öğrenmek istiyordu. Gören de, önemli, acele bir iş için bilgi topluyor, derdi. Napoleon’un cumhur başkanlığının aslını anlattım; yakında imparator olma ihtimalinden de bahsettim.
— Bu da ne demek oluyor?
Elimden geldiği kadar, bunu da açıkladım. Petrov, her şeyi anlayıp, hızla kavrıyarak, dikkatle beni dinliyordu. Hattâ kulağını benden yana vermişti.
— Hem… Size bir şey daha sormak istiyordum Aleksandr Petroviç. Diyorlar ki, en uzun boylu bir insan büyüklüğünde, kolları topuklarına kadar uzanan maymunlar varmış. Doğru mu bu?

— Evet. Varmış.
— Ne biçim şeyler acaba bunlar? Bildiğim kadar bunu da anlattım.
— Nerede yaşıyor bu maymunlar?
— Sıcak memleketlerde. Sumatra adasında bulunuyorlar…
— Amerikada mı? işittiğime göre, orada insanlar baş aşağı yürürlermiş.
— Hayır. Baş aşağı yürümezler. Siz, antipot’lardan behsediyorsunuz.
Ona, Amerikanın, elimden geldiği kadar da antipot’ların ne demek olduğunu anlattım. Petrov, sadece bunu dinlemek için gelmiş gibi, büyük bir ilgi gösteriyordu.
— Bir şey daha!… Ben geçen yıl Kontes Lavaliere hakkında Dumas’ nın bir eserini okumuştum. Yaver Arefyev vermişti. Bu doğru mu, yoksa uydurma mıydı?
— Tabii uydurmadır.
— Eh, hoşça kalın. Teşekkür ederim…
ve Petrov, birden bire uzaklaşıverdi. İşte bütün sohbetlerimiz bu şekildeydi. Soruşturup, hakkında bilgi edinmeğe uğraştım. M., Petrov’la aramdaki ahbaplığı duyunca pek telâşlandı. Hapishaneye ilk geldiği sırada, Petrov’un, üzerinde yaptığı korkunç tesir, mahut Gazin’inkini de geçmişti. Onun hakkında diyordu ki:
— Bütün mahpuslar içinde en azimli, en gözünü budaktan esirgemiyeni Petrov’dur. Her şeyi yapacak kabiliyette bir adamdır o… Aklına bir şeyi koydu mu, hiçbir engel tanımaz. Hattâ, aklına eserse, sizi bile doğrayıverir. Hem de bunu kılı kıpırdamadan yapar; hiçbir pişmanlık da duymaz. Bana kalırsa, onun aklı tem değildir.
Petrov hakkında düşündükleri beni de hayli meraklandırdı. Hoş, M. neden böyle düşündüğünü kendisi de bilmiyordu ya… İşin tuhafı, Petrov’la aramızdaki ahbaplık, M. nin söylediğinden sonra da, birkaç yıl daha sürmüştü. Hemen hemen her gün konuşuyorduk. Sebebini bir türlü anlıyamadığım halde Petrov bana içten bağlıydı. Bununla beraber, hapishanede gayet sakin, uslu oturup ürkütecek hiçbir şey yapmazken, onunla konuşmamda M. nin haklı olduğuna kanaat getiriyordum. Gerçekten Petrov, müthiş azimli, korkusuz ve üzerinde hiçbir baskı tanımıyan bir adam olmalıydı. Neden böyle düşündüğümü kendi kendime açıklıyamıyordum. Yalnız şu kadarını söyleyim ki, cezalandırılmaya gönderilirken binbaşıyı öldürmeğe kalkan. ve binbaşının arabaya binip gitmekle, elinden, mahpusların dediği gibi “mucize kabilinden” kurtulduğu mahkûm, Petrov’du. Önce de, daha sürülmeden, talim zamanında bir albay ona el kaldırmış. İhtimal ki, Petrov, bundan önce de az dayak yememişti. Ama bu def» buna dayanamamış, güpegündüz bütün askerin önünde albayı süngüleyivermiş.
Gerçi bu vakayı bütün ayrıntılarıyla bilmiyorum Kendisi de bundan hiç bahsetmemişti. Şüphesiz ki, bütün bunlar, tabiatının ne derece çetin olduğunu ortaya koyan öfke taşkınlıklarıydı. Lâkin doğrusunu söylemek gerekirse pek seyrek görülen böyle halleri dışında Petrov, gerçekten uslu, sakin bir adamdı. İçinde birtakım ihtirasları, hattâ kuvvetli, yakıcı ihtirasları gizlediği belli oluyordu. Bununla beraber, kömürlerin yanması küllerin altında oluyordu…
Petrov’da, başkalarında olduğu gibi, bir fiyakacılık veya gurur görmüyordum. Pek az kavga ederdi. Beri yandan Sirotkin’den başka kimseyle arkadaşlık ettiği yoktu. Onu da, ancak ihtiyacı olduğu vakit, görürdü. Petrov’un bir defa müthiş bir hiddetine şahit olmuştum.
Birisi ona istediği bir şeyi vermemiş, kızdırmıştı onu… Hasmı, iri yarı, kuvvetli, hırçın, alaycı ve oldukça cesur bir mahpus, sivil sınıftan Vasili Antonov’du.
Bir müddet bakışıp durdular. Ben de, meselenin »çok çok bir pataklama ile biteceğini sanmıştım. Çünkü Petrov sık sık değilse de, arada bir, dövüşür hem de en bayağı sürgünler gibi küfrederdi.
Bu defa ise, böyle olmadı. Petrov’un birden bire benzi attı. Dudakları morardı, titremeğe başladı. Güçlükle nefes alıyordu. Oturduğu yerden kalktı, çıplak ayaklarının yavaş, gayet yavaş sessiz adımlariyla (yazın, yalınayak gezmeği severdi), Antonov’a yaklaştı. Bağrışma, gürültü dolu kışlada her şey birden bire »sustu o anda. Sinek uçsa duyulurdu. Herkes, ne olacağını merak ediyordu. Antonov da yerinden fırladı; »beti benzi uçmuştu. Dayanamadım, kışladan dışarı çıktım. Merdivenden inmeğe vakit kalmadan, bıçaklanmış adamın haykırışını duyacağımı sanmıştım. Ama iş bu defa da hâdisesiz kapanıvermişti.
Antonov, daha Petrov ona yaklaşırken, kavgaya sebebolan eşyayı sessizce, aceleyle önüne fırlatmış.
Bunlar da, bir paçavrayla ayak sargılarından ibaretti… Tabiî Antonov, aynı zamanda hem âdet yerini bulsun diye, hem de şerefini korumak ve öyle pek fazla, korkmadığını göstermek için, peşten bir iki küfür savurmuş. Ama Petrov küfürlere önem vermemiş, mukabele bile etmemiş. Mesele kendi yararına hallolduktan sonra küfürün ne önemi olabilir? Petrov memnunluk içinde paçavraları almış. Bir çeyrek saat sonra, bir şey olmamış gibi, haylaz haylaz hapishanenin şurasında burasında dolaşıyor, burnunu sokup dinliyebileceği meraklı konular üzerine bir konuşma arıyordu.
Görünüşte onu her şey ilgilendiriyordu. Ama aslında, nedense, çoğu zaman her şeye karşı tamamiyle kayıtsızdı. Hapishanede, işsiz güçsüz, bir öte bir beri gezer dururdu. Petrov, güçlü kuvvetli, her işi başarabilecek kudrette olmasına rağmen, işsiz kalıp vaktini küçük çocuklarla oynayıp oyalanmakla öldüren bir adam gibiydi. Onun hakkında anlıyacağım bir nokta daha vardı: neden hâlâ hapishanede idi. Şimdiye kadar niçin kaçmamıştı buradan? Şiddetle istedikten sonra, kaçmakta tereddüdetmezdi. Mantık, Petrov gibi insanlara ancak bir şeyi şiddetle arzulamalarına kadar hâkim olur. Ama onları istedikten sonra, bu isteklerinin! gerçekleşmesine engel olacak herhangi bir kuvvet yeryüzünde yoktur. Hem de eminim ki, gayet ustaca, yaptığını kimseye sezdirmezdi. Açlığa katlanarak, ormanda veya derenin sazları arasında haftalarca saklanırdı. Herhalde bu fikir henüz hatırına gelmemişti veya. Petrov şimdilik böyle bir şeyi tam olarak arzu etmiyordu.Doğrusu akıl etme kabiliyeti pek fazla olmadığı gibi, düşüncesi de hayli kıt bir adamdı.
Bu gibi insanlar tek fikirli olarak dünyaya gelirler. Bu fikir onları şuursuzca hayatları boyunca şuraya buraya sürükler ve bu böyle, arzularına göre, bir iş buluncaya kadar devam eder. Bundan sonra da artık kafalarına ihtiyaçları kalmamıştır.
Hayret ettiğim bir şey vardı: âmirini, sırf dayak yemek için öldüren bir adam, hapishanede nasıl oluyor da böyle kuzu gibi, hiç sesini çıkarmadan sopa altına yatıyordu? Kaçırdığı şarap yüzünden yakalandığı vakit dayak yediği olurdu. Bir sanatı olmayan diğer sürgünler gibi, Petrovda bazan, şarap kaçakçılığı yapardı. Ama sopa altına yatarken, buna, gönül rızasıyla katlanıyormuş gibi bir hali vardı. Durumundan, bu »cezaya müstahak olduğunu kabul ettiği, aksi takdirde, öldürseler bile, böyle şeye rıza göstermiyeceği anlaşılıyordu. Hayretimi uyandıran bir nokta daha vardı. Bu, Petrov’un bana gösterdiği samimiyete rağmen öte beri çalışmasıydı. Bu hal ona vakit vakit gelirdi.
Birisine götürmek üzere verdiğim İncilimi iç eden de oydu. Yürüyeceği yol, birkaç adımlıktı. Ama Petrov, yolda bir alıcıya raslamış, hemen kitabı ona satıvermişti. Aldığı parayı da derhal içkiye verdi. Şüphe yok ki, o gün bunu yapmağı pek canı çekmişti; bu derece arzulanan şey de mutlaka elde edilmeliydi, îşte böylesi, bir şişe içkiye vereceği bir yirmi beş köpeklik için kolayca adam öldürür. Halbuki başka zamanda »önünden binlerce ruble geçer de bakmaz bile. Akşam, hırsızlığını kendisi anlattı. Anlatırken de ne utanma, ne de pişmanlık göstermişti. Gündelik bir vakadan bahseder gibi, gayet soğuk kanlıydı. Onu iyice haşlamaya başladım. Doğrusu, incilime pek acımıştım. Petrov, hiç kızmadan, gayet uslu beni dinliyor; incilin çok faydalı bir kitap olduğunu da kabul ediyor, bu kitaptan yoksun kaldığım için benim hesabıma içten üzülüyordu. Ama kitabı çaldığı için asla pişmanlık duymuyordu. Bu yönden o kadar kesin bir tavrı vardı ki, azarlamayı derhal kestim.
Petrov’un, hiddetime sabır ve tahammülünün sebebi de, herhalde, böyle bir hareketi hoş görüp, kızmamanın elde olmayışına hak vermesiydi. “Varsın azarlasın da içinin zehrini döksün bari!… Yoksa aslında iş, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar saçma bir şey; ciddî bir adamın üzerinde durmasına değmiyecek kadar saçma… ” diye düşündüğü her halinden belli oluyordu.
Petrov, galiba, beni çocuk, hattâ dünyada en basit şeylere aklı ermiyen bir bebek sanıyordu. Meselâ, onunla bazan bilim ve kitap dışı bir konu üzerine konuştuğumuz vakit, sorularımı gayet kısa cümlelerle, belli ki, nezaket gereğince cevaplandırırdı. Birçok defa kendi kendime sorardım: benden istediği bu koyu bilgileri ne yapacak bu adam? Hattâ konuşmalarınız sırasında onu göz uciyle süzerdim. Sakın benimle alay etmiş olmasın!… Hayır. Ciddî ve dikkatle dinliyordu. Ama, pek o kadar da değil ya… ve bu hal, beni bazan kızdırırdı. Suallerini doğruca, açıkça sorardı. Ama, verdiğim cevaplara pek hayret etmez, hattâ biraz dalgın dinlerdi, ihtimal ki, hakkımda uzun boylu kafasını yormadan edindiği fikir şöyleydi. Benimle, başka insanlarla olduğu gibi, konuşulmazdı, kitaplardan başka konulardan anlamadığıma, anlıyacak kabiliyette olmadığıma göre, beni boşu boşuna böyle konularla yormamalıydı. Petrov’un beni sevdiğine emindim, buna hayret de ediyordum. Acaba beni, olgunlaşmamış bir adam sayıyor da, bana, her kuvvetli yaratığın kendisinden za.yıf olana karşı iç güdüsiyle duyduğu bir çeşit merhametle acıyor muydu? Bunu bilemiyorum. Bütün bunlar, onu, ötemi berimi çalmaktan alıkoymuyordu ama soyarken bile bana acıdığından emindim. ihtimal ki, eşyamı kaldırırken: “Bu da, adamım diye, dünyada geziyor!… Daha malını korumaktan âciz…” diye düşünürdü. Fakat, galiba, bunun için seviyordu beni. Bir kere ağzından: “Pek fazla iyi kalblisiniz. O kadar saf, o kadar safsınız ki, size acıyacağım geliyor!” sözlerini kaçırmıştı. Bir dakika sonra da, “Ama sözlerime darılmayınız, Aleksandr Petroviç, içimden geldi de söyledim;” diye ilâve etti.
Bu gibi adamlar, bazan hayatta, bir devrimle, yada herkesin katıştığı bir faaliyetle birden bire sivrilirler, böylelikle mizaçlarına göre bir iş bulmuş olurdar. Çok konuşmazlar, ne de herhangi bir işin düşünceden iş alanına çıkmasında öncülük edebilirler. Fakat baş icraatçı olurlar, bunu herkesten önce de yaparlar, işte, gürültüsüz, nümayişsiz girişirler, daima ön safta, her türlü engelin ortadan kaldırılması için uğraşırlar. Bunu düşünmeden, korkmadan, tehlikenin ağzına dosdoğru atılarak yaparlar. Geri kalanlar da bunların arkasından, gözleri kapalı, sonuna kadar giderler, çoğa zaman da hayatlarına veda ederler.
Petrov’un sonunun iyi olacağına inanmıyorum. Mutlaka, vadesi geldiği anda her şey bitiverecektir onun için… Hâlâ yaşıyorsa, demek henüz sebep ortaya çıkmamıştır. Ama, kim bilir? Belki de saçları beyazlaşıncaya kadar yaşar, gayesiz şurada burada dolaşarak ihtiyarlayıp eceliyle ölür. Fakat yine de, bence, M. nin, Petrov’un hapishanenin en azimli adamı olduğu hakkındaki sözleri, doğrudur.

Fyodor Dostoyevski
Ölü Bir Evden Hatıralar
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz