Dostoyevski’nin “Ezilenler” adlı eserinden bir bölüm: Smith’in torunu öksüz kızın çilesi

Kapının açıldığını duyunca hızla arkama döndüm. Uzunca bir süre kimse görünmedi. Kapı kendiliğinden açılmıştı sanki. Neden sonra eşikte garip bir yaratık belirdi. Karanlıkta bir çift göz durmadan bana bakıyordu. Sırtımdan soğuk terler boşandı. Çok korkmuştum, ama hemen sonra karşımda duranın bir kız çocuğu olduğunu farkettim.
O anda bu tanımadığım çocuğun garip görüntüsü yerine iki gün önce ölen ihtiyar Smith’in kendisi karşıma çıkmış olsaydı, bu kadar korkmazdım.Küçük kız sessizce yaklaşıp önümde durdu. Daha ağzından tek söz çıkmamıştı. Çocuğa daha dikkatlice baktım. Oniki, onüç yaşlarında, ağır bir hastalıktan yeni kalkmış gibi çok zayıf, solgun, ufak tefek bir kızdı. İri, kara gözleri ise tersine, son derece canlı, parlaktı. Sol elindeki eski, yırtık bir atkıyla akşam serinliğinde üşümüş göğsünü örtüyordu. Giysileri parça parçaydı. Tarak yüzü görmemiş gür, siyah saçları dağınıktı, iki dakika kadar böylece karşılıklı bakıştık. Sonunda, boğazı ağrıyormuş gibi, ancak duyulabilecek kısık bir sesle: “Dedem nerde?” diye sordu.  Bu soru o anda bütün korkumu dağıttı. İhtiyar Smith’i soruyordu.”Deden mi?” dedim şaşırarak. “Deden öldü.”

Çocuktan böyle bir soru beklemediğim için boş bulunmuş, söyleyivermiştim. Aynı anda da pişman oldum. Bir dakika daha öylece kımıldamadan durdu. Sonra birden titremeye başladı. Düşmesin diye tutmak istedim. Biraz sonra düzeldi. Geçirdiği sarsıntıyı gizlemek için olağanüstü çaba harcadığı belli oluyordu.
“Bağışla beni, çocuğum!” dedim. “Boş bulundum, birden söyleyiverdim, ama belki de yanılıyorum. Kimi arıyordun? Burada oturan yaşlı adamı mı?”
Bakışları ürkekti. Güçlükle:
”Evet,” diye mırıldandı.
” Adı Smith miydi?”
“Evet.”
“Öyleyse oydu. Evet, öldü. Ama bu kadar üzme kendim. Neden daha önce hiç gelmedin?
Nereden geliyorsun şimdi? Dün gömdüler. Hiç beklenmedik anda, birden ölüverdi…
Demek sen Smith’in torunusun?”
Küçük kız, benim bu bağlantısız ve birbiri ardınca gelen sorularıma hiç karşılık vermedi.
Sessizce arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü. O kadar şaşırmıştım ki, ne başkaca bir şey sorabildim, ne de onu alıkoymaya çalıştım. Kapı eşiğinde durup, hafifçe bana dönerek:
“Azorka da öldü mü?” diye sordu.
‘ ‘Evet, Azorka da öldü.”
Sorusu garibime gitti. Sanki köpeği Azorka’ nın da yaşlı efendisiyle birlikte ölmüş olması gerektiğini kesinlikle biliyor gibiydi.
Odadan çıktı, ardından yavaşça kapıyı kapattı.
İlk şaşkınlığım geçtikten sonra peşinden koştum. Onu böyle bıraktığım için kendime çok kızmıştım. Süzülüp gitmişti sanki; ayak seslerini,sokak kapısının açılıp kapandığını bile duymadım. Bu kadar kısa zamanda merdivenleri inmiş olamazdı. Durup bir süre kulak kabarttım. Hiç ses yoktu. Neden sonra alt katlardan birinde bir kapı açılıp kapandı. Sonra her yer gene sessizliğe gömüldü.
Hızla aşağı koştum. Dördüncü kata gelince durdum. Sahanlıkta birisi saklanıyormuş gibi geldi bana. Gözüm karanlığa alışana kadar el yordamıyla çevremi yoklamaya başladım. Gerçekten de küçük kız bir köşeye çekilmiş, yüzü duvara dönük, sessizce ağlıyordu.
“Dinle beni,” dedim. “Benden korkmamalısın. Sana gerçeği birdenbire söylemem doğru değildi, bu yüzden suçluyum tabii. Deden ölürken senin sözünü ediyordu. Son sözleri hep sendin. Kitapları kaldı, belki de senin kitaplarındır. Adın ne senin?.. Deden diyordu ki, Altıncı Caddede…”
Sözümü tamamlayamadım. Sanki oturduğu yeri bilmemden korkmuştu. Bir çığlık atarak ince, kemikli eliyle beni itti, koşa koşa merdivenlerden aşağı indi. Ben de ardından koştum. Ama sokak kapısına vardığımda küçük kızı göremedim. Voznesenski Caddesi’ne kadar koştum.
Neden sonra tüm çabalarımın boşuna olduğunu anladım. Kız ortadan yok olmuştu.
Ertesi sabah saat on’da evden çıktığımda kapıda dünkü konuğum, Smith’in torunuyla karşılaştım. Neden geldiğini bilmiyordum, ama gelişi beni çok sevindirmişti. Dün kendisini doğru dürüst görememiştim. Şimdi ona gündüz gözüyle bakınca büsbütün şaşırdım.
Gözlerinden duÜstündeki eski, kirli giysi, gün ışığında dünkünden daha da perişan görünüyordu. Bedenini sinsice, yavaş yavaş kemiren onulmaz bir hastalığa tutulmuş olduğu izlenimi uyandı bende.
“İçeri girsene,” dedim.
Kuşkulu gözlerle çevresine bakınarak yavaş yavaş içeri girdi. Dedesinin oturmuş olduğu odayı dikkatle inceliyordu.
“Kitap için geldim,” dedi.
“Ha, evet, kitapların. İşte bunlar, al! Senin için özellikle sakladım bunları.”
“Dedem size benden hiç söz etmiş miydi?”
“Hayır, senden sözetmedi ama…”
“Öyleyse geleceğimi nereden biliyordunuz? Kim söyledi size geleceğimi?”
“Çünkü bana, deden tek başına yaşaya-mazmış gibi geliyordu. Öyle yaşlı ve güçsüzdü ki, birinin gelip onu arayacağım düşünüyordum… Al kitaplarını! Bunlarla ders mi çalışıyordun?”
“Evet. Dedeme geldiğim zamanlar bu kitaplardan ders verirdi bana.”
“Sonradan gelmedin mi?”
“Hayır.” Gelmemesinin nedenini haklı göstermek istercesine: “Hastaydım,” diye ekledi.
“Ailen, anan, baban var mı?”
Birden kaşlarını çatarak korkuyla yüzüme baktı. Sonra başını eğip sessizce arkasını döndü.
Hiç konuşmadan, tıpkı dünkü gibi yavaş yavaş kapıya doğru yürüdü. Şaşırıp kalmıştım.
Kapıya gelince yine eşikte durdu:
“Dedem neden öldü?” diye sordu tutuk bir sesle.
Yanına gidip her şeyi anlattım ona. Sesini çıkarmadan dikkatle dinledi. Yaşlı adamın ölürken Altıncı Cadde’den sözettiğini söyledim.
“Bunun üzerine, o caddede sevdiği insanların oturduğunu düşündüm, gelip kendisini aramalarını bekledim,” dedim. “Son anda seni düşündüğüne göre mutlaka çok seviyor olmalıydı.”
“Hayır,” diye fısıldadı, “hiç sevmezdi beni.”
Çok heyecanlanmıştı. Kendini tutmak için büyük bir çaba harcadığı belli oluyordu. Giderek yüzü sarardı. Alt dudağını ısırıyordu.
“O duvar nerede? “diye sordu.
“Hangi duvar?”
“Dedemin dibinde öldüğü duvar?”
“Gösteririm. Adın ne senin?”
“Gereği yok!”
“Neden?”
“Gereği yok işte. Adımla çağırmazlar çünkü beni.”
Kesik kesik konuşuyordu. Canı sıkılmış gibiydi. Gitmek istedi, ama bırakmadım.
“Dur bakayım, garip kız! Ben sana yalnızca yardım etmek istiyorum. Dün seni merdivenlerde bir köşeye çekilmiş, ağlar görünce yüreğim parçalandı. Hem deden benim kollarımda öldü.
Altıncı Cadde’den sözederken seni düşünmüş olmalı. Seni bana emanet etmek ister gibi bir hali vardı. Deden hep düşlerime giriyor. Kitapları da senin için sakladım, oysa sen benden korkuyorsun. Her halde çok yoksul, öksüz bir kız olmalısın. Belki de başkalarının evinde kalıyorsundur. Öyle mi?”
Onu iyi niyetli olduğuma inandırmaya çalışıyor, bir yandan da, beni bu çocuğa çeken şeyin ne olduğunu kendi kendime soruyordum. Sözlerim ona dokunmuş olmalı; garip garip yüzüme baktı. Ama bu kere bakışları sert değildi. Sonra gene başını öne eğdi.
Hiç beklenmedik bir anda çok hafif bir sesle:
“Helen, “diye fısıldadı.
“Adın Helen mi?”
“Evet.”
“Peki, bundan sonra bana gelecek misin?”
“Hayır, olmaz… Şey… Bilmem ki! Gelirim belki.”
Düşünüyor, karar vermek için kendini zorluyordu. O sırada komşulardan birinin duvar saatinin vurduğu işitildi. Helen yerinden sıçradı. Yüzünde sıkıntılı, acılı bir ifade vardı.
” Saat kaç?” diye sordu alçak sesle.
“Onbuçuk olmalı,” dedim.
“Aman Tanrım!” diye haykırdı korkuyla ve hızla kapıya doğru koştu. Onu holde yakaladım.
“Seni böyle bırakamam,” dedim. “Neden korkuyorsun? Geç mi kaldın?”
“Evet, evet, turşu almaya çıkmıştım,” dedi soluk soluğa. “Bırakın gideyim, dövecek beni!”
Anlaşılan bu sözleri istemeyerek ağzından kaçırmıştı. Elimden kurtulmaya çalışıyordu.
“Dur, dinle beni. Bu kadar direnmenin gereği yok. Altıncı Cadde’ye gideceksin, değil mi? Ben de o yöne gidiyorum. Kendi işim için. Arabayla daha çabuk varırız oraya. Haydi, gidelim!” Koşarak aşağı indik, ilk rastladığımız arabayı durdurduk. Helen benimle arabaya binmeye razı olduğuna göre, gideceği yere çok çabuk varması gerekiyordu, İşin garibi, ona soru sormaya da cesaret edemiyordum. Kaldığı evde bu kadar korktuğu insanın kim olduğunu sorduğum zaman, elini sallayarak soruma karşılık vermek istemediğini belirtti. Hatta bu yüzden arabadan aşağı atlıyordu neredeyse.
Sonunda Altıncı Cadde’nin başına vardık. Arabayı durdutarak aceleyle indi, tedirgin gözlerle çevresine bakındı.
“Gidin siz! Sonra gene gelirim,” dedi. “Hemen gidin buradan!”
Yoluma devam ettim. Ama kıyı boyunca biraz ilerledikten sonra arabadan atlayıp koşarak Altıncı Cadde’ye döndüm. Yolun karşı kaldırımında yürümeye başladım. Helen’i görmüştüm. Hızlı hızlı yürüdüğü halde fazla uzaklaşmamıştı. Hatta onu izleyip izlemediğimi anlamak için dönüp arkasına baktı. Hemen bir evin girişine sığınarak gizlendim. Beni görmedi.
Çok meraklanmıştım. Hiç olmazsa hangi evde oturduğunu öğrenmeye kesin kararlıydım.
Ben kapının önünde durmuş, yazıyı okumaya çalışırken, avludan önce bir kadın çığlığı,ardından da bir sürü küfür duyuldu. Avlu kapısından içeri baktım. ‹st kata çıkan tahta merdivenin basamaklarından birinde, başında hotozu, omuzlarında yeşil salıyla şişman bir kadın, elini beline dayamış duruyordu. Yüzü kahverengi kırmızı arası iğrenç bir renk almıştı.
Şişmiş, kanlanmış küçük gözleri öfkeyle parlıyordu.
Daha öğlen bile olmamıştı, gene de şişman kadının sarhoş olduğu her halinden anlaşılıyordu. Kadın, elinde çanak, korkuyla karşısında duran Helen’e ciyak ciyak bağırıyordu.
O sırada bodrum katına inen merdivenin kapısı açıldı. Basamaklarda, anlaşılan gürültüyü duyarak kapıya çıkmış olan yoksul giyimli, orta yaşlı, sevimli bir kadın belirdi. Alt katta aralanan bir kapıdan da evin öbür kiracıları olan çok yaşlı bir adamla genç bir kız bakıyorlardı.

Öksüz Kızın Çilesi

 Herhalde evde uşak olarak çalışan iri yarı bir köylü elindeki süpürgeyle avlunun ortasında durmuş, olup bitenleri umursamazlıkla seyrediyordu.
“Seni gidi hain sülük, pis yaratık!” diye haykırıyordu şişman, sarhoş kadın. “Demek sana yaptığım iyiliğe böyle karşılık veriyorsun ha, pis pasaklı! Turşu almaya gönderdim diye hemen fırsat bilip sıvışıverdin gene ha! Nerelere gidiyorsun bakalım, söyle! Nerelere gidiyorsun, ha? Kimin yanına? Söyle, yoksa seni şuracıkta gebertirim!”
öfkeden kuduran kadın zavallı kızın üzerine atılmak istedi, ama alt katta oturan kiracı kadının merdivenlerden çıkarken kendisine baktığını görünce durdu. Kiracı kadın saygılı bir sesle:
“Neden kendinizi bu kadar üzüyorsunuz?” diye sordu öfkeden çılgına dönmüş şişman kadına.
“Bu kadar canınızı sıkacak ne yaptı ki?”
“Ne mi yaptı? Daha ne yapsın, ayol! Turşu almaya gönderdim, kaç saatte döndü. Karşı gelinmesini sevmem ben. Ne istiyorsam, dediğim yapılmalı! Anasının on dört lira borcunu bağışladım, cenaze masraflarını ödedim, sokaklarda sürünmesin diye bu şeytan suratlı piçi yanıma aldım. Hepsini sen de biliyorsun, komşucuğum. Bütün bunlardan sonra üzerinde bir parçacık hakkım olmasın mı? Bana teşekkür edeceği yerde hep karşı koyuyor. Bu dinsize giysiler, ayakkabılar aldım, gelinler gibi süsleyip püsledim. Ne yaptı beğenirsiniz a dostlar?”
Sarhoş kadın kiracılara dönerek öfkeli, cırlak sesiyle yeniden bağırmaya başladı:
“Ne yaptı dersiniz? İki gün içinde o güzelim entariyi parça parça etti. Şimdi de böyle geziyor işte! Düşünün bir, isteyerek, bilerek yırttı üstündekini. Gözümle gördüm. Partal gezer de, güzel patiska entariler giymezmiş! O zaman artık ben de kendimi tutamayarak bir güzel patakladım. Ceza olsun diye yerleri sildirttim.
İnanır mısınız, sildi, gıcır gıcır yaptı yerleri. Biliyorum, beni kızdırmak için böyle pırıl pırıl yaptı. Daha ben, ‘artık durmaz yanımda, kaçıp gider,’ diye düşünürken gerçekten de kaçmaz mı? Siz de duydunuz ya, dün nasıl dövdüm. Dayak atmaktan ellerim patladı. Ayakkabılarını, çoraplarını alıp sakladım. Ama bugün gene kaçtı işte! Nerelerdeydin ha? Konuşsana! Kimlere şikayet ettin, gene kimlere fitneledin beni?”
Kadın kendinden geçerek, korkudan taş kesilmiş Helen’in üzerine atıldı, saçlarından yakalayıp yere çarptı. İçinde hıyar turşuları bulunan çanak Helen’in elinden fırladı, yere düşüp parçalandı. Bu, sarhoş kadını büsbütün kudurttu. Kızcağızın yüzüne, kafasına vuruyordu.
Helen bütün bunlara inatla direniyor, ağzından tek söz, en küçük bir yakınma çıkmıyordu.
Öfkemden her şeyi unutarak avluya daldım, sarhoş kadının üzerine yürüdüm.
“Ne yapıyorsunuz? Çıldırdınız mı siz?
Öksüz bir çocuğa böyle davranılır mı?” diye bağırarak kudurmuş kadını kolundan yakaladım.
Bunun üzerine kadın, Helen’i bırakıp ellerini beline dayayarak çığlık çığlığa:
“Bu da nesi?” diye haykırmaya başladı. “Siz de kim oluyorsunuz? Ne işiniz var benim evimde?”
“Bu zavallı çocuğa böyle davranmaya utanmıyor musunuz?” diye bağırdım bende. “Çocuk sizin değil ki! Daha şimdi onun öksüz olduğunu, yanınıza aldığınızı söylediniz!”
“Hey Tanrım! Sen de nerden çıktın başıma be herif! Onunla birlikte geldin, değil mi? Şimdi gösteririm ben sana. Polis çağıracağım hemen. Buranın komiseri hanımefendiler gibi saygı gösterir bana. Herhalde bu kaltak turşu almayı bahane ederek sana gitti. Üstelik yabancı bir eve girip rezalet çıkarmaya kalkarsın ha! Polis! Polis!”
Sarhoş kadın bir yandan bağırıyor, bir yandan da yumruklarını sıkmış, üzerime saldırıyordu.
O sırada insan sesine benzemeyen garip, korkunç bir çığlık yükseldi. Başımı çevirdim;
deminden beri orada kımıldamadan duran Helen, birdenbire doğal olmayan bir çığlık kopararak kendini yere atıp çırpınmaya başladı.

Yüzü kasılmış, sapsarı olmuştu. Sara nöbeti geçiriyordu. Kiracılardan iki kadın koşarak çocuğu kaldırıp yukarı götürdüler.
Sarhoş kadın hala Helen’in arkasından avazı çıktığı kadar haykırıyordu:
“Geber inşallah! Bir ayda üçüncü nöbeti bu!” Sonra bana döndü: “Sen de defol buradan, pis şarlatan!” diyerek yeniden üstüme saldırdı. Bir yandan da avlunun ortasında dikilip duran uşağa sesleniyordu: “Tembel tembel ne duruyorsun orada? Dışarı atsana şunu! Ne diye para ödüyoruz sanki sana!”
“Çek arabanı bakalım, ahbap!” diye homurdandı uşak. “Haydi, bas git artık buradan!”
Aslında bir şey söylemiş olmak için söylüyordu bunları ya, benim de o anda yapabileceğim bir şey yoktu. Buraya girişimin ne kadar saçma olduğunu görerek avludan çıktım. Ben çıkar çıkmaz, şişman kadın doğruca yukarı kata koştu, ˆşini bitirmiş olan uşak ortada görünmüyordu. Az sonra Helen’i yukarı taşımaya yardım eden kiracı kadınlardan biri merdivenlerden inerek kendi oturduğu daireye yöneldi. Beni avlu kapısında görünce durup meraklı meraklı yüzüme baktı. Kadının sevimli, yumuşak görünüşünden cesaret alarak yeniden avluya girip ona doğru yürüdüm.
“Özür dilerim, size bir şey sormak istiyordum,” diye başladım. “Kimdir bu kız? Bu iğrenç kadın ne yapıyor ona. Yalnızca merak ettiğim için sorduğumu sanmayın, lütfen! Bu kızla daha önce de karşılaşmıştım, ilgimi çekti.”
Kadın elinde olmaksızın:
“Öyleyse, en iyisi bu çocuğu yanınıza alın, ya da ona bir yer bulun, yoksa burada harcanıp gidecek,” diyerek dönüp gitmek istedi.
“Ama bana daha geniş bilgi vermezseniz nasıl yapabilirim bunu?” diyerek kadını durdurdum.
“Dedim ya, onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Herhalde ev sahibi kadın Bubnof şu sarhoş kadın olmalı?”
“Ta kendisi.”
“Peki, bu kız nasıl düştü onun eline? Annesi burada mı öldü?”
“Nasıl düştüyse düştü işte, bize ne bundan!” diyerek yeniden gitmeye davrandı kadın.
“Sizden bir şey daha rica edecektim,” dedim. “Bu konuyla gerçekten çok ilgileniyorum. Belki de kızcağız için bir şeyler yapabilirim. Kimdir bu çocuk? Annesi kimdi, biliyor musunuz?”
“Anladığım kadarıyla yabancıydı, başka bir ülkeden gelmişti. Alt katta, bizim yanımızdaki odada otururlardı. Kadın hastaydı, veremden öldü.”
“Bodrum köşelerinde oturduklarına göre çok yoksuldu herhalde?”
“Hem de nasıl! İnsanın yüreği parçalanıyordu. Bizim de elimizde avucumuzda bir şey yok ki!
Gene de son beş ay içinde altı lira borçlanmıştı bize. Cenaze masraflarını da biz ödedik.
Tabutunu kocam yaptı.”
“Peki, şu Bubnof denen kadın neden ‘cenazeyi ben kaldırdım,’ diyor?”
“Öyle işte, der o!”
“Ölen kadının soyadı neydi?”
“Çıkaramam şimdi, pek karışık bir soyadı vardı. Alman adıydı galiba.”
“Smith mi?””
“Hayır, öyle değildi. Bayan Bubnof, öksüz çocuğu evlatlık diye yanına aldı; öyle söyledi bize.
Ama işin içinde kesinlikle başka şeyler var. Bu kadın kirli işler çeviriyor.” Birden duraksadı, söyleyip söylememesi gerektiğini düşünüyor gibiydi. Sonunda: “Bize ne canım!” dedi.
O sırada arkamızda bir erkek sesi duyuldu:
“Dilini tutsan daha iyi edersin!”
Pijamasının üstüne paltosunu geçirmiş yaşlı bir adamdı konuşan. Konuştuğum kadının kocası olmalıydı. Bana yan yan bakarak:
“Size anlatacak şeyi yok onun, beyim,” diye homurdandı. “Bu işler bizi ilgilendirmez.
Hoşcakalın, beyim! Bizim işimiz tabut yapmak, eğer işiniz düşerse seve seve hizmet ederiz.”
Heyecan ve tedirginlik içinde evden ayrıldım. Şu sırada hiçbir şey yapamazdım. Ama bu işi de böyle yüzüstü bırakmak ağrıma gidiyordu. Hemen ertesi gün, yakından tanıdığım büyük memurlardan Masloboyev’e gidip Helen’ in durumunu anlattım. Bu öksüz kızı Bubnof denen o iğrenç kadının elinden kurtarmak istiyordum. Masloboyev durumu araştırdıktan sonra Helen’in Bubnof’un evinden alınıp benim yanıma verilmesini uygun buldu.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz