Radyo Tiyatrosu Suç ve Ceza: “Aslında toplumu sömüren bütün tefecileri öldürmek lazım!”

Hastalıklı durumlarda görülen düşlerin, belirginlik, açıklık,canlılık ve gerçeğe çok uygun oluş gibi özellikleri vardır. Bazan son derece korkunçtur tablo, ama ortam ve tüm düşünce tasarım süreci öylesine gerçeğe uygun, sanat yönünden tüm tablo ile uyuşan öylesine ince ve beklenmedik ayrıntılarla doludur ki, düşü gören kişinin, Puskin, Turgenyev gibi bir sanatçı bile olsa, uyanıkken böylesine bir tabloyu uydurabilmesi olanaksızdır.
Hastalıklı düşlerdir böylesi düşler, uzun süre unutulmazlar ve düş sahibinin zaten hastalıklı olan yapısı üzerinde derin izler bırakırlar.

Raskolnikov korkunç bir düş gördü. Çocukluğuydu düşünde gördüğü. Raskolnikov yedi yaşında… Bir bayram günü, akşama doğru babasıyla birlikte kent dışında dolaşmaya çıkıyor.
Hava kapalı, boğucu bir sıcak var. Görünüm, tam belleğinde kalan görünümdür, hatta şu anda düşünde gördüğü, belleğindekin-den daha canlı. Kasaba, ötede çırılçıplak görünüyor, çevrede tek bir ağaç bile yok; çok uzaklarda, yerle göğün birleştiği çizginin oralarda küçük bir orman karartısı görülüyor. Kasabanın son evinden birkaç adım ötede bir meyhane var, büyük bir meyhane, babasıyla yürüyüşe çıktıklarında önünden her geçişinde üzerinde tatsız duygular uyandıran, dahası onu korkutan bir meyhane bu. Her zaman kalabalık, her zaman bağırıp çağıran, kahkahalarla gülen, söven, kısık sesle açık saçık şarkılar söyleyen, sık sık dövüşen insanlarla dolu, korkunç suratlı sarhoş birtakım insanlar dolaşır çevresinde… Dolaşırken bunlara rastladılar mı, Raskolnikov babasına sımsıkı sarılır, bütün vücudu titrer. Meyhanenin önünden geçen uyduruk yol hep tozludur ve nedense siyahça bir tozdur bu- Yol, kıvrılarak uzanır ve üç yüz adım kadar ilerde, sağa, kasabanın mezarlığına döner. Mezarlığın ortasında, yeşil kubbeli, tastan bir kilise vardır. Raskolnikov anne ve babasıyla birlikte yılda birkaç kez buraya gelir ve yüzünü bile görmediği büyük annesi için yapılan ayine katılırdı.

Kiliseye gelişlerinde beyaz bir peçeteye sarılı bir tabak içinde bir de kek getirirlerdi. Pirinç ve şekerden yapılan bu kekin üzerinde kuru üzümlerden yapılmış bir haç olurdu. Raskolnikov bu kiliseyi, buradaki eski, kutsal resimleri ve titrek başlı yaşlı papazı severdi. Üzerine bir taş dikili olan büyük annenin mezarı yanında bir de küçük mezar vardı. Raskolnikov’un daha altı aylıkken ölen küçük kardeşinin mezarıydı bu. Anımsamıyordu Raskolnikov kardeşini. Ama ona küçük bir kardeşi olduğunu söylediklerinden beri, mezarlığı her ziyaretlerinde, kardeşinin mezarı basında eğilir, yattığı yeri öper ve saygıyla haç çıkarırdı. Gördüğü düş suydu:
babasıyla mezarlık yolunda yürüyorlar. Meyhanenin önünden geçerken korkuyla babasının elinden tutuyor ve meyhaneden yana bakıyor. Bir tuhaflık çekiyor dikkatini: bu kez içerde sanki büyük bir eğlenti var. Cicili bicili giyinmiş tüccar karıları, köylü karıları, bunların kocaları ve aşağı tabakadan daha bir sürü insan doldurmuş meyhaneyi. Hepsi sarhoş, hepsi şarkı söylüyor. Meyhanenin kapısı önünde bir de araba var. Ama tuhaf bir araba bu. İri kadanaların kosulduğu, ağır yük ve şarap fıçıları taşımaya yarayan arabalardan. Raskolnikov bu • uzun yeleli, kalın bacaklı, güçlü atları seyretmeye bayılırdı: ölçülü adımlarla sakin sakin yürürler ve yüklüyken, yüksüz olduklarından daha rahatlarmış gibi arabaya yığılmış olan dağ gibi yükü hiç zorlanmadan çekerlerdi. Ama şimdi tuhaf şey, bu koca arabaya çelimsiz, açması bir köylü beygiri koşulmuştu; de-mirkırı bir lagar. Büyücek bir odun ya da saman yükü altında , güçsüz güçsüz ilerlemeye çalıştıklarını çok görmüştü Raskolnikov bu atların. Hele araba çamura ya da araba tekerlerinin de-rinleştirdikleri izlere düştüğü zaman iyice güçten düşerler, bu nedenle de mujiklerin acımasız kamçıları şaklardı üzerlerinde. Bazan iyiden acımasız olurdu mujikler, kamçıyı hayvanın yüzüne, hatta gözlerine vururlardı. Çok sevdiği, çok acıdığı hayvanların bu durumu Raskolnikov’u öylesine üzerdi ki, ağlayacak gibi olur, annesi de onu hemen pencereden uzaklaştırırdı. Birden meyhanede bir gürültü koptu; kırmızılı mavili gömlekler giymiş, ceketleri omuzlarında, iri yarı birtakım mujikler, iyice sarhoş, naralar atarak, şarkılar söyleyerek balalayka çalarak meyhaneden dışarı fırladılar. Havuç gibi kırmızı suratlı kalın enseli, gençten bir mujik:
“Hadi herkes binsin!” diye bağırdı. “Herkes binsin, hepinizi götüreceğim!”
Bir anda herkes gülmeye, bağrışmaya başladı:
“Bu lagar mı çekecek bizi?”
“Mikolka, aklını mı kaçırdın aslanım sen? Bu dangalak kısrak bu arabaya koşulur mu hiç?”
“Kardeşler, bu demirkın hiç yoksa bir yirmi yaşında var!”
Herkesten önce arabasına atlayan Mikolka:
“Binin!” diye bağırdı. “Hepinizi götürecek!”
Dizginleri eline almış, olanca heybeliyle öne dikilmişti.
“Doruyu Matvey aldı. Bu namussuza gelince, canıma tak ettirdi artık! Boşuna arpa tüketip duruyor, gebertmek en iyisi. Binin diyorum size! Dörtnala koşturacağım! Koşacak, hem öyle bir koşacak ki!”
Kısrağı hevesle dövmek için kamçısını kaldırdı. Kalabalıktan yine kahkahalar yükseldi.
“Binin millet, ne duruyorsunuz! Baksanıza dörtnala koşturacağım diyor!”
“Ne dörtnalası yahu? Bu hayvanın en aşağı on yıldır tırısa bile kalktığı yoktur!” “Koşacakmıs ya!”
“Acımayın kardeşler, herkes eline bir kamçı alıp hazırlansın!”
“Vurun anasını satayım!”
Güle şakalaşa arabaya doluştular. Altı kişi binmişti, ama arabada daha yer vardı. Aralarına şişman, al yanaklı, sırtında koyu bir sarafan, başında kenarı işlemeli bir başlık, ayaklarında da kaba kunduralar bulunan bir de kadın almışlardı. Kadın ağzında fındık çıtlatıyor, arasıra da gülüyordu. Aslında herkes gülüyordu. Doğrusu, gülünmeyecek gibi de değildi durum: derisi kemiğine geçmiş su acınası beygir, arabayı dolduran bunca insanı dörtnala götürecekti! İki delikanlı da Mikolka’ya yardım etmek için ellerine birer kırbaç almışlardı. Derken, “Deh!” diye bir ses duyuldu. Lağarcık bütün gücüyle asıldı, ama dörtnal şurada dursun, ad yürüyüşe bile kalkamadı. Ayak değiştirir gibi küçük, : kısa adımlarla olduğu yerde sayıyor, sırtında ardı ardına saklayan kırbaçlar altında inliyor, bacakları bükülüyordu.
Arabada-kilerin de, dışardan durumu seyredenlerin de gülüşleri bir kat daha artmıştı. Mikolka iyice kızmıştı, kısrağının dörtnala koşacağına gerçekten de inamyormuş gibi büyük bir öfkeyle ardarda indiriyordu kamçısını.
Kalabalık arasından bir delikanlı da arabadakilere imrenmisti:
“Bırakın, ben de bineyim kardeşler!” diye bağırıyordu.
Atını habire kamçılayan ve artık neyle döveceğini bilemeyecek hale gelen Mikolka da bağırıyordu:
“Binin! Herkes binsin! Hepinizi çekecek! Geberteceğim onu!”
.”Babacığım, babacığım, ne yapıyor bunlar!” diye bağırdı Ras-kolnikov: “Nasıl da dövüyorlar zavallı atı!..”
“Gidelim, hadi gidelim buradan dedi babası. Sarhoş bunlar. Eğleniyorlar akıllarınca. Bakma o yana. Gidelim buradan!”
Ve uzaklaştırmak istedi Raskolnikov’u oradan. Ama o babasının elinden kurtulduğu gibi, kendinden geçmişçesine ata doğru koşmaya başladı. Zavallı beygircik perişan durumdaydı.
Soluğunu tutup bir an duraklıyor, sonra yine asılıyordu arabaya. Ama her seferinde yere kapaklanacak gibi oluyordu.
“Gebertin!” diye bağırıyordu Mikolka. “Artık yeter! Geberteceğim!”
Kalabalık arasından yaşlı bir adam da Mikolka’ya bağırdı.
“Sen Hıristiyan değil misin, mendebur!”
“Böyle bir atcağızın, böyle bir yükü çektiği nerde görülmüş?” diye ekledi bir başkası.
Bir üçüncüsü.
“Öldüreceksin ulan!” diye bağırdı.
“Sana ne! Mal benim!.. Ne istersem yaparım. Daha binin, herkes binsin! Ne pahasına olursa olsun dörtnala kalkmasını istiyorum!..”
Birden müthiş bir kahkaha tufanı koptu ve bütün gürültüleri bastırdı. Üzerinde ardarda saklayan kırbaçlara dayanamayan zavallı kısrak, o perişan haliyle çifte atmaya başlamıştı.
Mikolka’ya bağıran yaşlı adam bile kendini tutamayıp güldü. Nasıl gülmezsin: ayakta zor duran bir beygir sağa sola çifte atıyor!
Derken kalabalık arasından iki genç koptu ve ellerinde birer kırbaç her biri atın bir yanına geçip böğürlerine vurmaya başladılar.
Mikolka bağırıyordu:
“Suratına vurun! Gözlerine gözlerine şöyle!..”
“Haydi bir şarkı söyleyelim kardeşler!” dedi arabadakilerden biri ve hep birlikte aşağılık bir şarkı tutturdular. Kimi ıslıkla eşlik ediyordu şarkıya. Bu arada bir de tef sesi duyulmaya başlamıştı. Köylü karı habire fındık kırıyor, gülüyordu.
Raskolniköv atın yanına koştu, öne geçti. Hayvanın gözüne nasıl vurduklarını gördü.
Ağlamaya başladı. Yüreği kabarıyor, gözlerinden yaslar bosanıyordu. Bu arada kamçılardan biri yüzüne çarptı; ama o hiçbir şey duymamıştı, ellerini uğuşturuyor, bağırıyordu. Başını sallayıp bütün bunları kınayan aksaçlı, ak-sakallı yaşlı adama doğru koştu. Kalabalıktan bir köylü kadın elinden tutup onu uzaklaştırmak istedi, ama o, kadının elinden kurtulup yeniden atın yanına koştu. Hayvan son gücünü harcamaktaydı artık, ama birden yeniden çifte atmaya başladı.
Öfkeden çılgına dönen Mikolka:
“Geberteceğim seni mendebur hayvan!” diye bağırdı. Kamçısını atıp eğildi ve arabanın dibine uzatılmış olan ağır, uzun yedek araba okuna sarıldı; iki eliyle tuttuğu oku güçlükle demirkırı kısrağın başı üzerinde kaldırdı.
Çevreden bağrışıyorlardı:
“Boynunu kıracak!”
“Öldürecek!”
Mikolka da bağırıyordu:
“Mal benim değil mi? İster öldürürüm, ister…”
Ve oku olanca gücüyle hayvanın üzerine indirdi. Boğuk bir ses duyuldu.
Kalabalık arasından sesler yükseliyordu.
“Ne duruyorsunuz millet! Kamçılasamzal.”
Mikolka ise koca araba okunu zavallı lagarın üzerinde yemden kaldırmış ve yeniden olanca gücüyle indirmişti. Bu vuruşla
hayvan olduğu gibi art ayakları üzerine çöküverdi. Ama birden doğruldu ve gösterebileceği son çabayla sağa sola saldırmaya başladı. Ama dört yanındaki tam altı kırbaç göz açtırmadı hayvana. Öte yandan Mikolka da araba okunu yeniden havaya kaldırmıştı, üçüncü, derken dördüncü kez olanca ağırlığıyla indi ok beygirin sırtına. Mikolka bu işi bir vuruşta bitiremediği için kudurmuş gibiydi.
“Amma çıkmaz canı varmış ha!..” diye bağırıyorlardı çevreden.
Meraklının biri de: .
“Öyle ama, bu kez yüzde yüz yıkılacak dedi.” Sonu geldi artık, kardeşler! Bir başka meraklı:
“Baltayla bir vuruşta bitirilir bunun isi!” dedi.
Mikolka öfkeyle:
“Şimdi hapı yuttun iste! Açılın hele!” dye bağırdı, sonra araba okunu elinden fırlatıp yeniden arabanın içine eğildi ve bu kez bir demir küskü çıkardı.
“Değmesin millet” diye bağırıp kuşkuyu var gücüyle hayvanın sırtına indirdi.
Boğuk bir çatırtı çıktı. Zavallı lagar şöyle bir sallandı, sonra arka ayaklan üstüne yığıldı.
Arabayı çekmek için son bir çaba göstermek istediği sırada demir küskü yemden, olanca şiddetiyle sırtına indi. Zavallı beygir, dört ayağını birden kesmişler gibi olduğu yere yığılıverdi.
“İyice bitirelim şunun işini!” diye bağıran Mikolka kendinden geçmişçesine arabadan atladı.
İçkiden suratları kıpkırmızı birkaç sarhoş delikanlı daha ellerine geçen kamçı, sopa, araba oku gibi şeylerle can çekişmekte olan beygire vurmaya başladılar. Mikolka yanda duruyor ve elindeki demir kuşkuyu boş yere hayvanın sırtına indiriyordu. Lagar başını uzatmış, güçlükle soluyordu, az sonra da son nefesini verdi.
Kalabalık arasından sesler duyuluyordu:
“Öldürdü işte!”
“Hani dörtnala koşacaktı?”
Mikolka ise, elinde küskü, gözleri kan çanağına dönmüş, öylece duruyor ve:
“Malbenimdi!” diye söyleniyordu.
Çevresinde öldürebileceği başka bir şey kalmamış olmasına üzülüyor gibiydi.
Kalabalıktan sesler:
“Sen gerçekten de Hıristiyan değirmişsin!” diye bağırdılar Mikolka’ya. Bu kez bağıranlar daha çoktu.
Bu arada zavallı çocuk kendini yitirmiş gibiydi. Bir çığlık atıp, kalabalığı yararak bey gire doğru koştu, onun kan içindeki başına sarılıp, gözlerinden, dudaklarından… öpmeye başladı.
Sonra birden öfkeyle yerinden fırladı, küçücük yumrukları sıkılı, Mi-kolka’nrn üzerine atıldı.
Epeydir oğlunun ardından koşup duran babası onu tam bu sırada yakaladı ve çekip kalabalıktan çıkardı.
“Gidelim artık oğlum, evimize gidelim!”
“Babacığım! Zavallı… Hayvanı… niçin… öldürdüler?”
Soluğu tutuluyor, göğsü daralıyor, sözcükler daralmış göğsünden hıçkırık olarak çıkıyordu.
“Sarhoş bunlar oğlum” dedi babası. “Eğleniyorlar işte… Bizi ilgilendirmez. Gidelim hadi!”
Küçücük kollarıyla babasını kucakladı, ama birden göğsü sıkıştı, soluk almak, bağırmak istedi ve uyandı.
Raskolnikov terden sırsıklam uyandı. Soluk soluğaydı. Yattığı yerden korkuyla doğruldu. Bir ağacın altına oturup derin derin soluyarak:
“Tanrıya şükür, yalnızca bir düşmüş! diye söylendi. İyi ama anlamı ne bunun? Sakın bir nöbet başlangıcı olmasın? Tanrım, ne korkunç bir düştü!..”
Dövülmüş gibi ezik, yorgun duyumsuyordu kendini. Kafası karmakarışıktı, bir karamsarlık çökmüştü içine. Dirseklerini dizlerine dayayıp başını ellerinin arasına aldı.
“Olacak şey mi bu? diye söyleniyordu bir yandan da. Tanrım! Yapabilir miyim ben böyle bir şeyi? Baltayla kadının kafasını parçalamak, ılık, yapışkan kanlar içinde yüzerek, kilitler
kırmak, hırsızlık etmek, tirtir titremek, elimde balta, kanlara bulanmış olarak gizlenmek… Tanrım! Yapabilir miyim hiç ben böyle bir şeyi?”
Bunları söylerken tirtir titriyordu. Sonra doğruldu. Şaşkınlık içindeydi.
“Neler söylüyorum ben! Bütün bunlara katlanamayacağını! zaten bilmiyor muydum? Ne diye üzüp duruyorum böyle kendimi? Daha dün, deneme için gittiğimde kesinlikle anlamamış mıydım dayanamayacağımı? Öyleyse su anda ne oluyor bana? Ne diye kuşkulandım bugüne değin kendimden? Daha dün merdivenlerden inerken, bunun son derece aşağılık, iğrenç, alçakça, alçakça… bir şey olduğunu söylemiyor muydum? Düşüncesi bile tiksindirmiyor muydu, dehşete düşürmüyor muydu beni?.. Hayır, yapamam, dayanamam böyle bir şeye! Şu bir aydır yaptığım bütün hesaplar en küçük ayrıntısına dek doğru olsa bile, hiçbir şeyi unutmamış bile olsam, hayır… yapamam. Tanrım! Yapamam diyorum ama, neden hala kararsızım? Yapamam, dayanamam diyorum ama neden hala…”
Ayağa kalktı, nasıl olup da burada bulunduğuna şaşmış gibi çevresine bakındı ve “T…”
köprüsüne doğru yürümeye başladı. Yüzü kireç gibi olmuştu, gözleri yanıyordu, her yeri sızlıyordu. Ama yine de daha rahat solumaya başlamıştı. Uzun süredir altında ezildiği korkunç bir yükten kurtulmuş gibiydi, içinde bir hafiflik, bir rahatlama duydu. “Tanrım!” diye yalvardı. ” Sen bana yolunu göster! Ben o lanet olasıca hayalden vazgeçiyorum!”
Köprüyü geçerken sessiz, dingin Neva’yi, güneşin kızıl ışıklar içinde batısını seyretti.
Bitkindi, ama yorgunluk duymuyordu. Yüreği bir aydır içinde ezildiği bir bukağıdan kurtulmuştu sanki. Özgürlük! Özgürlük!.. Artık büyülerden, büyücülerden, cinlerden, zebanilerden kurtulmuştu!
Sonraları Raskoinikov bu günleri, bu günlerde basma gelenleri dakikası dakikasına, noktası noktasına anımsadığı zaman, son derece sıradan bir olayı neredeyse bir kör inanç şeklinde, alınyazısını belirleyen şey olarak nitelendirmişti. Bu olay suydu: Böylesine yorgun, bitkin olduğu halde, evine en kestirme yoldan değil de, Samanpazarı’ndan dolaşarak gitmişti. Niçin bu yolu seçtiğini bir türlü anlayamıyor, açıklayamıyordu.

Suç ve Ceza
Fyodor Dostoyevski

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz