Dostoyevski: Bence şeytan diye bir şey yoksa, insan onu, kendine bakarak uydurmuştur

– Bir itirafta bulunmalıyım sana, diye başladı İvan, kişinin yakınla­rını sevebilmesine hiçbir zaman akıl erdirememişimdir. Bence özel­likle yakınlarını sevemez kişi, onları sevemeyince yabancıları da hiç sevemez elbette.

“Merhametli İohanna (bir aziz) ilgili bir yazı okumuştum bir zamanlar. Günün birinde soğuktan eli ayağı tutma­yan, aç bilaç, bir yolcu çalmış kapısını, ısınmak için içeri girmesine izin vermesini dilemiş. Merhametli İohan donmak üzere olan adamı götürüp kendi yatağına yatırmış, sarılmış ona, adamın korkunç bir hastalık sonucu cerahatlanmış, pis kokan ağzına ağzını dayamış, so­luk vermeye başlamış. Bunu kendisi zorlayarak, görevinin sevmek olduğuna inandığı için, dinsel bir ceza kabul ettiği için yaptığı kanı­sındayım. İnsanın sevilebilmesi için yüzünü saklaması gerekir. Yüzü­nü birazcık gösterdi mi sevgi yok olur.

Zosima dede de aynı şeyi birçok kez söylemiştir. İnsan yüzünün, seven tecrübesiz kimselerin çoğunda sevgiyi öldürdüğünü söylerdi. Ama insanlığın da çok çeşitli sevgisi vardır, hem İsa’nın sevgisine benzeyen bir sevgidir bu, biliyorum bunu İvan…
Ne var ki, ben bilmiyorum, anlayamıyorum da… Benim gibi mil­yonlarca insan da bilmiyor. Önemli olan şu, kişioğlunun kötü özel­liklerinden mi ileri geliyor bu, yoksa yaratılışı mı böyle. Bence

İsa’nın insanlara beslediği sevgi, yeryüzü için bir tür mucizedir. Öyle ya, bir yaratıcıydı o. Ama bizler öyle değiliz. Şöyle düşünelim, sözgeli­mi ben çok derinden acı çekiyorum diyelim, ama benim ne denli de­rin bir acım olduğunu başka birisi anlayamaz, çünkü ben değildir o, bir başkasıdır. Hem şu da var, kişioğlu başka birisinin derin acı çektiğini (sanki bu marifetmiş gibi) kabul edemez. Niçin kabul edemez acaba, ne dersin? Çünkü iğrenç kokuyorum, aptal bir yüzüm var, çünkü bir zamanlar ayağına basmıştım… Sonra acının da türleri var­dır: Beni küçük düşürücü bir acıya, sözgelimi açlığa ses çıkarmaz ve­linimetim, ama buna karşılık bir düşünce için çekilen biraz daha soylu bir acıya gelince izin yoktur… pek seyrek razı olur buna. Çün­kü yüzüme bakıp, öyle bir düşünce için acı çeken bir insanda olma­sını hayal ettiği yüze benzetemez. O anda bütün iyiliklerden yoksun eder beni, hem kötülük düşünerek de yapmaz bunu. Dilenciler, özel­likle soylu dilenciler hiç ortaya çıkmamalı, gazeteler aracılığıyla dilenmelidirler. Yakınlarımıza, bazen uzaktan bile, soyut bir sevgi bes­leyebiliriz, ama yakından hemen hiçbir zaman olamaz bu. Her şey ti­yatrodaki, balodaki gibi olsa, dilenciler yırtık pırtık ipek giysileriyle gelseler, zarif danslar ederek dilenseler, eh, o zaman hoşlanılabilir onlardan. Hoşlanılır, ama gene de sevilemez. Artık yeter bu konu. Düşüncelerimi açıklamam gerekiyordu sana, o kadar. Genel olarak kişioğlunun acısından söz etmek istiyordum, ama iyisi mi yalnızca çocukların acılarından konuşalım. Gerçi delil gösterme olanağımı on kat azaltacak bu, ama gene de çocuklardan söz edelim. Bu benim za­rarıma elbette. Bir kere, çocuklar yakından bile sevilebilir. Hatta pis, yüzleri çirkin olanlar (bana sorarsan çocuğun çirkin yüzlüsü olmaz) da sevilebilir. Sonra, büyüklerden söz etmememin, onların iğrenç ol­masından, sevgiyi hak etmediklerinden başka bir nedeni daha var. Cezalıdırlar: Elmayı yiyip iyiyle kötüyü öğrendiler, “Tannlaştılar.” Hâlâ da yemekten vazgeçmiyorlar… Ama çocukların bir şey yedikleri yok, şimdilik suçsuzdurlar. Çocukları sever misin Alyoşa? Sevdiğini biliyorum, şimdi yalnız onlardan söz etmek istememin nedenini de anlıyorsundur. Yeryüzünde onlar da korkunç acılar çekiyorlarsa ba­baları yüzündendir bu, elmayı yiyen babalan yüzünden cezalandırılı­yorlar. Başka bir dünyanın olan bu düşünceyi insan yüreğinin bu dünyada anlayabilmesi olacak şey değildir elbette. Suçsuz, hem de böylesine suçsuz bir yaratığın başkaları yüzünden ceza çekmesi ol­maz! Şaşıracaksın bu sözüme ya Alyoşa, ben de çok seviyorum ço­cukları. Şunu unutma, bazen en kalpsiz, gözü dönmüş, kan emici in­sanlar, Karamazovlar bile çok severler çocukları. Çocuklar çocuk ol­duğu sürece, sözgelişi yedi yaşma dek, insanlardan çı.k uzaktırlar: Bambaşka yaratıklardır sanki. Cezaevinde bir haydut tanımıştım: Soymak için geceleri girdiği evlerin aileleriyle birlikte birkaç da ço­cuk kesmişti. Ama cezaevinde pek sevmeye başlamıştı çocukları. İşi gücü pencereden cezaevinin içinde oynayan çocukları seyrelmekti. Çocukların en küçüklerinden birini penceresinin dibine gelmeye bile alıştırmıştı. Çocuk bayağı seviyordu onu… Bütün bunları sana niçin anlattığımı bilmiyorsun, değil mi Alyoşa? Başımda tuhaf bir ağrı var, içim sıkılıyor. Alyoşa endişeyle:
– Yüzün değişti dedi, kendinde değilsin sanki.
İvan Fyodoroviç, kardeşinin söylediğini duymamış gibi sürdürdü anlatmasını:
– Sırası gelmişken söyleyeyim, Moskova’da bir Bulgar, Çerkezlerin, Bulgaristan’da Slavların baş kaldıracaklarından korktukları için bütün ülkede yaptıklarını anlatmıştı bana: Yakıyor, yıkıyorlarmış; kadınları, çocukları öldürüyorlar, suçluları kulaklarından tahta perdelere çivili­yor, sabaha dek orada öyle bırakıyor, sabah da asıyorlarmış, vb., vb.,

akıl alacak şeyler değil bunlar. Kişioğlunun zalimliğine “canavarca” diye bir sıfat yakıştırılmıştır, ama canavarlara büyük bir haksızlıktır bu: Hayvan, hiçbir zaman insan kadar zalim, bu işlerde usla olamaz. Kaplan yalnızca parçalar, dişleriyle etlerini kopara kopara yer, bitirir avını, elinden gelen budur. Yapabilecek, elinden gelecek bile olsa, in­sanları kulaklarından çivilemeyi aklının ucundan geçirmez. Bu adam­lar çocuklara, onları analarının karnında hançerlenıekten tut da, me­me çocuklarını annelerinin gözü önünde havaya atıp aktan süngüyü saplamaya kadar her şeyi yapmışlar. Annelerinin gözü önünde olması en büyük zevki veriyormuş onlara. Bak merakımı en çok çeken sahne hangisi. Düşün bir kez, korkudan tir tir titreyen bir anne, kucağında yavrusu, içeriye dolan düşman askerleri… Biraz eğlenmek istiyor can­ları: Bebeği okşuyorlar, gülsün diye kahkahalarla gülüyorlar, istedikle­ri oluyor sonunda… bebek gülüyor. Bu anda askerin biri tabancasını iki adımdan yüzüne doğrultuyor. Çocuk kahkahalarla gülüyor, taban­cayı yakalamak için yumuk yumuk ellerini uzatıyor… tanı o anda ar­tist tetiği çekiyor… Güzel bir sahne değil mi?
Niçin anlatıyorsun bütün bunları ağabey? diye sordu Alyoşa.
Bence, şeytan diye bir şey gerçekte yoksa, kişioğlu uydurımışsa onu, kendine bakarak, kendisini örnek alarak uydurmuştur.
– Yani Tanrı gibi.

İvan gülümsedi.
Hamlet’e Polonius’un dediği gibi, taşı gediğine yerleştirmeyi çok iyi beceriyorsun. Kendi sözümle yakaladın beni, ama olsun varsın, memnunum. Kişioğlu kendisini örnek alarak yaratmışsa, iyidir senin Tanrın. Bütün bunları niçin anlattığımı soruyorsun: Gördüğün gibi, birtakım küçük olayları biriktiriyorum. İnanır mısın, gazetelerden,

kitaplardan bu çeşit küçük olayları kesip alıyor, ya da defterime not ediyorum. Oldukça zengin bir koleksiyonum var. Yukarıda anlattığım olay da girdi koleksiyona kuşkusuz… Ama yalancıdır onlar. Bi­zim yaptığımız, Çerkez’lerinkini bastıracak olaylardan da var kolek­siyonumda. Bilirsin, bizde sopa, kırbaç çok geçerlidir, ulusal bir özel­liğimiz olmuştur artık: İnsanları kulaklarından çivilemek anlamsız bir şeydir bizde, ne de olsa Avrupalı sayılırız, ama sopada, kırbaçta bizim olan bir şey vardır. Bırakamayız ikisini. Avrupa’da dayak kalk­mış, sözde hiç kimseyi dövmüyorlarmış artık. Anlayış mı düzelmiş, yoksa insanın başka bir insanı kırbaçlamasını yasaklayan yasalar mı çıkmış, her neyse, bu kez bizdeki gibi ulusal bir yol bulmuş onlar da kendilerine… Öylesine ulusal bir yol ki, her ne kadar elinde kıpırda­ma başlayalı beri toplumumuzun üst tabakalarında benimsenmek is­teniyorsa da, bizde yerleşemez gibi geliyor bana. Fransızca’dan çev­rilmiş nefis bir broşürcük var elimde: Daha pek yakında, topu topu beş yıl önce, sanırım ancak idam edilmeden kısa bir zaman önce töv­bekar olmuş, Tanrıyı tanımış, Rişar adında, yirmi üç yaşında bir haydutun, bir katilin idam edilişini anlatıyor. Rişar piçmiş, daha altı ya­şındayken İsviçreli bir dağ çobanı ailesine armağan etmişler onu, ço­ban ailesi işte kullanmak için büyütmüş Rişar’ı. Çocuk yabani bir hayvan yavrusu gibi yetişmiş. Çobanlar hiçbir şey öğretmemişler ona, hatta daha yedi yaşındayken yağmurlu, soğuk havalarda yarı çıplak, yarı aç, sürünün başında yollamaya başlamışlar onu. Bunda bir kötülük bulmuyorlarmış elbette. Tersine, yaptıklarının doğru ol­duğuna inanıyorlarmış. Rişar bir eşya gibi armağan edilmemiş iniydi kendilerine… yemek vermeyi bile gereksiz buluyorlardı ona. Rişar şöyle anlatıyor: “İncil’deki yolunu şaşırmış evlat gibi müthiş yemek istiyordum; satış için semirtilen domuzların kepek bulamacına bile can atıyordum, onu bile vermiyorlardı. Domuzların yemliğinden ça­lınca da dövüyorlardı. Çocukluğum, delikanlılık çağım böyle geçti. İyice büyüyüp, güçlenip kendim hırsızlığa çıkıncaya dek çektim bunları.” Yabani genç Cenevre’ye gelip bir işe girmiş, gündelik ka­zancını içkiye veriyormuş, yabani bir hayvanmkinden iarksızmış ya­şayışı. Sonunda yaşlı bir adamı öldürüp soymuş. Yakalamışlar onu, idam cezası vermişler. Bu gibi durumlarda fazla duygulu davranmaz­lar orada. Cezaevindeyken Rişar’ın çevresini bir sürü Protestan papa­zı, türlü dinsel kuruluşların üyeleri, yardımsever bayanlar v.b. sarmış. Okuma yazma öğretmişler ona, İncil’i anlatmışlar, vicdanını uyandırmışlar. Birçok düşünceler aşılamışlar, öğütler vermişler ona. Ezmişler onu. Durmadan gevezelik etmişler anlayacağın, sonunda mağrur bir tavırla itiraf etmiş suçunu adamcağız. Mahkemeye bir ya­zı yazarak kendisinin bir canavar olduğunu, ama sonunda mutluluğa eriştiğini, Tanrının onu ışığa kavuşturduğunu bildirmiş. Cenevre ayağa kalkmış, dindar, iyi yürekli Cenevreliler cezaevine koşmuş. Sa­rılıp kucaklamışlar, öpmüşler Rişar’ı: “Kardeşimizsin sen bizim, Tan­rı ışığa kavuşturdu seni!” Rişar duygulu duygulu ağlarmış hep: “Evet, kutsal ışığa kavuştum! Çocukluğumda, ilk gençlik yıllarında domuz yemini çalıp yemeye fırsat arardım, oysa şimdi kutsal ışığa kavuştum, Tanrının kulu olarak öleceğim” -“Evet, Rişar, Tanrının kulu olarak öl! Kan döktün, Tanrının adına ölmek gerekiyor! Do­muzların yemine göz diktiğini, hayvanların yemini çaldın diye dayak yediğin (çok kötü bir hareketti bu, hırsızlık yasaktır dinde) zaman­lar, Tanrıyı tanımadığın için suçsuzsun, olsun varsın, kan döktün, öl­men gerekiyor.” Son gün gelmiş. Rişar durmadan ağlıyor, “Bu benim en mutlu günüm, Tanrıya gidiyorum!” diye yineliyormuş durmadan. “Evet” diye bağırıyormuş papazlar, yargıçlar, yardımsever bayanlar, “senin en mutlu günün bu, Tanrıya gidiyorsun çünkü!” Kimi arabay­la, kimi yayan, hep birlikte Rişar’m bindiği cezaevi arabasının arka­sından yürüyorlarmış. Giyotinin yanına geldiklerinde “öl, kardeşi­miz,” diye bağırmaya başlamışlar Rişar’a, “Tanrı adına öl, çünkü sen de kavuştun kutsal ışığa!” Kardeşlerinin öpücükleri arasında Rişar kardeşi merdivenlerden çıkarmışlar, başını bıçağın altına koymuşlar, kutsal ışığa kavuştuğu için boynunu gene kardeşçe uçuruvermişler. Son derece ilginç bir olay bu. Broşürü, Protestanlığı savunan yüksek tabakadan birtakım Rus hayırseverleri Rusça’ya çevirmiş, Rus halkı­nın aydınlatılması için parasız olarak gazetelere, dergilere dağıtmış. Rişar olayının özelliği ulusal olmasındadır. Kutsal ışığa kavuştu, kar­deşimiz oldu diye bir kardeşimizin boynunu uçurmak gerçi anlamsız bir davranıştır bizim için, ama gene söylüyorum, bizim de bundan aşağı kalmayan kendi usullerimiz vardır. Biz eskiden beri dövmekten zevk duyarız. Nekrasov’un bir şiiri vardır: Bir köylünün, atının göz­lerine, “tatlı bakışlı gözlerine” kırbaçla nasıl vurduğunu anlatır. Bil­meyen var mı bu şiiri. Rusluk budur işte. Arabasına taşıyabileceğin­den fazla yük vurulmuş zavallı at çamura batmış, arabayı çıkarama­maktadır. Köylü yapıştırır kırbacı, öfkeyle, ne yaptığım bilmeden vu­rur, dövmenin verdiği zevkten sarhoş olmuş, vargücüyle, habire vu­rur: “Gücün yetmese bile çıkaracaksın bu arabayı, gebersen de çıka­racaksın!” Zavallı at çırpmır, köylü bu kez, kendini korumaktan yok­sun hayvanın ağlamaklı “tatlı bakışlı gözlerine” vurmaya başlar. At, son bir gayretle çekip çıkarır arabayı, eve kadar hep titreyerek, hiç soluk almadan, tuhaf bir biçimde yan yan, seke seke yürüyerek; ga­rip, çirkin bir biçimde gider. Nekrasov pek müthiş anlatmıştır bunu! Oysa yalnızca bir attır bu. Tanrının kırbaçlanmak için yarattığı bir at… Tatarlar böyle akıl verdiler bize, kırbacı da armağan bıraktılar…
Ama yalnız atlar değil, insanlar da kırbaçlanabilir. Sözgelimi, aydın, okumuş bir bey eşiyle birlikte yedi yaşındaki öz kızını kırbaçlıyor. Ayrıntılarıyla yazmışımdır bunu defterime. Kırbacın kaim olmasın­dan hoşnuttur beybaba. “Daha oturaklı” olurmuş, öz çocuğuna “oturtmaya” başlamış böylece. Kırbacı her indirişinde kendinden da­ha bir geçen kimseler tanırım. Bir dakika, beş dakika, on dakika kır­baçlar, gittikçe hızlanır, kızışırlar. Çocuk bağırır, sonunda sesi kısılır zavallının, solumaya başlar: “Baba, baba, babacığım, babacığım!” Bu anlattığım olay uğursuz, çirkin bir rastlantıyla mahkemeye aksetmiş. Adam bir avukat tutmuş. Rus halkının avukatlara “ablakat-kiralık vicdan” adını takması hayli eskidir. Avukat, adamı savunmak için yırtınıyormuş. “Öylesine basit, olağan bir olay ki bu, ama ne yaparsı­nız, günümüzün yüzkarası, mahkemeye kadar geldi, bir baba kızını dövmüş hepsi o!” Jüri yeter bulmuş bu sözleri, odalarında toplanıp, adamın suçsuz olduğuna karar vermişler. Zavallı adamın kurtulması­na sevinen halk sevinç çığlıkları atmış. Eh, ben yoktum orada, olsay­dım, bu canavarın adına bir öğrenci bursu konulmasını önerirdim!.. Hoş tablocuklardır bunlar. Ama çocuklarla ilgili daha güzelleri de var bende Alyoşa. Rus çocukları üzerine çok, pek çok olay topladım. Beş yaşında küçük bir kız çocuğundan anne babası nefret ediyormuş. Hem “okumuş, saygıder, memur kişiler”miş. İnsanların çoğunluğu­nun önemli bir özelliğinden söz ediyorum sana: Çocuklara, yalnızca çocuklara işkence etmek tutkusudur bu. Böyleleri, her çeşit insana karşı son derece uygar, insanca kibar davranırlar da, çocuklara işken­ce etmeye bayılırlar. Hatta kendilerine bu zevki tattırdıkları için se­verler onları… Bu canavarları çeken, çocukların kendilerini koruya­mamaları, melekçe saflıkları, kaçıp gidebilecek bir yerlerinin bulun­mayışıdır. İşte bütün bunlar canavarın iğrenç kanını kaynatır. Hiç kuşku yok ki, her insanın içinde bir öfke canavarı, acı çeken kurba­nın haykırışlarından aşırı zevk duyan bir şehvet canavarı, zincirin­den boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böb­reklerin v.b. verdiği acılarla beslenen bir canavar yatar. Bu okumuş, aydın ana baba daha beş yaşındaki zavallı kızlarına her çeşit işkence­yi, acıyı tattırmışlar. Niçin olduğunu kendileri de bilmeden tokatlı­yorlar, kırbaçlıyorlar, tekmeliyorlarmış. Her yanı çürük içindeymiş zavallının. Sonunda işi en yüksek düzeye çıkarmışlar: Dondurucu soğuk geceler helaya kapatıyorlarmış onu. Gece çişe kalkmak iste­mesin diye (beş yaşındaki bir çocuk melekler gibi mışıl mışıl uyur­ken uyanıp da çişinin geldiğim söyleyebilirmiş de sanki), evet sırf bunun için çocuğun pisliğini yüzüne sürüyorlarmış, yemeye zorluyorlarmış kendi pisliğini. Düşün, bir anne, evet bir anne öz evladına yapıyor bunu! O iğrenç yere kapatılan zavallı yavrunun iniltileri işitilirken de sıcak yatağında rahat rahat uyuyabiliyormuş! Başına gelen­leri henüz anlayamayan küçücük bir yaratığın o pis yerde, soğukta, karanlıkta, sızlayan göğsüne minnacık yumruğuyla vurmasının, içli içli ağlamasının, “Allah Baba”ya onu kurtarması için yalvarmasının ne demek olduğunu biliyor musun!.. Bu korkunç, yürekler parçala­yıcı durumu düşünebiliyor musun kardeşim? Rahip adayım benim, anlayabiliyor musun? İnsanın içini sızlatan bu felaketin olması pek mi gereklidir? Bu olmasa, kişioğlunun yeryüzünde yaşaması da ola­maz diyorlar, çünkü iyiyle kötüyü öğrenemezmiş. Böylesine pahalıya oturuyorsa, Allahın belası bu iyilikle kötülüğü ne diye öğrenmeliyiz? Küçücük bir çocuğun “Allah Baba”sına yalvarırken döktüğü gözyaşı dünyanın tüm bilgilerine bedeldir… Büyüklerin çektiklerinden söz etmiyorum, elmayı yediler onlar, cehennemin dibine kadar yollan var! Ne halleri varsa görsünler, ama bunlar, bunlar! Canını mı sıkı­yorum Alyoşa, iyi değilsin sanki, istemiyorsan susarım.
Önemli değil, diye mırıldandı Alyoşa. Ben de acı çekmek istiyorum. Bir, yalnızca bir olay daha anlatacağım sana. Pek ilginç pek değişik bir olay bu… Hem yakında okudum, eski defterleri karıştıran dergileri­mizden Arşiv’de mi Geçmiş Zaman’da mı okumuştum, unuttum, bak­mak gerek. Yüzyılımızın başında geçiyor olay. Toprağa bağlı köylülerin bulunduğu devrin en karanlık, en kötü günleri… Yaşasın halkın kurta­rıcısı!* O sıralar, yani yüzyılın başlarında sözü geçen, son derece var­lıklı, toprak sahibi bir general emekliye ayrılmış. O da, adamlarının, kölelerinin tek sahibi olmayı hak ettiğine inanarak görevden ayrılanlardanmış. Az da olsa vardı böyleleri o zamanlar. General iki bin kölesi olan köyüne gidip yerleşmiş, bir çalımı varmış ki sorma; daha az var­lıklı komşularını küçük görüyor, onlara birer yanaşması, soytarısı gö­züyle bakıyormuş. Yüzlerce av köpeği besliyormuş, hepsi resmi giysili, yüze yakın da atlı köpek bakıcısı varmış. Uşakların birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuğun attığı bir taş, generalin sevgili köpeklerinden biri­nin ayağına gelmiş bir gün. “Sevgili köpeğim niçin topallıyor?” Küçük çocuğun taş attığını bildirmişler ona. General yukarıdan aşağı süzmüş çocuğu, “Sen yaptın bunu ha, tutun onu!” Annesinin elinden almışlar çocuğu, ahıra kapamışlar, sabah gün ağarırken general tüm hazırlıkları tamam, av için çıkmış, atına binmiş. Hizmetçileri, köpekleri, köpek bakıcıları, avcıları, hepsi atlı olarak çevresindeymiş. Uşakları ibret ol­sun diye toplamışlar. En önde de suçlu çocuğun annesi… Çocuğu dışa­rı çıkarmışlar. Puslu, soğuk bir sonbahar sabahıymış, av için bulunmaz bir gün… General çocuğu soymalarını buyurmuş, çocukcağızı çırılçıp­lak etmişler. Tir tir titriyormuş, korkudan dili tutulmuş, ağzını açmaya cesareti yokmuş… “Koşturun onu!” diye komut vermiş general, köpek bakıcıları “Koş, koş” diye bağırmaya başlamışlar, çocuk, başlamış koş­maya… “Tut!” diye haykırmış general, zağarlarını peşinden salmış. Anasının gözü önünde köpeklere parçalatmış yavrusunu!.. Sanırım mahkemeye vermişler adamı. Eh işte… ne yapmalı ona? Kurşuna mı dizmeli? Hak yerini bulsun, içimiz rahat olsun diye kurşuna mı dizmeli? Söyle Alyoşa?

Alyoşa bitik, acı bir gülümsemeyle ağabeyine baktı,
– Evet, kurşuna dizmeli! diye mırıldandı.

İvan tuhaf bir coşkunlukla bağırdı:
– Aferin! Sen de böyle söyledikten sonra, demek ki… Ah seni gidi keşiş seni! Demek içinde bir şeytan yatıyor Alyoşka Karamazov!
Saçmaladım, ama…
Demek bir de aması var., diye haykırdı lvan. Şunu bilesin rahip adayı bey kardeşim, dünyada saçma şeyler de pek gereklidir. Dünya saçmalıkların üzerinde duruyor, saçmalıklar olmasaydı dünyada hiç­ bir şey olmazdı belki de. Bunu kesinlikle biliyoruz!

Neyi biliyorsun?
lvan sayıklıyor gibi anlatıyordu:
– Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Gerçeklerin yanında kalmalıyım ben. Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Bir şe­yi anlamaya kalkışırsam gerçeğe ihanet etmem gerekiyor hemen, oy­sa gerçekten yana olmaya karar verdim bir kez…

Alyoşa içten gelen kederli bir sesle, Niçin yüklüyorsun beni? dedi. Söyleyecek misin?
Elbette söyleyeceğim, sözü oraya getiriyorum zaten. Benim için değerlisin sen, elimden kaçırmak istemiyorum, seni, Zosima dedene de bırakmayacağım.
Bir an sustu lvan, yüzünü kederli bir anlatım kaplamıştı birden.
– Beni dinle: Daha iyi anlaşılsın diye yalnız çocukları aldım ele. Yer­yüzünü kabuğundan tâ merkezine varana dek ıslatan öteki gözyaşlarından, kişioğlunun acılarından söz etmedim. Bile bile daralttım ko­numu. Bir tahtakurusuyum ben. Düzenin niçin böyle kurulduğuna aklımın ermediğini de yüzüm hiç kızarmadan itiraf ediyorum. Kişioğlu suçludur demek: Cennet verilmişti ona, yetinmedi, özgürlük istedi. Mutsuz olacağını bile bile ateşi çaldı göklerden. Öyleyse acımamalı ona. Bu zavallı, ölümlü Euclide aklımla ancak şunları biliyorum: Acı diye bir şey var, suçluları yoktur. Her şey zincirleme birbirini doğur­maktadır, her şey geçiyor, dengesini buluyor. Ama bütün bunlar Euclide saçmalıklarıdır, biliyorum bunu. Yaşantımı bunların üzerine kuramam, razı olamam böyle bir şeye! Suçlular yokmuş, her şey zincirle­me birbirinden doğuyormuş, ben biliyormuşum bunları… bana ne bü­tün bunlardan? Suçlunun cezasını bulması gerekli benim için, yoksa mahvederim kendimi. Hem başka bir dünyada, sonsuzlukta bulmasını istemiyorum suçlunun cezasını. Burada, yeryüzünde olmalı bu, gör­meliyim! Ben de inandım, ben de istiyorum görmeyi, o saate kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü ben yokken olursa bütün bunlar, çok ayıp kaçar… Gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğun gübresi olayım diye çekmedim bunca acıyı! Canavarlıklarım bunun için değildi! Ge­yiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen insanın ayağa kalkıp kati­liyle kucaklaşmasını görmek isterim. Dünyanın böyle kurulmasının nedenini herkes birdenbire anlayacağı anda ben de orada olmak isti­yorum. Bütün dinlerin temeli bu isteğe dayanmaktadır. Aklım ermiyor buna. Yüzlerce kez soruyorum kendi kendime., sürüyle soru var, ama yalnız çocukları aldım ele, çünkü söylemek istediğim şey açık seçik ortadadır. Dinle beni: Çekilen acıyla sonsuz mutluluğu hak etmek için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, çocukları ne diye kandırıyoruz bu­na, söyler misin? Onların da acı çekmelerinin, sonsuz mutluluğu çe­kecekleri acıyla hak etmelerinin gereğini anlayamıyorum. Niçin onlar da gübre olacaklar gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğa? insanların suç işlemekte, cezaya çarptırılmakta eşit tutulmasını anlarım, ama ço­cukların işi ne burada? Eğer babalarının suçlarına, canavarlıklarına onların da ortak oldukları gerçekse, hiç kuşku yok ki, bu dünyaya öz­gü olmayan bir gerçektir bu, dolayısıyla da ben anlayamıyorum onu. Bir sivri akıllı çıkar, bunun önemli olmadığını, çocuğun büyüyüp gü­nah işleyeceğini söyler belki. Ama bûyûyemedi işte, sekiz yaşındayken köpeklere parçalattılar onu. Ah Alyoşa, Tanrıya küfür değil söyledikle­rim! Gökteki, yerin altındaki yaşayan, yaşamış tüm yaratıkların hep bir ağızdan “Haklısın Tanrım, yolun açıldı bize çünkü!” diye bağırma­ya başladıklarında evrenin nasıl sarsılacağını düşünebiliyorum. Çocu­ğu köpeklere parçalatılan anne o canavarla kucaklaşıp üçü birden “Haklısın Tanrım,” diye bağırdıklarında her şey anlaşılacak elbette. Gelgelelim, bunu anlayamıyorum ben, kabul edemiyorum. Yeryüzün­de kaldığım sürece de elimden geleni yapacağım. Biliyor musunuz Alyoşa, o saate dek yaşar, ya da o zaman dirilirsem, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşan anneyi görüp ben de herkesle birlikte “Haklısın Tanrım!” diye bağırırım belki, ama bağırmak istemiyorum. Henüz zaman varken, kendimi sıyırmaya çalışıyorum, bu yüzden de sonsuz mutluluğu kesinlikle reddediyorum. O pis kokan yerde öcü alınmamış gözyaşları dökerek, “Allah Baba”sma yalvaran, küçücük yumruğuyla göğsünü yumruklayan bir çocuğun gözyaşına bile değ­mez o sonsuz mutluluk! Değmez, çünkü karşılığı verilmemiştir bu gözyaşının. Oysa verilmelidir! Yoksa sonsuz mutluluk diye bir şey ola­maz. Ama neyle, nasıl vereceksin? Olacak şey midir bu sanki? Öcü alı­narak mı? Ama ne yapacağım öcü? Başkalarına acı çektirenler için ce­hennemi ne yapacağım? Zavallılar acı çekmişler bir kez, cehennem neyi düzeltecek? Hem cehennem varsa, sonsuz mutluluk olabilir mi hiç: Bağışlamak istiyorum ben, kucaklamak istiyorum, daha acı çekil­sin istemiyorum. Çocukların çektikleri acılar da gerçeğin öğrenilmesi için gerekli olan acıyı tamamlamak içinse, önceden şunu söyleyeyim ki, gerçek değmez buna. O annenin, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşmasını da istemiyorum! Bağışlamamalı onu! Cam isterse varsın kendisi için bağışlasın, sınırsız ana acısını bağışlasın var­sın. Ama köpeklere parçalatılan zavallı yavrusunun acısını bağışlama­ya hakkı yoktur, çocuk bağışlasa bile o bağışlayamaz canavarı, bağışla­mamalı! Öyle olursa, bağışlamazlarsa sonsuz mutluluk nerede kalır? Dünyada, bağışlayabilecek, buna hakkı olan bir yaratık var mıdır hem? Sonsuz mutluluğu istemiyorum, insanları sevdiğim için istemi­yorum bunu. Öcü alınmamış acılar arasında kalayım, daha iyi… Hak­sız olsam bile, öcü alınmamış acım, yatışmamış öfkem içimde kalsın, razıyım… Evet, bu sonsuz mutluluğa pek büyük paha biçmişler! Bizim kesemize göre değil ona giriş. Bu yüzden, giriş biletini geri vermek için acele ediyorum. Dürüst bir insansam elden geldiğince acele etme­liyim. Ben de yapıyorum bunu. Tanrıyı inkâr ettiğim falan yok Alyoşa, yalnızca biletimi saygılarımla geri veriyorum o kadar. .

Alyoşa, başı önünde, durgun, Bu, Tanrıya baş kaldırmadır, diye mırıldandı.
Baş kaldırma mı? Böyle bir sözcüğü duymak istemezdim senden. Baş kaldırarak yaşayabilir mi kişioğlu? Ben istiyorum yaşamayı. Açık açık söyle bana, sorumu yanıtlamaya çağırıyorum seni: Tutalım ki, sonunda insanları mutlu etmek, onlara barış, huzur vermek amacıyla kişioğlunun kaderinin yapısını yükselten sensin, bunun için yalnızca bir küçük yaratığa, sözgelişi yumrukcuklanyla göğsünü yumrukla­yan çocuğa acı çektirmen, onun öcü alınmamış bu gözyaşları üzerine de bu yapıyı kurman gerekse, böylesine koşullar altında bu yapının

mimarı olmayı kabul eder miydin? Cevap ver, yalan da söyleme!
Hayır, diye mırıldandı Alyoşa, kabul etmezdim.
Peki, yapıyı kendileri için kurduğun insanların, küçücük bir ma­sumun haksız yere dökülmüş kanma karşılık bu mutluluğu kabul ede­bileceklerini, sonsuz mutluluğa kavuşabileceklerini aklın alıyor mu?
Alyoşa’nın gözleri parladı birden. Hayır, almıyor. Ağabey demin şöyle söyledin: “Dünyada, bağışla­yabilecek, buna hakkı olan bir yaratık var mıdır hem?” Vardır böyle bir yaratık, her şeyi herkesi, her türlü suçu bağışlayabilir o, çünkü masum kanını her şey, herkes için akıttı. Onu unuttun, oysa sözünü ettiğin yapının temel taşı odur, “Haklısın Tanrım, yolların açıldı artık bize,” diye ona seslenecekler.

“Tek günahsız” ile akan kanım söylemek istiyorum! Hayır unut­madım, tam tersine, hâlâ onu öne sürmüyorsun diye de şaşıyorum doğrusu. Çünkü tartışmalarda önce ona sarılırlar sizinkiler. Bak Alyoşa, ama gülmeyeceksin söyleyeceğime, bir zamanlar bir şiir yaz­mıştım, bir yıl oluyor. On dakika daha ayırabilirsen bana, onu sana anlatırım, ne dersin?
– Sen mi yazdın şiiri?

İvan gülümsedi.
Oh, hayır, yazmadım, iki mısra bile yazmadım ömrümde. Ama kafamda kurdum onu, unutmadım da. Heyecanla, tutkuyla kurdum.

İlk okuyucum, daha doğrusu dinleyicim sen olacaksın. -İvan gene gülümsedi-. Bir dinleyici bile olsa, ne diye kaybetsin onu ozan… An­latayım mı?
Can kulağıyla dinliyorum seni, dedi Alyoşa.
Şiirimin adı “Büyük Engizisyoncu”dur, saçma bir şey ama gene de anlatmak istiyorum onu sana.

Fyodor Dostoyevski
Karamazov Kardeşler
Çeviren: Ergin Altay, İletişim Yayınları

1 Yorum

  1. can yayınlarının iğrenç çevirisi midir yoksa yazarın kendi ağır dili midir bir türlü karar veremedim hala bu kitaptaki aksaklığın ne olduğuna.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz