Fyodor Dostoyevski’nin En Büyük Sanatsal Sırrı – Stefan Zweig

Stefan Zweig“Ne kadar da tutkusuz sever, ölçüyü seven!”*
“Her şeyi tutku haline getiriyorsun.” Nastasya Filipovna’nın bu sözü Dostoyevski’nin bütün kahramanları için, özellikle Dostoyevski’nin kendisi için geçerlidir, hem de tümüyle. Sadece tutkuyla karşı koyabilirdi bu güçlü adam yaşamın fenomenlerine ve bu yüzden en tutkulu aşkının en tutkulu yanı sanattı. Yaratıcı sürecin, sanatsal uğraşın onda sakin, düzenli, soğukkanlı hesapların yapıldığı bir mimari olmaması çok normaldi. Dostoyevski nasıl hummalı bir şekilde düşünüyor ve yaşıyorsa, o şekilde de hummalı yazıyordu. Sözcükleri akıcı, küçük inci dizileri halinde  kâğıda döken elinin altında nabzı iki kat hızlı atıyor, sinirleri gerilip adeta krampa dönüşüyordu.

Yaratmak onun için esrime, ıstırap, haz ve parçalanma, acıya varan bir şehvet, şehvete varan bir acı, ebedi bir spazm, karşı konulmaz doğasının sürekli tekrar eden bir yanardağ patlamasıydı. Yirmi iki yaşındaki genç, ilk eseri İnsancıklar’ı “gözyaşları içinde” yazar ve o günden sonra her çalışma bir kriz, bir hastalıktır. “Sinirli bir halde, kaygı ve ıstıraplar içinde yazıyorum. Ne zaman gayretle çalışsam fiziksel olarak da hastalanıyorum.” Gerçekten de mistik hastalığı sara, ateşli ve yakıcı ritmiyle, karanlık ve boğucu etkisiyle eserinin en ince titreşimlerine kadar sızıyordu. Ama Dostoyevski her zaman varlığının tümüyle birden yazıyordu, histerik bir taşkınlık içinde. Eserinin en küçük, gazete yazıları gibi görünüşte kayıtsız parçaları bile tutkusunun ateşli özünde eriyip akıyordu. Yaratıcı gücünün rahat, kendi haline bırakılmış parçasıyla, adeta el alışkanlığıyla, tekniğin oyunsu hafifliğiyle yazmamıştır, her seferinde fiziksel kapasitesinin tamamını olaya yoğunlaştırmış, sinirleri sızlayıncaya kadar konunun içinde yer almış, yarattığı kahramanların acısını onlarla birlikte yaşamıştır. Bütün eserleri adeta muazzam bir atmosfer basıncı nedeniyle meydana gelen gök gürültüleri şeklinde patlayarak ortaya çıkıyordu. İçsel katılım olmaksızın yazamaz Dostoyevski ve Stendhal için söylenen şu ünlü söz onun için de geçerlidir: Lorsqu’il n’avait pas d’emotion, il etait sans esprit. (Duyguları uyarılmadığı zaman zihni çalışmıyordu.) Dostoyevski tutkulu olmadığı zamanlar yazar da olmuyordu.

Ama sanatta tutku yapıcı olduğu kadar yıkıcı etki de yapan bir unsurdur. O, ancak berrak bir zihnin, ebedi biçimleri bulup çıkarabileceği bir kaos yaratır yalnızca. Her sanatın yaratmanın itici gücü olarak huzursuzluğa ihtiyacı vardır, ama mükemmelliğe ulaşmak için ölçülü ve bilinçli sükûnete olan ihtiyacı bundan daha az değildir. Dostoyevski’nin heybetli, gerçekliğin elmaslarını delecek kadar güçlü zihni herhalde büyük sanat eserinin etrafını saran o mermer soğukluğunun, o bronz serinliğinin farkındaydı. Büyük mimariyi seviyor, hatta ona tapıyordu; dünyanın muhteşem boyutlarda, yüksek tasarımlarını yapıyordu. Ama tutkulu duygusu sürekli bu temelleri sular altında bırakıyordu. Kalp ve zihin arasındaki o ebedi uçurum eserlerde de kendini gösteriyor ve burada mimari ve tutku arasındaki karşıtlık olarak ortaya çıkıyordu. Bir sanatçı olarak Dostoyevski nesnel yazmaya, dışarıda kalmaya, sadece anlatmaya ve kurmaya, bir anlatıcı, olayları bildiren, duyguları analiz eden biri olmaya boş yere uğraştı durdu. Acı ve merhamet tutkusu onu hiç durmadan kendi dünyasına karşı konulmaz bir şekilde çekiyordu. Dostoyevski’nin en bitmiş eserlerinde bile her zaman bir parça başlangıç kaosu vardır, hiçbir zaman ahenge ulaşılmamıştır (“Ahenk’ten nefret ediyorum!” diye bağırır onun en gizli düşüncelerini açığa vuran İvan Karamazov.) Burada da biçimle irade arasında bir barış, bir denge yoktur, bilakis -ah, varlığının bu ikiliği, soğuk kabuktan kor gibi çekirdeğe kadar bütün biçimlerin içine sızan hep o değil mi!- dış ile iç arasındaki mücadele dinmek nedir bilmez. Varlığının ebedi ikiliği epik eserlerinde mimari ile tutku arasındaki mücadele anlamına geliyordu. Dostoyevski, romanlarında hiçbir zaman uzmanların “epik eser” dedikleri şeye, Homeros’tan Gottfried Keller’a ve Tolstoy’a kadar bir dizi ustanın kuşaktan kuşağa aktardığı o büyük sırra, hareketli olayları sükûnet içinde anlatma sırrına ulaşamamıştır. O dünyasını tutkuyla biçimlendirir ve yalnızca heyecan ve tutkuyla okunduğunda tadına varılabilir bu dünyanın.

Hiçbir zaman kitaplarında yumuşak, ritmik, beşikte sallar gibi sallayan konforlu bir duygu yoktur; kendimizi asla güvende ve olayların dışında hissetmeyiz, adeta dalgalı bir denizin güvenli kıyısına oturup karalara çarpan dalgaları ve kargaşayı izler gibi izlemeyiz. Her zaman olayların içine gömülür, kendimizi trajedinin tam ortasında buluruz. Romanlarındaki kişilerin krizlerini bir hastalık gibi biz de kanımızda hissederiz, sorunlar bir iltihap gibi yanar kırbaçlanmış duygularımızda. Bütün duyularımızla bizi alevler içindeki atmosferine çeker, ruhun uçurumlarına doğru sürükler, kenarına geldiğimizde soluk soluğa kalırız, başımız döner, nefesimiz kesilir. Ancak nabzımız onunki gibi delice attığında, kendimiz de şeytani tutkuya kapıldığımızda, ancak o zaman onun eseri tümüyle bize ait olur, biz de tümüyle ona ait oluruz. Dostoyevski sadece destanını birlikte duyumsayacak, gerilmiş, taşkın insanlar istiyor, tıpkı kahramanlarının seçiminde yaptığı gibi. Kütüphane müşterileri, rahat okumalar isteyen aylaklar, kullanıla kullanıla aşınmış problemlerin kaldırımlarında gezintiye çıkanlar ondan, Dostoyevski de onlardan vazgeçmek zorundadır. Sadece ateşler içinde yanan insan, tutkular içinde kavrulan insan onun hakiki dünyasına dalabilir.

Şuna karşı çıkmak, gizlemek, saklamak mümkün değil: Dostoyevski’nin okurla olan ilişkisi ne dostane ne de huzurludur, bilakis tehlikeli, zalim, şehvetli içgüdülerle dolu bir uyumsuzluktur. O kadınla erkek arasındaki tutkulu bir ilişkidir, diğer yazarlarda olduğu gibi dostluk ve güven ilişkisi değil. Çağdaşları olan Dickens ya da Gottfried Keller okuru yumuşak bir konuşmayla, melodik tahriklerle kendi dünyasına çeker, onlarla yumuşak yumuşak sohbet ederken olayların ortasına sürükler; onlar sadece merakı ve hayal gücünü harekete geçirirler, Dostoyevski gibi kabarıp taşan bir kalbin tamamını değil. Bu tutkulu adam bize tümüyle sahip olmak ister, sadece merakımızı, ilgimizi değil, bütün ruhumuzu, hatta bedenimizi ister. Önce içsel atmosferi elektrikle yükler, ince bir ustalıkla duyarlılığımızı artırır. Bir tür hipnoza tutuluruz, onun tutkulu iradesinde irademizi kaybederiz: Belli belirsiz mırıldanan bir büyücü gibi bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız konuşmalarla kafamızı meşgul eder, gizemler ve imalarla ona derinden katılmamızı sağlar. Çok çabuk teslim olmamızı istemez, hazırlık işkencesini şehvetli bilinciyle uzattıkça uzatır, içimizde yavaş yavaş bir huzursuzluk kaynamaya başlar, ama sürekli yeni figürler öne sürerek, önümüzde yeni tablolar açarak olayların içine bakmamızı geciktirir. Şehvetli bir haz içinde hem bizim teslimiyetimizi, hem kendi teslimiyetini şeytani bir irade gücüyle geciktirdikçe geciktirir ve böylece içimizdeki basıncı, atmosferin duyarlılığını sonsuz bir şiddete ulaştırır. Kader yüklü olarak üzerimizde trajik bulutların toplandığını hissederiz (Suç ve Ceza’da, bütün bu anlamsız ruhsal hallerin işleyeceği cinayete hazırlık olduğunu anlamamız nasıl da uzun sürer, ama yine de korkunç bir şey olacağını çok önceden sinirlerimizde duyarız!), ruhun gökyüzünde sezgiler sağanak halinde çakar durur, Dostoyevski’nin duyusal şehveti geciktirmesinin inceliğiyle kendinden geçer, küçük küçük imalar iğne uçları gibi deriye batar. Şeytani bir yavaşlatmayla Dostoyevski büyük sahnelerin önüne sayfalarca mistik ve şeytani bir can sıkıntısı koyar, ta ki duyarlı insanda (diğerleri zaten buralarda hiçbir şey hissetmez) zihinsel bir ateş, fiziksel bir ıstırap doğana kadar. Gerilim hazzı da bu karşıtlık tutkununu acı verecek hale gelinceye kadar sürükler ve ancak ondan sonra, göğsün aşırı ısınmış kazanında duygular kaynamaya başladığında ve duvarları yıkmaya çalıştığında, ancak ondan sonra balyozu insanın kalbine indirir, ancak o zaman yüce bir an içinde, eserinin gökyüzünde bir kurtuluş şimşeği çakar ve kalbimizin derinliklerine saplanır. Gerilim artık dayanılmaz olduğunda Dostoyevski epik sırrı parçalar ve aşırı gerilmiş durumdaki duyguyu yumuşak, sel gibi akan, gözyaşlarıyla ıslanmış bir duyumsamaya dönüştürür.

Böylesine düşmanca, böylesine şehvetli, böylesine ustalıklı bir tutkuyla okurunu altüst eder Dostoyevski. Onları karşılıklı bir güreşte yere yıkmaz, bilakis saatlerce kurbanının etrafında dönen bir katil gibi birdenbire okurun kalbine bir hançer saplayıverir.

Öylesine tutkulu bir kargaşa yaratır ki, artık onu anlatıcı diye nitelemekten çekinir hale geliriz. Onun tekniği patlayıcıdır: O bir işçi gibi kürekle kazarak yollar açmaz eserinde, bilakis içerden dışarıya doğru, en küçük hacme sıkıştırılmış bir kuvvetle dünyayı ve okurun sıkışan göğsünü havaya uçurur.

Hazırlıklarını tümüyle yeraltında yığar; bunlar adeta okura hazırlanan birer komplo, yıldırım gibi çakan sürprizlerdir, insan bir felakete doğru sürüklendiğini ne kadar hissederse hissetsin, onun kişilerden hangisine mayınlı dehlizlerini yerleştirdiğini, hangi taraftan, ne zaman o korkunç patlamanın geleceğini bilmez. Kişilerin her birinden olayların tam ortasına bir dehliz açılır, her biri tutkunun patlayıcı maddesiyle yüklenmiştir. Ama fitili kimin ateşleyeceği (mesela Fyodor Karamazov’u öldürme düşüncesiyle zehirlenmiş olan kişilerden hangisinin bu işi yapacağı), işte tam bu, benzersiz bir ustalıkla son ana kadar gizlenir, zira her şeyi sezdiren Dostoyevski sırrının en ufak bir parçasını bile açığa vurmaz. Kaderin bir köstebek gibi hayatın alt katmanlarında eşelendiğini hissederiz, mayının ta kalbimize kadar sokulduğunu hissederiz, sonsuz bir gerilim içimizi kemirir, ta ki atmosferin boğucu-luğunu bir anda dağıtan şimşek benzeri o küçük anlar gelinceye kadar.

Bu küçük anlar için, durumun bu benzersiz konsantrasyonunu sağlamak için anlatıcı Dostoyevski serimleme konusunda bugüne kadar görülmemiş bir şiddet ve genişlik yaratır. Sadece büyük bir sanat böyle bir yoğunluğa, böyle bir konsantrasyona erişebilir, sadece ilksel, efsane-vi bir büyüklükte bir sanat yapabilir bunu. Genişlik burada gevezelik değil, mimaridir: Piramitlerin sivri uçlarını yapabilmek için devasa temeller atmak gerektiği gibi, Dostoyevski’deki sivri dorukları yaratabilmek için de romanlarının muazzam boyutlarına ihtiyaç vardır. Gerçekten de, memleketinin en büyük nehirleri olan Volga ve Dinyeper gibi akar onun romanları. Hepsinde nehir gibi akan bir şey vardır, yavaş yavaş dalgalanarak muazzam hayat öbeklerini yuvarlarlar. Binlerce, binlerce sayfadan taşarlar, bazen de sanatsal yaratımın kıyılarını aşarak, beraberlerinde de bir sürü politik çakıl ve polemik taşı sürüklerler. Bazen ilhamın azaldığı yerlerde geniş kumlu alanlara da sahiptirler. Birden akıntı kesilmiş gibi görünür. Ağır aksak bir akışla kıvrımları ve girdapları geçerek ilerlemeye devam eder olaylar, seller konuşmanın kum havuzlarında saatlerce oyalanır, ta ki yeniden kendi derinliğini ve tutkusunun en coşkulu yerini bulana kadar.

Ama sonra, denizin, sonsuzluğun yakınlarında aniden akıntı benzersiz hızlara ulaşır, o uzun uzun anlatımları bir girdap halinde yoğunlaşır, bentler adeta yıkılır, tempo korkutucu hale gelir, ruh duygunun uçurumlarına bir ok hızıyla sürüklenir. Artık yaklaşan uçurum hissedilmeye başlamıştır, şimdiden çağlayanın gürültüsü duyulur, bütün o uzun ve ağır kitle birden bire köpüren bir hıza dönüşür, anlatının akıntısı çağlayan tarafından adeta mıknatıs gibi çekilir, katharsis fokurdamaya başlar, böylece biz de elimizde olmadan hızla sayfaları geçeriz ve kendimizi birden olayların uçurumunda buluruz, adeta yaralanmış duygularımızla.

Ve hayatın o muazzam kitlesinin adeta bir ana sıkıştırıldığı duygusu, bu aşırı yoğunluk duygusu, ki aynı zamanda ıstıraplı ve baş döndürücüdür, kendisinin de bir keresinde “kule duygusu” dediği şey -kendi uçurumuna eğilmek ve ölümcül çakılışın hazzını önceden hissetmek, bu Tanrısal çılgınlık anı-, bütün hayatıyla birlikte ölümü de hissetmek olan bu aşırı duygu aynı zamanda Dostoyevski’nin büyük epik piramidinin görünmez ucudur da. Bütün romanları belki de sırf bu kor gibi yanma duygusunun yaşandığı anlar için yazılmıştır. Dostoyevski böyle yirmi ya da otuz kadar bölüm yazmayı başarmıştır ve hepsi de tutkus-al yoğunlaşmanın o benzersiz doruğuna ulaşır, öyle ki bu bölümlerden her biri sadece, bir bakıma savunmasız yakalandığımız ilk okuyuşta değil, dördüncü ve beşinci tekrarlarda bile ateşli bir ok gibi kalbimizi deler geçer. Bu anda romandaki bütün kişiler her seferinde bir odaya toplanırlar, her seferinde hepsi de kendi istençlerinin en yoğun noktasındadır. Bütün sokaklar, bütün akıntılar, bütün kuvvetler sihirli bir şekilde bir noktaya toplanırlar ve hepsi de tek bir harekette, tek bir mimikte, tek bir sözde dağılıp giderler. Sadece Ecinniler’de Şatov’un sırlar ağını “kuru bir şamar”la parçaladığı o tokat sahnesini hatırlamak yeter, Budala’da Nastasya Filipovna’nın 100 bin rubleyi ateşe atışını ya da Suç ve Ceza’da ve Karamazov Kardeşler’deki itiraf sahnelerini. Sanatının bu en yüksek, artık maddilikten kurtulup bu tümüyle öze dönüşmüş anlarında mimari ve tutku tam anlamıyla birleşmiştir. Dostoyevski sadece esrime halinde bütün bir insandır, sadece bu kısa anlarda mükemmel sanatçıdır. Ama bu sahneler salt sanatsal açıdan sanatın insan üzerindeki benzersiz zaferidir, zira ancak geriye doğru okuduğunda insan nasıl bir dâhice hesaplamanın bütün yolları bu zirveye taşıdığını anlayabilir, nasıl bilgece bir dağıtımla insanların ve durumların birbirlerini sihirli bir şekilde tamamladıklarını, nasıl yüz bilinmeyenli ve muazzam bir denklemin birdenbire çözülüp en küçük sayıya, duygunun son, eksiksiz bütünlüğüne, yani esrimeye ulaşıldığını görebilir. Dostoyevski’nin en büyük sanatsal sırrı şudur: Bütün romanlarını, duygunun bütün elektrik yüklü atmosferlerinin toplandığı ve kaderin yıldırımını yanılmaz bir eminlikle içinde zapt eden böylesi zirvelere doğru kurmak.

Stefan Zweig
Dostoyevski’de Mimari ve Tutku

Üç Büyük Usta: Balzac – Dickens – Dostoyevski
Almanca aslından çeviren: Nafer Ermiş


 

* La Boetie

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz