Dostoyevski: Aşk! Aşk her şeydir; en kıymetli elmastan üstündür…

E yeter, bırak ama Liza, ne kitabından bahsediyorsun; anlattıklarımla hiç ilgim olmadığı halde bana dokundu. Hoş pek de ilgisiz sayılmam ya. Tüm bunlar yüreğime dokundu işte… Yoksa, yoksa sen bunalmıyor musun burada? Anlaşılan hayır, alışkanlığın büyük tesiri var!

Alışkanlığın insanı ne hallere getirdiğine şaşmamak mümkün değil doğrusu. Yoksa ciddi olarak, hiç ihtiyarlamayacağını, hep böyle genç, güzel kalacağını, seni sonsuza dek burada tutacaklarını mı sanıyorsun? Buranın çirkefliğinden bahsetmiyorum artık…
Yalnız şimdiki hayatına dair şu kadarını söyleyeyim: Genç, cazibeli, sevimli, iyi kalpli, hassas bir kızsın; fakat biliyor musun, demin kendime gelince burada, yanında bulunmaktan tiksinti duydum! İnsan buraya ancak sarhoşken düşebilir. Halbuki başka bir yerde karşılaşsaydık, sen de namuslu insanlar gibi yaşasaydın, seninle yalnız gönül eğlendirmek yerine, basbayağı âşık olabilirdim. Değil konuşmak, bir bakışına sevinir, evinin kapısında seni bekler, önünde diz çökerdim; sana nişanlım gözüyle bakar, bunu kendim için büyük bir şeref bilirdim. Hakkında fena düşünmeye cesaret edemezdim. Halbuki burada bir ıslığımla istesen de istemesen de peşimden geleceğini biliyorum, çünkü burada ben değil, sen benim keyfime uymak zorundasın.
Bir köylü bile rençperliğe kiralanırken ömrünün sonuna kadar satılmadığını, bir müddet sonra gene serbest, başına buyruk olacağını bilir. Peki senin kurtuluşun ne zaman? Bir de şunu düşün: Buradakilere teslim ettiğin, sattığın nedir, bilir misin? Ruhunu; dilediğin gibi kullanmaya hakkın olmayan ruhunu da vücudunla birlikte satıyorsun! Rasgele bir sarhoşun, aşkını kepaze etmesine göz yumuyorsun.
Aşk! Aşk her şeydir; en kıymetli elmastan üstündür, bir kızın tek servetidir aşk! Bu aşk için ruhunu veren, ölümü göze alanlar vardır. Ya senin aşkının değeri ne? Tependen tırnağına kadar satılıksın, aşkını aramak gereksiz; bunsuz da her şey mümkün oluyor. Bir genç kız için bundan ağır hakaret olamaz, anlıyor musun? İşittiğime göre, patronlar sizin gibi budalaların gönlü hoş olsun diye birer dost bulmanıza izin verirlermiş. Bu da saçma, düzenbazlığın ta kendisi; sizinle alay ediyorlar, siz de inanıyorsunuz. Ne yani, dostun seni seviyor mu dersin? Hiç zannetmem. Seni her an elinden alabileceklerini bile bile nasıl sever! Midesiz herifler bunlar. Sana karşı zerre saygısı var mı? Aranızda ne çeşit yakınlık olabilir? Herif seninle alay ediyor, üstelik soyuyor; aşkı bundan ibaret! Dayak atmadığına şükret. Kim bilir, belki dayak da atıyordur. Senin de bir dostun varsa sor bakalım, nikâhla alır mıymış seni? Eğer yüzüne tükürmez, dahası pataklamaya kalkmazsa, kahkahalarla güleceğine eminim; halbuki kendisi ciğeri beş para etmezin biridir. Bir düşün, burada hayatını ne uğruna mahvediyorsun? İçtiğin kahveyi ayağına getirdikleri, mideni tıka basa doldurdukları için mi? Peki, ama sizleri beslemelerinin sebebi ne? Namuslu bir kızın burada bir lokma bile boğazından geçmez, çünkü neden yemek verildiğini hemen anlar. Burada daima borçlu olacaksın ve sonuna kadar, müşteriler senden bıkıp sırt çevirmeye başlayana kadar borcun tükenmeyecek. Gençliğine güvenme; o gün göz açıp kapayana kadar gelecek. Burada zaman dörtnala yol alır ve işte o vakit gözünün yaşına bakmadan seni kapı dışarı ederler. Hem de öyle düpedüz değil; epey öncesinden, sanki bu ev uğruna gençliğini, sağlığını harcayan, ruhunu mahveden sen değilmişsin, patronu batırıp, soyup soğana çevirmişsin, kadıncağızı neredeyse köşe başında avuç açacak hale getirmişsin gibi davranır, her hareketine mim koymaya, olur olmaz sebeplerle azarlamaya, en ufak şeyleri başına kakmaya başlarlar. Kimsenin senden yana çıkacağını da umma; patrona şirin görünmek için hep birlikte seni gagalarlar, çünkü buradaki herkes, vicdanı, acıma duyguları çoktan silinmiş birer esirdir. Bu çamura bulanmış mahlûkların hakareti de dünyanın en adi, en iğrenç hakaretidir.
Sağlığını, gençliğini, güzelliğini, ümitlerini, sahip olduğun her şeyi körü körüne bir sadakatle buraya verecek, yirmi iki yaşında otuz beş gibi görüneceksin; bir hastalık kapmamışsan, gene Tanrı’ya şükret. Belki bugün, ağır bir iş yapmadığını, rahat yaşadığını düşünüyorsun. Halbuki dünyada bundan daha ağır, daha kahırlı iş yoktur. Bunu düşünmek bile insanın içini parçalıyor. Buradan kovulduğun zaman da tek bir söz söyleyemez, gık diyemeden, tam bir suçlu gibi süklüm püklüm gidersin. Önce başka bir eve yerleşirsin, oradan da bir üçüncüsüne; böyle birkaç ev daha değiştirir ve nihayet Sennaya’ya kadar düşersin. Oradaysa her gün dayak yersin, çünkü oranın iltifatı öyledir; müşteriler bundan başka okşama bilmezler. Sennaya’nın bu derece iğrenç olduğuna inanmıyor musun yoksa? Bir gün git, belki kendi gözlerinle görürsün. Bir yılbaşı sabahı bir evin önünde bunlardan birini gördüm. Pek bağıra bağıra ağladığı için alay olsun diye onu dışarıda biraz dondurmaya karar vermiş, kapıyı da arkasından sürgülemişlerdi. Sabahın dokuzunda, zilzurna sarhoştu; saçı başı karışmış, yarı çıplak, yediği dayaktan bitkin haldeydi. Suratına düzgün sürmüştü, ama gözleri çürük içindeydi; burnundan, dişlerinden de kan sızıyordu: Arabacılardan biri henüz benzetmişti. Elinde bir tuzlu balıkla taş merdivenin basamağına oturmuştu. Hem gözyaşları içinde “kaderinden” şikâyet ediyor, hem elindeki balığı basamaklara vuruyordu. Kapının önüne toplanan arabacılarla sarhoş askerler takılıyor, onunla alay ediyordu. Senin de tıpkı onun gibi olacağına inanmıyorsun, değil mi? Ben de inanmak istemezdim, ama kim bilir, belki o tuzlu balıklı kadın da sekiz on yıl önce memleketin bir köşesinden buraya taze, tertemiz, melekler gibi saf gelmişti; kötülük nedir bilmez, konuşurken yüzü kızarırdı. Belki senin gibi gururlu, alıngan, başkalarına benzemeyen, kraliçeler gibi bakan bir kızdı; gönlünü vereceği ve onu sevecek erkeğiyle birlikte kendisini tam bir saadetin beklediğini sanıyordu. Sonu nasıl çıktı, görüyor musun? Bu saçı başı perişan, sarhoş kadın, balığı kirli basamaklara vururken, baba evinde geçirdiği temiz yılları, okula giderken yolunu gözleyip onu ömrünün sonuna kadar seveceğine, bütün geleceğinin ona bağlı olduğuna, birbirlerini sevmekten asla vazgeçmeyeceklerine, büyür büyümez onunla hayatını birleştirmeye yeminler eden komşunun oğlunu aklından geçirmiştir belki. Hayır Liza; demin söylediğim kız gibi, senin için de bir bodrum köşesinde veremden ölüp gitmek en iyisi. Hastane var diyorsun. Keşke götürseler, ama ya ev sahibeniz senden sonuna kadar faydalanmak isterse? Verem, humma değil ki; insan son nefesini verene kadar ümidini kaybetmez, kendisini sıhhatli sanıp avunur. Patronun da istediği bu zaten. Seni rahat bırakmaz; canını ona sattığın gibi, paraca da borçlandığından sesini çıkarma hakkın kalmamıştır. Ölürken artık işe yaramaz hale geldiğin için hepsi senden uzaklaşır, sana sırt çevirir. Hatta boşuna yer tuttuğun, bir an önce ölmediğin için sitem bile ederler. Susadığın zaman suyunu bile küfürle getirirler. “Kaltağın gebereceği yok; iniltilerinden gözümüze uyku girmiyor; müşteriler de tiksiniyor.” derler. Doğru söylüyorum, bunu da duydum. Son demlerinde bodrumun en pis, en berbat, karanlık, en rutubetli köşesine tıkarlar, yattığın yerde düşünür durursun. Ölünce söylene söylene, yalapşap bir temizlikle her şeyi ortadan kaldırıverirler; ne arkandan dua edenin, ne acıyanın olur ve senin yükünden kurtuldukları için rahat bir soluk alırlar. Adi bir tabuta koyup, bugünkü zavallı gibi seni de mezarlığa götürdükten sonra, anmak için soluğu meyhanede alırlar. Mezarın içi vıcık vıcık çamurla, suyla doludur; sulusepken de bir yandan; eh, sana nezaketle davranmalarını bekleyemezsin ya. “Hadi indir Vanyuha; karının kaderine bak, burada bile bacakları havada gidiyor. Kes ipleri şeytanın dölü!” – “Adam sen de, böylesi de iyi.”
– “İyi olur mu, baksana yan dönmüş. O da can taşımıyor muydu be? Neyse, haydi dök toprağı!” Senin için uzun boylu bir tartışmayı bile çok görürler. Mezarı yaş, mavimtırak balçıkla üstünkörü örttükten sonra doğru meyhaneye koşarlar… O andan itibaren yeryüzüyle ilişiğin kalmaz. Başkalarının mezarlarını çocukları, babaları, kocaları ziyaret eder, ama senin ne ağlayanın, ne yas tutanın, ne ayinler yapanın olur; dünyada tek bir canlı ziyaretine gelmez ve adın, hiç dünyaya gelmemişsin gibi, yeryüzünden silinip gider! Yattığın çamur dolu bataklıkta, geceleri, ölüler hortladığı zaman istediğin kadar tabutunun kapağına vur… “Ne olur iyi insanlar, bırakın da yeryüzüne çıkıp biraz daha yaşayayım!” diye bağır, “Dünyayı bilmeden yaşadım, hayatımı paçavraya çevirdim, Sennaya meyhanelerinde tükettim; izin verin iyi insanlar, bir kere daha yaşayayım!”

Kendimi öyle kaptırmışım ki, gerçekten heyecan duyuyordum; boğazım da kurumaya başlamıştı ve… o aralık birdenbire sözümü keserek korku içinde doğruldum; başımı ürkekçe uzatarak kulak kabarttım, yüreğim de küt küt atıyordu. Gördüğüm manzara karşısında sarsılmamak mümkün değildi.

Bir süredir Liza’nın ruhunu altüst ettiğimi, kalbini kırdığımı hissediyordum. Bunu hissettikçe, gayeme mümkün olduğu kadar çabuk varmak istiyordum. Oyun beni son derece sarmıştı; hoş, bu sadece oyun değildi ya…

Zoraki, yapmacıklı, kitap gibi konuştuğumu biliyordum, ama ancak “kitap gibi” konuşabiliyordum. Fakat bundan sıkıldığım yoktu; karşımdakinin beni anlayacağını, hatta bu kitap gibi konuşmanın daha çok işime yarayacağını hissediyordum. Gene de yaptığım tesir karşısında ürkmüştüm. Yok, hayatımda bu derece şiddetli bir umutsuzluğa şahit olmamıştım! Liza yüzü koyun yatmış, yüzünü iki eliyle sımsıkı tuttuğa yastığa gömmüştü. Göğsü hıçkırıklardan parçalanacak gibiydi. Körpe vücudu ıspazmoz geçiriyormuşçasına sarsılıyordu. Hıçkırıklarını içinde boğmaya çalışıyor, ama ani haykırışlar, iniltiler halinde boşanıveriyordu. O zaman başını yastığa daha çok bastırıyordu: Istırabını, gözyaşlarını ev halkından tek bir kişinin bile görmesini istemiyordu. Yastığı dişliyor, kanatıncaya kadar elini ısırıyor (bunu sonradan fark ettim), dağılmış saç örgülerine parmaklarını daldırarak soluğunu tutuyor, dişleri kenetlenmiş halde kendinden geçiyordu. Ona bir şeyler söyleyerek sakinleşmesi için yalvarmak istedim, fakat buna cesaret edemeyeceğimi hissettim ve o anda nöbete tutulmuş gibi tüm vücudum ürperdi; giyinmek için el yordamıyla acele acele ayağa kalktım. Bütün gayretime rağmen karanlıkta çabuk giyinemiyordum. O sırada elime bir kibrit kutusu ve bir şamdan geçti. Oda aydınlanınca, Liza yatağında hızla doğruldu; yüzü çarpılmış, dudaklarında delice bir gülümsemeyle manasız bakışını bana dikmişti. Yanına oturarak ellerini tuttum; kendine gelerek, sarılmak için bana doğru atıldı, ama cesaret edemedi ve sessizce başını eğdi.

— Liza, yavrum, bunu yapmamalıydım… affet beni, diye başladım.

Fakat ellerimi parmaklarıyla öyle hızla sıktı ki, sözlerimin lüzumsuz olduğunu anlayarak sustum.

— İşte adresim Liza, bana uğra.

Başını kaldırmadan, kesin bir tavırla:

— Uğrarım… diye fısıldadı.

— Artık gideyim, hoşça kal…

Ben kalkınca o da kalktı; sonra birdenbire kızarıp ürperdi, sandalyenin üzerindeki şalı alarak omuzlarına attı ve çenesine kadar sarındı. Dudaklarında gene acıklı bir gülümseme belirdi, bana kızararak tuhaf tuhaf baktı. İçim sızlamıştı, bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordum. Sofada, hemen hemen kapının önünde beni paltomdan tutarak:

— Azıcık durun, dedi ve mumu aceleyle masaya bırakıp içeri koştu.

Ya bir şey hatırlamış ya da bana göstermek istediği bir şeyi almaya gitmişti. Dışarı çıkarken kıpkırmızıydı, gözleri parlıyordu, dudaklarındaki tebessüm de silinmemişti; ne olabilirdi? İster istemez bekledim; Liza bir dakika sonra, gözlerinde af diler gibi bir ifadeyle döndü. Zaten bu, deminki karanlık, şüphe dolu, dik bakışlı yüz değildi. Şimdi yalvaran, yumuşak bir ifadesi vardı; bakışlarında da şefkat, güven okunuyordu. Çocuklar sevdiklerinden bir şey isterken böyle bakarlar. Açık kahverengi güzel gözlerinin hem sevgiyi, hem nefreti yansıtacak bir canlılığı vardı.

Bana –her şeyi kendiliğimden anlayabilecek insanüstü bir mahlûkmuşum gibi– hiçbir izahat vermeden, bir kâğıt uzattı. O anda yüzünde adeta çocukça zafer parıltıları belirdi. Kâğıdı açtım. Bu, ya tıbbiyeli ya da başka bir okuldan bir gencin pek tumturaklı, pek şairane ama çok saygılı bir tarzda yazdığı bir ilan-ı aşk mektubuydu. Tabirleri tam olarak aklımda kalmamakla beraber, şişirme ifadesine rağmen, yazıda yapmacıksız, samimi bir hava vardı. Mektubu bitirince Liza’nın çocuk gibi sabırsız, heyecanlı, merak dolu bakışıyla karşılaştım. Gözlerini benden ayırmıyor, ne söyleyeceğimi bekliyordu. Acele acele, hatta biraz da iftihar duyarak, bu gençle bir ailenin danslı toplantısında tanıştığını, ailesinin çok iyi, olağanüstü iyi insanlar, gerçek bir aile olduğunu ve onun hakkında henüz hiçbir şey bilmediklerini anlattı. Liza bu eve de yeni gelmiş, kalmaya henüz karar vermemiş, borcunu öder ödemez ayrılacakmış… O öğrenci de toplantıdaymış, bütün akşam dans edip konuşmuşlar; sonunda, daha Riga’da, henüz çocukken birbirlerini tanıdıkları, hatta beraber oyun oynadıkları ortaya çıkmış, ama bu çok eskidenmiş tabii. Çocuk annesiyle babasını da tanıyormuş, fakat ona ait hiç bilgisi yokmuş ve bu durumu da hiç ama hiç aklından geçirmiyor, hiçbir şeyden de şüphelenmiyormuş! Bu mektubu toplantının ertesi günü (üç gün önce) orada bulunan bir kız arkadaşı aracılığıyla yollamış ve… hepsi bu.

Liza anlatmayı bitirince mahcup bir tavırla, parıldayan gözlerini kaçırdı.

Zavallıcık mektubu üstüne titrediği bir servet gibi saklıyordu; onu da namusuyla, içten seven, saygılı davranan bir delikanlının olduğunu bilmeden gitmemi istememişti. İhtimal bu mektup hiçbir sonuç vermeden kızın çekmecesinde kalacaktı. Ama öyle de olsa Liza’nın onu bir servet, şerefini temize çıkaran bir belge gibi ömrünün sonuna kadar saklayacağından emindim; işte şimdi de bunu hatırlamış, düşük bir kız gibi görünmemek, takdirimi kazanmak için saf bir gururla bana göstermişti. Ses çıkarmadan elini sıkarak ayrıldım. Bir an önce gitmek için can atıyordum… Sulusepken hâlâ devam ettiği halde eve kadar yürüdüm. Harap olmuş, ezilmiştim, şaşkınlıktan hâlâ kurtulamamıştım. Fakat bu şaşkınlığın arasından gerçeği yavaş yavaş seçmeye başlamıştım. Hem de olanca çirkinliğiyle!

Fyodor Dostoyevski
Kaynak: Yeraltından Notlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz