“Doğa, bir dost gülümseyişiyle bağrına basar bizi” Yaşar Kemal’de Doğa ve İnsan – Emin Özdemir

yaşar kemal
“Güneş ilk olaraktan doğuyorcasına, ıslak, terü taze, dağların doruğunda açıldı. Bin bir koku güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan geldi. Büyük yaldızlı kelebekler, kırmızı, yeşil benekli, saydam kanatlı arılar, karıncalar…”

“Yaşar Kemal yaylaların sözlüğü/ Ki sen doğadansın çiçekçedir/ anadilin”*

Yaşar Kemal’in anlatısal yaratılarını okurken sayfalar arasında sürekli esip duran bir esintinin varlığını duyumsamışımdır. Sözcükleri devindirip kanatlandıran, sürükleyici, çiçek kokularıyla yüklü, güzelduyusal oksijeni bol bir esinti…

Düşünüyorum, nereden geliyor, nasıl oluşuyor bu esinti? Sorunun yanıtını arama, içlerinde kimi ipuçları barındıran başka sorulara yönlendiriyor beni:

– Anlatıların, doğayı ve insan yüreğini bütün boyutlarıyla kuşatan, bunların soluğunu bütünleştiren kurgusal düzeninden mi?

– Dış dünyaya, toplumsal değişimlere, bu değişimlerin yarattığı çatışmalara insanın iç dünyasından bakarak algılama, anlatma yönsemesinden mi?

– Yazınsal bağlamda geleneksel birikimin sözel ürünlerini (destan, masal, söylence, söylen, ağıt) çağcıllığın potasında eritip bunlarla dilsel ve içeriksel yönden kan bağı kurmasından mı?

– Söylemini, renk ve imgelerin tezgâhında yaşamın en ince ayrıntılarıyla dokuyup Türkçenin özündeki incelikleri, güzellikleri gün ışığına çıkarmasından mı?

– Anlatımının hamurunu şiirselliğin teknesinde karmasından mı?

Daha da çoğaltılabilir sorular. Ama hemen söylemeliyim ki bunların hiçbiri, bir başına, sorumun yanıtını içermez; Yaşar Kemal’in yaratılarındaki o büyüleyici havayı, sözünü ettiğim oksijeni bol, güzelduyusal esintiyi tam yansıtamaz. Bunlar, yalnızca kimi ayırıcı özelliklerdir, bu esintinin kaynağı, hepsinin yarattığı tümleşik örüntüdür. Başka bir adlandırmayla, Yaşar Kemal’in anlatı evrenidir.

Nasıl bir anlatı evreni? Çok yönlü, çok boyutlu; genliği, derinliği, özgünlüğü olan… Bu bağlamda dünyanın anıt romancıları sayılan, büyük anlatı ustaları Cervantes, Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Stendhal, Faulkner, Márquez gibi yazınsal ve insansal açıdan kendine özgü bir anlatı evreni kurmuş adlar arasındadır Yaşar Kemal’in yeri.

Böyle bir sonuca varırken, kimileri bu yargımı abartılı ya da aşırı bulabilir.

Bir yazarın anlatı evrenini, onun imgelemi, dili kullanma gücü, yaşama bakış açısı belirler. Yaşar Kemal’deyse bu, iki ana odakta yoğunlaşmıştır: Doğa ve insan… Bir konuşmasında şöyle belirtiyor bunu: “Ben iki şeye inanırım. İki şeyin sonsuz gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz değişimine: Halk ve doğa.”

İnce Memed’den Tan Yeri Horozları’na, Sarı Sıcak’tan Teneke’ye değin, bütün yazınsal yaratılarını bu iki güç yönlendirir, biçimlendirir. Gerçeklikleri, etkileyicilikleri de büyük ölçüde buradan gelmektedir.

Çok söylenmiştir ya, yinelemekte yarar var; gerçek ve gerçeklikle beslenmeyen anlatısal yaratılar, inandırıcı olamaz, sanatsal bir değer kazanamaz; çünkü türü ne olursa olsun her sanatsal yaratı, gerçeği yeniden biçimlendirme, ona yeni anlamlar yükleme değil midir? Yaşar Kemal’in anlatısal yaratılarına bu açıdan baktığımızda, onların gerçekliğin bitek topraklarında kurgulanıp o topraklarda üretildiğini görürüz; doğa gerçeğiyle insan gerçeğinin birbiriyle örtüştürülüp yazınsal gerçekliğe dönüştürüldüğünü de.

Kestirmeden söyleyeyim, onun yaratım evreninde doğa, insanlaştırılmış, insan da doğanın ayrılmaz bir parçası kılınmıştır. Öyle ki dağ taş, kayalar koyaklar, yokuşlar inişler, börtü böcek, kurt kuş, anlatıların kapısından içeri onların içsel öğelerinden biriymiş gibi girer; anlatı kişilerinin duygu dünyasını yansıtmaya dönük işlev üstlenirler.

Ancak doğa bu işlevini yerine getirirken kimi durumlarda dost, kimi durumlarda düşman yüzüyle çıkar karşımıza. Sözgelimi, Dağın Öte Yüzü üçlemesinde, özellikle de ilk cildi Ortadirek’te doğa, insanlara acı çektirmekten haz duyan, acımasız kötü yaradılışlı bir kişiyi anıştırır.

Acımasız, kötü yaradılışlı nitemlerini kullanırken Çukurova’ya inen yolun, o belalı, dik, umut kıran yokuşu canlanıyor gözümün önünde. Canını dişine takmış, yokuşa tırmanmaya çalışan Meryemce’yi, oğlu Ali’yi, gelini Elif’i görür gibi oluyorum. Sırtlarındaki ağır yüklerle kana tere batmış, tüm güçleri tükenmiştir; yine de pes etmez, sürdürürler tırmanışlarını.

Romanın bu bölümünde yokuş, salt engelleyici, acımasız bir güç değildir; eğretilemeli bağlamda örtük bir anlatıcı, bir yansıtıcıdır da. Meryemce’nin yüreğini kasıp kavuran öfkesini, Ali’nin ve Elif’in acılı ezginliklerini derinlemesine anlatır, daha doğrusu gösterir bize. Sanki insanın direnme, dayanma gücünü bir sınamadan geçirir gibidir.

Meryemce, gelini ve oğlu, yokuşa yenilmezler, onu aştıkları gibi yol boyunca karşılaştıkları bin bir güçlüğün üstesinden de gelir, sonunda inerler Çukurova’ya. Ama ne iniştir o… Tüm bitkinliklerine, yıkkınlıklarına karşın amaçlarına ulaşmanın sevincini yaşarlar. Yaşlı Meryemce’nin, okuduğum günlerde belleğime kazınmış, o unutulmaz, içinde bir öç alma çığlığını tınısını taşıyan, “İndik ya! Geldik ya!” sözlerindeki yaralı sevinci şimdi bile duyumsuyorum.

Kimileyin de doğa, bir dost gülümseyişiyle bağrına basar bizi; içimize sımsıcak soluğunu üfler. Öyle ki beş duyumuzu uyaran bir “anlatı ormanı”nda buluruz kendimizi. Sesler, devinimler, renkler, kokular içindeyizdir:

… Güneş ilk olaraktan doğuyorcasına, ıslak, terü taze, dağların doruğunda açıldı. Bin bir koku güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan geldi. Büyük yaldızlı kelebekler, kırmızı, yeşil benekli, saydam kanatlı arılar, karıncalar, kurtlar, tilkiler, ayılar, böcekler, sansarlar, kirpiler, sarhoş oldular kokulardan, yollara, bellere saldırdılar, kartallar, şahinler, öteki yırtıcı kuşlar, güvercinler, sarıasmalar, ibibikler, üveyikler yalpalayarak çığlık çığlığa gökyüzüne kayarak, süzülerek, takla atarak, kendilerinden geçerek dolaştılar. Toprak, doğurganlığının en cömert günlerini gerinerek, mest olarak yaşıyordu.

Bu minik alıntıda doğanın tüm canlıları nasıl esrikleştirdiğini gördüğümüz gibi, Yaşar Kemal’in biçemsel, söylemsel kimi özelliklerinin ipuçlarını da buluyoruz. Sözgelimi, adlandırmalı, sıralamalı ya da sayıp dökmeli tümce düzeni bunlardan biridir. Bir de renk adlarının çokluğu.

Renk adlarının çokluğu sözü, iletişim fakültesinde öğretmenken “Eleştirel Okuma” derslerinde yaptırdığım çalışmaları anımsatıyor bana. Orhan Kemal, Yusuf Atılgan, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Tahsin Yücel gibi kimi yazarlardan kısa oylumlu metinler seçer, bunları eleştirel yaklaşımlı sorulara bağlayarak öğrencilerime dağıtır, birlikte değerlendirirdik.

Yaşar Kemal’den seçtiğim metinlerin daha çok sözcük örgüsü, sözcüksel ve sözdizimsel dönüştürmeler üzerinde düşündürmeye çalışırdım öğrencileri. İsterdim ki dilin, sözcük düzleminde değişik kullanımlarını görsünler. Bir sözcük yazın dilinin çevrimine nasıl girer, onu görsünler. Çalışmalarda sıfat tamlamaları, bu tamlamalarla oluşturulan imgeler öne çıkardı. Benzetmeler, düzanlamı aşan eğretilemeli kullanımlar, yinelemeler, pekiştirmeler, renkleri, kokuları imgeleyen sözcük öbekleri üzerinde yoğunlaşırdık. Dilin ve doğanın içinde bulurduk kendimizi…

Bu çalışmada saptadığımız renkler, açık maviden, mordan laciverde uzanır, sarının yeşilin, kırmızının değişik tonlarını içerirdi: “gökyüzü ışıktan bir mavi”, “suyun som mavisi”, “kara, yanardöner arılar”, “boncuklu mavi arılar”, “kuyunun ağzı fırdolayı kırmızı kırmızı, keskin bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalar”, “laciverdi, yumuşak kadife mavi”, “som ışığa batmış kırmızı lekeler”, “pul pul ıpıltılı”, “kırmızı yeşil belli arılar”, “aydınlık, koygun sarı yağmur”, “mor, kurumuş ak benek kayalar”…

Renkler gibi, metinlerde geçen koku adlandırmaları üzerinde de dururduk. Yaşar Kemal’in doğayı sarıp sarmalayan anlatı evreni, renkler kadar kokular yönünden de ilginçtir: “yosun kokusu”, “çürümüş ot kokusu”, “tuz kokusu”, “yağmur kokusu”, “ıslak toprak kokusu”, “bozkır kokusu”… “… Üstünde çiçek olsun olmasın, eğil bozkır toprağını kokla, mis gibi kokar. Bir avuç toprak al, koynuna koy, günlerce acı, keskin, baş döndürücü bozkır çiçekleriyle kokarsın. İyicene, çıkmamacasına toprağa sinmiştir.”

Örneklere bağlı kalarak çalışmaların sonunda şöyle bir yargıya ulaşmıştık: Yaşar Kemal, renk yaratma, kokuları algılama, imge oluşturma ustasıdır. Bu yargı, bugün için de kuşatımı daha da genişlemiş olarak geçerliğini koruyor benim için; anlatı sanatının, düzyazısal söylemin bir büyük ozanıdır Yaşar Kemal.

Şiir değerlendirmeleri, incelemeleri yapanlar, şiirselliğin imgelerle düşünme kadar, sözcüklerin bağdaştırılmasından, bir dönüşüme uğratılıp istiflenmesinden doğduğunu söylerler. Şiirsel sesin, ritmin de büyük ölçüde bu edime bağlı olduğunu vurgularlar. Bunu, Yaşar Kemal’in söylemini oluşturan söz örgüsünde de değişik boyutlarıyla görüyoruz. Ozanların sık sık başvurdukları bir yola, insana özgü nitelikleri doğaya, doğanınkileri de insana aktarma yoluna o da başvuruyor:

… Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış, yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz direkleridir… Çukurova uyanıyordu. Serilmişti. Ağır ağır soluk alıyor, homurdanıyordu. Sıcak, yakıcı, şehvetli, azgın, kudurtucu, uyuşuk, devingen, ele avuca sığmayan, bin başlı ejderha… Uyanıyordu. Yağı, güneşte kavrulan, yanmış bir sarı.

Doğa ve halk, Yaşar Kemal’in yazınsal dünyasını kuran, boyutlandıran iki önemli öğedir, dedim. Elbette anlatılarının sözel örüntüsünü de. Öykülerine, romanlarına seçtiği adlarda bile bu iki öğenin kaynaşıp birbirini tümlediklerini görüyoruz: Sarı Sıcak, Yer Demir Gök Bakır, Yağmurcuk Kuşu, Ölmez Otu, Ortadirek, Karıncanın Su İçtiği… Bunlar, halkın gündelik dilinde kullanılan deyimler, sözlerdir.

Doğa ve halk dilinin uçsuz bucaksız ekeneklerinden süzülüp gelen, yeni söz değerleri, yeni söyleyiş biçimleriyle oluşturulmuş bir dil. Yazı dilinin sınırları içine girmemiş çiçeği, ağacı, kurdu kuşu, börtü böceği yerel adlarıyla anlatılarına ağdırır Yaşar Kemal; bunları yontar, inceltir, yerelliklerini silerek dilin çevrimine katar. Anlatılarının dilsel diriliğini, tazeliğini sağlayan etkenlerden biri de budur:

Kırmızı dilli tez ayaklı kertenkeleler, dilleri dışarıda, bir top yalım çalmışlar gibi ordan oraya telaşla koşuyordu / Kınalı bir keklik zorbası uzun, kırmızı damarlı bir kayanın dibinde, mavi, parlak göğüsleri, kırmızı gagaları, ayakları, kara, ak çizgili kanatları, uçuk yeşil dolgun gövdeleriyle eşiniyorlardı… / Dağ süt beyaz bir duvar gibi yükseliyordu… Dağ soluklanır, gerinir gibiydi. / Kayadan kayaya uçan süzgün, muradına ermemiş kız gözlü, kederli geyikler. / Hışım gibi bir yağmur yağıyordu. Yağan yağmur sapsarıydı.

Yaşar Kemal’in anlatı evreninin bizdenliğinde geleneksel halk birikimini, çağcıllığın özsuyunda arındırıp onlara yeni boyutlar kazandırmasının büyük payı vardır. Halktan aldığını işler, yeni biçimlere dönüştürerek halkın düşlerini, düşlemlerini, özlemlerini, tutkularını, korkularını, sevinçlerini bu yolla dile getirir. Halkın ortak yaratılarından renkler, tatlar sızdırır anlatılarına. Sözgelimi, sözel ürünlerde kişiler nasıl dağla taşla, ağaçla kuşla konuşur, dertleşirlerse Yaşar Kemal’de de yer yer görürüz bunu. Darda kalanlar, başı sıkışanlar, çaresizliğin karanlığında boğulanlar nasıl söylen (mit) yaratır, yarattıkları söylene sığınarak mutluluğu bulmaya çalışırlarsa Yaşar Kemal’de de vardır bu.

Gelenekten yararlanma dedim de Carlos Fuentes’in sorduğu soruları anımsadım; bir başka yazımda alıntılamıştım, ama yeri gelmişken burada da yineleyeyim:

… Bu dünyada babasız bir kitap, öksüz bir cilt var mıdır? Başka kitapların soyundan gelmemiş bir kitap? İnsanlığın yazınsal imgeleminin o ulu soyağacının bir dalı olmayan tek bir kitap sayfası var mıdır? Öte yanda, gelenek yenilenmeksizin, yıllar boyu yaşamış öyküleri yeni yaratımlarla yeniden yeşertmeksizin yaşamını sürdürebilir mi?

Carlos Fuentes’in bu sorularını, ondan çok daha önce Yaşar Kemal, kendi kendine sormuş gibidir. Yazınsal eylemiyle bunu her yönüyle doğrulayıp yanıtlamıştır; özellikle de, “… Gelenek, yenilenmeksizin, yıllar boyu yaşamış öyküleri, yeni yaratımlarla yeniden yeşertmeksizin yaşamını sürdürebilir mi?” sorusunu doğrulayan somut örnekler koymuştur ortaya: Ağrı Dağı Efsanesi, Binboğalar Efsanesi, Üç Anadolu Efsanesi, Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Karınca… Yaşar Kemal’i yerellikten evrenselliğe ağdıran yanları da bir bakıma onun bu eyleminden gelmez mi?

Doğada hiçbir şey tıpatıp birbirine benzemez. Mevsimler gibi doğadaki görünümler de değişir. Halkın ve doğanın dilini yazınsallığın suyuyla yıkayıp arındıran Yaşar Kemal’in yapıt ve yaratılarındaki anlatım örüntüsü de değişkendir; birbirine benzemez; dokularında değişik anlatım biçimleri iç içe geçer. Ancak bunlardan biri, ağır basanı, betimlemedir; öykülemeyi de içinde taşıyan türden bir betimleme.

Bilinen bir gerçektir, en yalın tanımıyla sözcüklerle resim çizme, imge oluşturmadır betimleme; işlevi, anlatıcının istemine göre içsel ve dışsal ortamlar yaratmadır. İşlevden yoksun bir betimleme anlatımın sırtında yüktür, akışkanlığı keser, ana yoldan sapmalara yol açar ya da sislendirir. Yaşar Kemal’deyse işlevseldir betimleme; öyküleme temelli, kişilerin iç ve dış dünyasını yansıtmaya dönük bir anlatım biçimidir. Bu yönden Yaşar Kemal, sözcüğün gerçek anlamıyla, betimleme ustasıdır.

Nerden gelir betimlemelerindeki çarpıcılık? Yalınlaştırarak söyleyeyim, bunların, yaşamı en ince ayrıntılarıyla gözlemci bir gerçeklikle yansıtmasından gelir; Yaşar Kemal’in doğadaki varlıkların ve insanın ayırıcı özelliklerini derinlemesine tanımasından gelir. Kendisi de söyler bunu:

… Çok arı, böcek, kurbağa, yılan, kaplumbağa, bukalemun gördüm. Bu hayvanların her biri doğayı kendine özgü biçimde yaşıyordu. Bu açıdan insanlar da bu hayvanlardan farklı değil… Görünüşte aynı büyüklükte, aynı renkte her böceğin, her yaprağın, her çiçeğin, her kelebeğin bir kişiliği vardı. Bir uğur böceğini alıyor –romanlarımda çok vardır– günlerce bakıyor ve onu öteki böceklerden ayıran şeyi bulmaya çalışıyor ve sonunda buluyordum. Her çiçeğin, her yaratığın bir özelliği vardı. Bu buluşu yazarlık mesleğimde hep korumak istedim.

Anlatılarında doğayı ve insanı anlatmaya yönelik niteliksel, edimsel, açıklayıcı boyutlu değişik betimleme türlerine yer verir, yukarıya alıntıladığım kısa örneklerde görebiliriz bunu. Ne ki onlarla yetinmeyeceğim, bir başka örnek daha vermek istiyorum. Önce şunu söyleyeyim, bugüne değin okuma yaşantıma giren, değerleri üzerinde eleştirmenlerin, yazınbilimcilerin de birleştiği, yerli ve yabancı birçok roman okudum; ad sayıp dökecek değilim, hiçbirinde, ama hiçbirinde Ortadirek’teki “yılanların sevişmesi”ni anlatan türden etkileyici bir betimlemeye rastlamadım:

… Belki yarım metre, bir metre havaya kalkıyorlar, sarmaşıyorlar, toprağa geri düşüyorlardı. Renkleri de gittikçe değişiyor, kırmızıya çalıyordu. Zaman geçtikçe, havada sarılıp toprağa düştükçe daha çok kızarıyorlar, daha çok yükseliyorlar, nerdeyse kuyruklarının ucuna dikilecekler… Ağızları açık, dilleri dışarıda, uzamış; gözleri kıpkırmızı. Başları köz gibi kızarmış. Kırmızılık gittikçe aşağılara doğru yayılıyor… Düştüler, kalktılar, aktılar, geldiler, sarmaştılar. İki de bir de şap diye toprağa düşüyorlardı, yarı bellerine kadar her yerleri kıpkırmızı yalıma kesmişti. Yalım gibi savruluyorlar, birbirlerine dolanıyorlardı. Uzayıp kısalan, esen yelle inip kalkan yalım gibi. Kıvılcımlanan. Nar çiçeği gibi.

Yılanların sevişmesi Elif’in önünde geçiyor. Günlerdir Çukurova’ya inen yollarda, kızgın güneş altında, yağmurda yağışta sürüklenmiş, günlerdir teni kocasının tenine değmemiş, tensellik duygusu kabuk bağlamış Elif’in. Yılanların sevişmesini seyrettikçe içinde bir şeylerin kımıldadığını, tensellik duygusunun derinden derine uyandığını duyumsar. Betimlemenin işlevi de budur işte, insanın iç dünyasını doğrudan ya da dolaylı biçimde yansıtma. Örneklendirdiğim betimlemenin güzelliği de bu yönünden geliyor; yoksa bizi salt dışa dönük yabanıl bir ortama taşımasından değil.

Dilsel, söylemsel örüntüde gördüğümüz bu zenginlik, çeşitlilik, Yaşar Kemal’in anlatısal yaratılarında izlekten izleğe değişkenlik gösterir. “Korku, öç alma, kan davası, yozlaşma, çocukluk” gibi izlekler, kendi sözcük örgüsünü yaratır, onlarla işlenir. Yılanı Öldürseler’deki çocuğun tragedyası, ana katilliğine yönlendirilme sürecindeki dil düzlemi güzel bir örneğidir bunun. Aynı dilsel, söylemsel değişkenliği, kan davası ve öç alma tutkusunu Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde de görebiliriz. Bu yönden işlediği her izleğin kendi sözlüğünü yaratan bir yazardır Yaşar Kemal…

Yaşar Kemal’in anlatısal ürünlerinin ayırıcı bir yanı da okurlarda bitmemişlik duygusu uyandırmasıdır. Gerçekte bu, her anlatının, bir sonraki anlatıya gebe olmasından doğan bir durumdur. Anlatılarının diriliğinde büyük payı vardır bunun. İnce Memed dörtlemesinde olsun, Dağın Öte Yüzü, Kimsecik, Akça Sazın Ağaları, Bir Ada Hikayesi üçlemelerinde olsun belirtmek istediğim bu içsel bağıntı apaçık görülür.

İnsan yüreğinden yola çıkarak doğayı, bireyi ve toplumu anlatma, Yaşar Kemal’de temel bakış açısıdır. Her anlatısının odağında insan vardır, doğa ve toplum vardır. Bunlar bütünsel ve sarmal bir örüntü içinde verilir. Doğada ve insanın duygu dünyasındaki değişimlerle toplumsal düzen arasındaki etkileşimler kurmacasal gerçekliğin sınırları içinde yansıtılır.

Yaşar Kemal, belirli bir yazınsal akıma bağlanabilir ya da “bireyci”, “toplumcu”, “toplumcu gerçekçi”, “toplumcu romantik” türünden kalıplaşmış nitemlerle nitelendirilebilir mi? Hayır; nitelendirilirse eksikli kalır; çünkü onun anlatı evreninde insan, düşleri, düşlemleri, özlemleri, tutkularıyla doğal ve toplumsal çevresinden koparılmadan tümleşik bir yapılandırmaya dönüştürülerek işlenir.

İlle de Yaşar Kemal için bir nitelendirme yapılacaksa derim ki doğanın ve insan yüreğinin sözcüsüdür o. İnsanın uğradığı haksızlıklara, aşağılanıp hor görülmesine nasıl yazınsallığın sınırları dışına çıkmadan karşı duruyorsa, doğayı tüketen, güzelliklerini yok eden güçlere de aynı tutumla karşı çıkar. Kuşlar da Gitti, Deniz Küstü doğadan çalınan, yitip giden güzelliklerin ardından koparılmış öfkeli çığlık değil midir?

Stefan Zweig, Balzac Bir Yaşam Öyküsü adlı yapıtının bir yerinde şöyle diyor: “Gerçek Balzac, yirmi yıl içinde sayısız dramın, novellanın ve yazının yanı sıra hemen hepsi son derece önemli yetmiş dört roman yazan ve bu yetmiş dört romanda yüzlerce yöreden, evden, sokaktan ve iki bin kişiden kurulu ayrı bir dünyayı yaratan kişidir.”

Yaşar Kemal’in anlatısal türdeki yaratılarının sayısı bugün, nerdeyse kırkı aşmıştır. Bunlarda bir “nüfus sayımı yapılsa” sanıyorum Balzac’ınkilere yakın bir sonuç çıkar ortaya. İnce Memed’den Poyraz Musa’ya, Yel Veli’den Adil Efendi’ye, Mustafa Bey’e, Derviş Bey’e; Meryemce’den Hürüce Ana’ya, Anacık Sultan’a değin köyden kentten, obadan, kısaca değişik ortamlardan, dönemlerden anlatılarına girmiş kişileri düşünerek söylüyorum; o da bunlarla kendine özgü bir dünya yaratmıştır. Yarattığı dünyaya kişi, yer, dil ve anlatım örgüsü yönünden bakarak Nâzım Hikmet’in kendi şiirini nitelendirmeye dönük sözünü, Yaşar Kemal için de söyleyebiliriz. Ne diyordu Nâzım Hikmet: “Şiirimin kökleri yurdumun topraklarındadır.” Yaşar Kemal’in yapıt ve yaratıları için de böyle değil midir bu?

Notosoloji
Emin Özdemir


*Ceyhun Atuf Kansu

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz