Dışarıdan Görünen İnsan – Maurice Merleau-Ponty (Algılanan Dünya)

Şimdiye dek uzama, bu uzamda yaşayan canlı cansız şeylere algının gözünden bakmaya çalıştık, onları “gayet doğal” bulmamızı sağlayan o pek uzun tanışıklığı unutup onlara naif bir deneyimde göründükleri gibi bakmaya çalıştık. Aynı şeyi insanın kendisine yönelik olarak yapmaya çalışmamız gerekiyor. 3000 yılı aşkın süredir insan üstüne birçok şeyler söylendi söylenmesine; gene de bulunanların çoğu düşünme yoluyla bulunmuş şeyler. Diyeceğim, insanın ne olduğunu anlamaya çalışırken Descartes gibi bir filozof elindeki düşünceleri, örneğin ruh ve vücut düşüncelerini eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Descartes bu düşünceleri damıtıyordu, onlardaki her türlü bulanıklığı ya da karışıklığı kapı dışarı ediyordu. Ruh denince bundan çoğu insan çok uçucu bir madde, bir buğu ya da bir soluk gibi bir şey anlar ve bu bakımdan ilkellerin örneğini izler, oysa Descartes ruhun hiç de böyle bir şey olmadığını, bambaşka bir doğası olduğunu nefis bir biçimde gösterdi:
 buğu ya da soluk ne kadar uçucu da olsa kendilerince birer şeydirler, oysa ruh kesinlikle bir şey değildir, çünkü uzamda yer almaz, yayılımı yoktur; tersine, ruh dertop olmuştur, parçasızdır, hemen kendi içine çekilip toparlanan ve kendi kendini bilen bir varlıktır.

Saf bir ruh ve saf bir madde ya da cisim kavramına ulaşılmış olur böylelikle. Ama şu açık bir şey ki bu saf ruhu ancak kendimde buluyorum, deyim yerindeyse ona ancak kendimde temas ediyorum. Başka insanlar benim için asla saf ruh değildir: bakışları, davranışları, sözleri yani kısacası vücutları aracılığıyla tanırım başkalarını. Bir başkası benim gözümde vücuduna indirgenemez doğallıkla; başkasını düşündüğümde anımsadığım şey, onun manevi portresini çizen şey, binbir türlü yönelimle kıpraşan ve birçok eyleme ya da niyete hizmet eden vücududur.

Ama sonuçta ne kadar istesem de birisini siluetinden, ses tonundan, aksanından ayırt edemem. Bire bir yaşarak ya da başkalarından duyarak onun hakkında öğrendiklerimi alt alta sıralayacak olsam, asla onu bir dakika görünce bildiğim kadar iyi canlandıramam. Başka biri bizim gözümüzde bir vücuda dadanan bir ruhtur; bu vücudun bütününün görünüşünde büyük bir olanaklar kümesi varmış gibi gelir – o kişi bu olanakların orada bulunuşudur. Dolayısıyla insana dışarıdan bakınca, yani başkalarına bakınca, ruh –vücut gibi temel görünen kimi ayrımları herhalde gözden geçirmemiz gerekecek.

Bir örnek üzerinde düşünerek işin aslının ne olduğunu görelim. Bir nedenden dolayı bana korkunç öfke duyan biriyle karşı karşıyayım diyelim. Bu kişi sinirleniyor, ben de bu kişinin bu öfkesini şiddetli sözlerle, el kol hareketleriyle, bağırıp çağırarak dışavurduğunu fark ediyorum. Öfke nerede peki? Diyebilirler ki öfke karşımdaki kişinin ruhunda. Bu o kadar da açık bir şey değil. Bakışlarından okuduğum bu kötülüğü ve acımasızlığı el kol hareketlerinden, sözlerinden, vücudundan ayrı düşünemiyorum ki. Burada olup bitenler dünyanın dışında, öfkeli insanın vücudunun ötesinde ücra bir makamda olmuyor ki. Öfkenin patlak verdiği yer resmen burası, bu oda, bu nokta; öfke ikimiz arasındaki uzama yayılıyor. Karşımdakinin öfkesi, belki demin gözyaşlarının döküldüğü gibi ya da birazdan ağzında bir kasılmanın oluşabileceği gibi suratında oluşmuyor,tamam ama sonuçta öfke karşımdaki kişide barınıyor, rengi atan benzine vuruyor, o kızaran yanaklara, kanlanan gözlere, incelen sese yansıyor… Bir an için öfkeyi dışarıdan gözlemleme tutumunu bırakıp da öfkenin ben öfkelendiğimde bana nasıl göründüğünü anımsamaya çalışırsam, durumun farklı olmadığını itiraf etmem gerekir: kendi öfkem üzerinde düşününce görüyorum ki öfkem vücudumdan ayrılabilecek ya da ona yapıştırılmış ama çıkarılabilecek bir şey değil.

Paul’e karşı öfkemi anımsayınca, öfkemi ruhumda ya da düşüncemde bulmuyorum, öfkemi aramızda buluyorum, oturduğu yerden beni alaycı bir ifadeyle sakin sakin dinleyen pis Paul ile bağırıp çağıran benim aramızda buluyorum. Öfkem benim Paul’ü yok etme girişimimden başka bir şey değildi –bu girişim eğer barışçıl biriysem söz düzeyinde kalır, hele kibar biriysem duruma göre bir incelik bile olabilir, ama sonuçta öfke bende değildi, yumruklaşmak yerine tartıştığımız ortak alanda gerçekleşiyordu.

Öfkenin ne olduğu üzerine sonradan sonradan kafa yorunca ve başkası hakkında (olumsuz) bir değerlendirme taşıdığını o zaman fark edince şöyle sonuçlar çıkarıyorum: öfke denen şey eninde sonunda bir düşünce; öfkelenmek demek de başkasının nefret edilecek bir insan olduğunu düşünmek demek; Descartes’ın da gösterdiği gibi bu düşünce tıpkı öbür düşünceler gibi hiçbir madde parçasında bulunamaz –dolayısıyla öfke ruhtan geliyordur. Ama istediğim kadar böyle düşüneyim, bu düşünceme neden olan öfke vücudumun dışında olmadığını, öfkemin vücudumu dışarıdan kıpırdatmadığını, öfkemin anlatılamaz bir biçimde vücudumla olduğunu söylemek zorunda kalıyorum.

Bütün büyük filozoflarda olduğu gibi Descartes’ta da her şey var; nitekim ruhla vücudu birbirinden kesin çizgilerle ayıran Descartes’ın şöyle dediği de olur: ruh bir geminin kaptanı gibi vücudun başkomutanı değil, ruh vücutla o kadar içli dışlı ki ruh acıyı vücudun içinde çekiyor –“dişim ağrıyor” dediğimiz gibi.

Ama şu var ki Descartes’a göre ruhla vücudun bu birliği pek söze gelmez, bu birliği ancak yaşamımızın içinde kullanmak yoluyla deneyimleyebiliriz; ona göre, olgusal durumumuz ne olursa olsun, vücutla zihnin bir “karışımı” halinde yaşıyor olsak bile, bu demek değil ki deneyimimizde bütünleşmiş olan şeyleri kesin çizgilerle birbirinden ayıramayız. Birleşmiş olsalar da zihinle vücudu temelden ayırt etmeye hakkımız var, insanı dolaysız yapısını göz önüne almadan yalnızca düşüncede belirdiği biçimiyle “vücudunun düzeneğine bir biçimde bitişik bir zihin” diye tanımlayabiliriz ve bu karışımın ne vücudun mekanizmasını ne de zihnin saydamlığını bozmadığını söyleyebiliriz. Descartes’ın ayak izlerini en yakından izleyenler bile, düşüncemizin, yani insan hakkındaki düşüncemizin en baştan beri bağlıymış gibi göründüğü koşullardan kendini nasıl kurtarabildiğini sormuştur denebilir.

Bu koşulları betimleyen günümüz psikologları yaşamaya kendimizin ya da şeylerin bilinci içerisinde değil, başkası deneyiminin içerisinde başladığımız olgusuna parmak basıyor. Varolduğumuzu duyumsuyorsak, ancak çoktan başkalarıyla temasa girmiş olduğumuz için duyumsuyoruz; düşüncemiz de hep kendimize bir geri dönüş –başkasıyla alışverişimize çok şey borçlu bir geri dönüş. Birkaç aylık bir bebek başkasının yüzündeki sevecenliği, kızgınlığı ve korkuyu kolayca ayırt eder, oysa bu duyguların fiziksel göstergelerini o yaşta kendi vücudunu inceleyerek öğrenmiş olamaz. Demek ki başkasının vücudu farklı farklı hareketleriyle o bebeğin gözüne başından beri duygusal bir anlamla yüklü görünüyor, ruhun ne olduğunu kendi içine bakarak öğreniyor. Yetişkin insan da kendi yaşamında kültürünün, eğitiminin, kitapların ve geleneğin kendisine görmeyi öğrettiği şeyleri bulguluyor. Hep belli bir kültür üzerinden temas ediyoruz kendimize; en azından dışarıdan edindiğimiz ve kendimizi tanımamızda bize rehber olan bir dil üzerinden temas ediyoruz.

Bundan dolayıdır ki araçsız tarihsiz saf benlik ya da zihin her ne kadar çevremizden gelen düşüncelerin bizi düpedüz belirlemesinin karşısına çıkardığımız eleştirel bir makam ise de, tamamlanıp etkili bir özgürlüğe kavuşması ancak ve ancak dil aracını kullanmakla ve dünyanın yaşamına katılmakla olur.

İşte bu düşünceden çıkan insan ve insanlık tablosu, ilk başta yola çıktığımız halindekinden çok farklı. İnsanlık bir bireyler toplamı değil; hepsinin özlerinde düşünmeklik var diye herkesin herkesle anlaşabileceğinden emin olduğu bir düşünürler topluluğu değil. İnsanlık, bireylerin çoğulluğunun eriyip gittiği ve ister istemez yutulduğu tek bir Varlık da değil doğallıkla. İnsanlık ilke gereği sallantılı bir zeminde: herkes ancak içte içe gerçek olduğunu gördüğü şeye inanabilir ama aynı zamanda başkalarıyla sıkı ilişkileri içerisinde düşünüp karar alır ve seçimlerini o doğrultuda yapar. Hem herkes yalnızdır, hem de hiç kimse başkalarından vazgeçemez –sırf başkaları kendisine yararlı olduğu için değil (o başka bir konu), ancak o yolla mutlu olabildiği için.

Hiçbir toplu yaşam yok ki kendimiz olma yükünü omuzlarımızdan alsın ve bizi bir fikir sahibi olmaktan bağışık kılsın; ama hiçbir “iç” yaşam da yok ki başkasıyla ilişkilerimizin bir ilk denemesi gibi olmasın. Hem bireysel hem toplu bir geçmişimiz ve vücudumuz olduğundan dolayı düştüğümüz bu ikircikli durumda asla kesin bir dinginlik bulamayız, ayrılıklarımızı hep azaltmaya çalışmamız gerekir, anlaşılmamış sözlerimizi açıklamamız gerekir, bizde gizli saklı kalanı açığa vurmamız ve başkasını algılamamız gerekir. Akıl ve uzlaşma geride bıraktığımız bir yol değil, önümüzde kendisini üstlenip yürümemizi bekleyen bir yol; bunlara kesin olarak ulaşamadığımız gibi onlardan vazgeçmek de elimizde değil.

Anlaşılan o ki, asla bitmemiş, bitemeyecek bir işe soyunan ve bu işte görece başarı bile elde edemeyebilecek olan türümüz bu durum karşısında hem kaygılanıyor hem yürekleniyor. Aslında bu ikisi aynı şey, çünkü kaygı duymak dikkatli olmak demektir, yapılanları ve olup bitenleri yargılamak ve bilmek istemektir. İyicil bir alınyazısı olmadığı gibi kötücül bir alınyazısı da yok; yüreklilik de kendine ve başkalarına bel bağlamaktır, çünkü fiziksel ve toplumsal durumlardaki bütün farklılıklara karşın başkalarının tutum ve ilişkilerinde hep aynı kıvılcım kendini gösterir ve o kıvılcım sayesindedir ki başkalarını tanıyabiliyoruz, onların onayına ya da eleştirisine gereksinim duyuyoruz, onlarla yazgımız ortak.

Bununla birlikte geçen yüzyıllardaki tartışmasızlık tutumu yok bu insancılıkta. Saf zihinlerden oluşan bir topluluk olmakla övünmeyelim artık, toplumlarımızda birbirimizle kurduğumuz ilişkilerin gerçekten ne olduğunu görelim: çoğunlukla köle-efendi ilişkileri bunlar. İyi niyetimizi mazeret göstermeyelim, iyi niyetli davranışların bir kere elimizden çıktıktan sonra ne hale geldiklerini görelim. Burada türümüze yöneltmeyi önerdiğimiz bu yabancı bakışta sağlıklı bir şeyler var. Voltaire Micromegas’da başka bir gezegenden bir devin yeryüzüne inip yaşayışımızı gördüğünü ve yaşayışımızın bizden daha yüksek bir zekâya ister istemez saçma geldiğini anlatmıştı zamanında. Kendimize yukarıdan bakıp acımasızca yargı vermek yerine, bir biçimde aşağılardan bakıp kendimizi yargılamak bizim zamanımıza nasipmiş.

Kafka’da adamın biri böceğe dönüşüp aileye bir böceğin açısından bakar, bir köpek bir anda karşısına çıkan insan dünyasında araştırmalar yapar, toplumlar kendi kurdukları geleneklerin kabuğunda tıkılı kalır, günümüzde Maurice Blanchot’da da bir kent kendi koyduğu yasaların pençesine düşer ve herkes o kadar uysallaşır ki sonunda kendi farklılığını da başkalarınınkini de duymaz hale gelir. İnsanı dışarıdan görmek özeleştiri demektir ve ruh sağlığı demektir. Bundan maksat da Voltaire gibi her şeye saçma demek değil, Kafka gibi insan yaşamının hep tehdit altında olduğunu anımsatmak ve insanların birbirlerini tanıyıp buldukları o tek tük değerli anları mizah yoluyla hazırlamak.

Dışarıdan Görünen İnsan – Maurice Merleau-Ponty (Algılanan Dünya)
felsefeekibi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz