Devletin Zayıflama ve Çökme Nedenleri Üzerine – Thomas Hobbes

Thomas HobbesDevletlerin çöküşü, kusurlu yapılarından kaynaklanır. Ölümlülerin yaptığı hiçbir şey ölümsüz olamasa bile; eğer insanlar, sahip olduklarını iddia ettikleri aklı iyi kullanabilselerdi, devletleri, en azından dahili hastalıklar yüzünden yok olmaktan kurtulurdu. Çünkü devletler, yapılarının doğası gereği, onlara hayat veren insanlık veya doğa yasaları veya adaletin kendisi yaşadığı sürece yaşarlar. Dolayısıyla, dış şiddetle değil de, dahili kargaşa nedeniyle çöktükleri vakit, kusur, onların konusu olarak değil, onların yapıcıları, ve düzenleyicileri olarak insanlardadır.

Çünkü insanlar, en sonunda, birbirleriyle gelişigüzel itişip kakışmaktan ve vuruşmaktan bıktıkları ve, bütün kalpleriyle, kendilerini sağlam ve kalıcı bir yapı içinde birleştirmek istediklerinde: hem, kendi eylemlerini düzenlemek için uygun yasalar yapma sanatından; hem de, o andaki büyüklüklerinin ilkel ve sıkıntı verici yönlerinin giderilmesine katlanmak için gerekli tevazu ve sabırdan yoksun oldukları için, çok yetenekli bir mimarın yardımı olmaksızın, kendi hayat süreleri kadar ancak ayakta durabilen ve kesinlikle çocuklarının üstüne çökecek olan sakat bir yapıdan başka bir şeyin içine toplanamazlar.

Dolayısıyla, bir devletin kusurları arasında, öncelikle, hatalı bir yapıdan kaynaklanan ve bir doğal bedenin sakat bir doğum sonucu olan hastalıklarına benzeyen kusurları sayacağım.

Mutlak iktidar yokluğu. Bu kusurlardan biri şudur: bazen bir insan, bir krallığı elde etmek için, devletin savunulması ve selameti için gerekli olandan daha az bir kudretle yetinir. Buradan şu çıkar ki, kullanılmayan kudretin, kamu güvenliği için yeniden kullanılması gerekli olduğunda, bu adaletsiz bir iş gibi görünür; bu ise, çok sayıda insanı, fırsat olduğunda, isyan etmeye yöneltir; tıpkı, hastalıklı ebeveynlerden olmuş çocukların bedenlerinin, ya zamansız ölüme ya da, sivilce ve deri hastalıkları peyda ederek, sağlıksız yaradılışlarından gelen kötü niteliği atmaya yatkın olmaları gibi. Krallar böyle bir gerekli güçten kendilerini yoksun bıraktıklarında; bunun nedeni, her zaman, üstlendikleri makam için neyin gerekli olduğunu bilmemeleri değil; fakat, genellikle, bu gücü istedikleri zaman geri alabilecekleri umududur. Bu noktada yanlış düşünmektedirler; çünkü onları vaadlerine bağlı tutacak olan şey, kendi uyruklarının iyiliği uğruna komşularının devletini zayıflatmak için pek fırsat kaçırmayan yabancı devletler tarafından onlara karşı sürdürülecektir. İşte böyledir ki Canterbury başpiskoposu Thomas Becket, Papa tarafından, İkinci Henry’ye karşı desteklenmiştir; Fatih William, tahta çıkışında, kilisenin özgürlüğüne karışmamaya yemin ettiğinde, din adamlarının devlete tabi olmalarım kaldırmıştı. Aynı şekilde, ağabeyinin yerine tahta geçmekte onların yardımını sağlamak için, William Rufus tarafından, egemen güçle bağdaşması olanaksız bir derecede güçlendirilmiş olan baronlar da, kral John’a karşı isyanlarında Fransızlar tarafından desteklenmiştir.

Bu, sadece monarşide olmaz. Çünkü, eski Roma devletinin biçimi Senato ve Roma Halkıi<:’) olmakla; ne senato ne de halk bütün iktidara sahip değildi; bu durum, en sonunda demokrasilerinin yokolması ve monarşinin kurulmasına yol açacak şekilde, önce Tiberius Gracchus, Caius Gracchüs, Lucius Saturninus ve diğer isyanlara; ve daha sonra da, Maritts ve Syllah sonra da Pompeius ve Sezar önderliğinde, senato ve halk arasında savaşlara neden oldu.

Atina halkı ise, kendilerini, tek bir eylemden menetmişlerdi; hiçkimse, Salamis adası için savaşın yeniden başlatılmasını savunmayacaktı ve bunun cezası ölümdü; ancak, eğer Solon deli olduğu söylentisini yaymasaydı ve daha sonra da, bir delinin hareketleri ve sözleriyle, bunu [“Salamis adası için savaşın yeniden başlatılmasını” Çev.] etrafına toplanan insanlara savunmasaydı, şehrin kapılarında sürekli hazır bekleyen bir düşmanla karşı karşıya olurlardı; güçlerini sınırlamış olan bütün devletler işte bu gibi zararlara katlanmak veya böylesi oyunlara başvurmak zorundadırlar.

İyiye ve kötüye kişilerin karar vermesi. İkinci olarak, bir devletin, müfsit fikirlerin zehirinden kaynaklanan hastalıklarını görüyorum ki bu fikirlerden biri şudur: her özel kişi, iyi ve kötü hareketlerin ne olduğuna kendisi karar verir. Bu, toplum yasalarının olmadığı basit doğa durumunda; ve ayrıca devlet yönetimi altında yasaların belirlememiş olduğu durumlarda doğrudur. Fakat diğer durumlarda, iyi ve kötü eylemlerin ölçüsünün toplum yasası olduğu; ve iyinin ve kötünün yargıcının, her zaman için devleti temsil eden yasa koyucu olduğu açıktır. Bu yanlış fikir yüzünden, insanlar kendi aralarında tartışmaya ve devletin buyruklarını sorgulamaya; ve ayrıca, kendi kişisel değerlendirmelerine göre uygun görecekleri şekilde, bu buyruklara uymaya veya uymamaya yönelirler; işte böylece, devlet taciz edilir ve zayıflatılır.

Hatalı vicdan. Devlete zararlı bir başka fikir de şudur: bir insanın kendi vicdanına karşı yaptığı şey günahtır; ve bu, insanın kendisinin iyi ve kötünün yargıcı olarak kabul edilmesine dayanır. Çünkü bir insanın vicdanı ve muhakemesi aynı şeydir, ve muhakeme gibi vicdan da hatalı olabilir. Dolayısıyla, toplum yasalarına bağlı olmayan bir kimse, kendi aklını izlemekten başka bir kurala sahip olmadığı için, vicdanına karşı yaptığı her şeyde günah işliyor olsa da; bu, bir devlet içinde yaşayan bir kimse için böyle değildir; çünkü yasa, kişinin uymaya söz vermiş oldıtğu kamu vicdanıdır. Aksi takdirde, kişisel görüşlerden ibaret olan kişisel vicdanların bu çeşitliliğinde, devletin de dikkati dağılacak ve hiç kimse, egemen güce, kendi nazarında uygun görünenden fazla itaat etmeyecektir.

İlhanı iddiası. Genellikle düşünülmüştür ki inanç ve kutsallık, inceleme ve akıl yoluyla değil, doğaüstü ilham veya içe doğma yoluyla kazanılır. Bu kabul edildiğinde, bir insanın inancı için niçin bir sebep göstermesi gerektiğini; veya niçin her Hıristiyanın aynı zamanda bir peygamber olmaması gerektiğini; veya insanın, eylemlerinin kılavuzu olarak, kendi ilhamı yerine niçin ülkesinin yasalarını alması gerektiğini anlamıyorum. işte burada, yine, bütün devlet yönetiminin çözülmesine yol açacak şekilde, iyinin ve kötünün ne olduğuna karar verme yetkisini üzerimize alma; veya doğaüstü ilham sahibi olduklarını iddia eden kişilere bu yetkiyi verme yanılgısına düşüyoruz. İnanç işitmekle gelir, ve bizi, bize konuşanların varlığına inandıran; Kadiri Mutlak Tanrı tarafından tasarlanmış; ve doğaüstü olmayıp sadece, her sonuçla uyumlu olan çoğunluğu bakımından, gözlenemez nitelikteki olguları işitmekle. İnanç ve kutsallık gerçekten de çok sık olmaz; fakat yine de bunlar mucize olmayıp, eğitimle, disiplinle, ıslah ile, ve Tanrı’nın uygun gördüğü zamanlarda kendi tercihine göre onları yarattığı diğer doğal yollardan meydana getirilir. İşte, barışa ve devlete zararlı bu üç fikir, dünyanın bu kısmında, Kutsal Kitab’ın sözlerini akla aykırı biçimde bir araya getirerek, insanları, kutsallık ve doğal aklın birlikte varolamayacağına inandırmak için ellerinden geleni yapan cahil din adamlarının dillerinden ve kalemlerinden kaynaklanmıştır büyük ölçüde.

Egemen gücün toplum yasalarına tabi kılınması. Bir devletin doğasına aykırı bir dördüncü fikir şudur: egemen güce sahip olan, toplum yasalarına tabidir. Bütün egemenlerin doğa yasalarına tabi oldukları doğrudur; çünkü bu yasalar tanrısaldır ve hiçbir insan veya devlet tarafından ilga edilemezler. Fakat egemen, kendisinin, yani devletin yaptığı yasalara tabi değildir. Çünkü yasalara tabi olmak, devlete, yani egemen temsilciye, yani kendi kendine tabi olmaktır; bu ise, tabiyet değil, yasalardan özgür olmaktır. Bu yanılgı, yasaları egemenin üstüne koyduğu için, aynı zamanda, onun üzerine bir yargıç ve onu cezalandırabilecek bir güç koymaktadır; bu ise, yeni bir egemen yapmaktır; ve aynı nedenle, bu İkinciyi cezalandırmak için onun üzerine bir üçüncü egemen konulur; ve bu böylece, devletin karışması ve çözülmesine kadar, sürer gider.

Uyruklara mutlak mülkiyet hakkı verilmesi. Devletin dağılmasına yol açan beşinci bir fikir de şudur: herkes, egemenin hakkını dışlayacak şekilde, kendi mallarında mutlak bir mülkiyet hakkına sahiptir. Gerçekten de herkes, diğer bütün uyrukların hakkını dışlayan bir mülkiyet hakkına sahiptir: ve bu hakkı, egemen güçten alır; egemen gücün koruması olmasaydı, herkes aynı şey üzerinde eşit hak sahibi olurdu. Fakat, egemenin hakkı dışlanırsa, egemen, onu içine koydukları görevi; yani, onları, hem dış düşmanlardan, hem de birbirlerine zarar vermekten koruma görevini yapamaz; ve sonuçta ortada devlet kalmaz.

Ve eğer uyrukiarın mülkiyet hakkı, egemen temsilcinin onların malları üzerindeki hakkını dışlamıyorsa; bizzat egemeni içine koydukları yargı ve yürütme makamları üzerindeki hakkını hiç dışlamaz.

Egemen gücün bölünmesi. Devletin özüne düpedüz ve açıkça karşı olan altıncı bir fikir vardır: egemen güç bölünebilir. Çünkü bir devletin gücünü bölmek, onu dağıtmaktan başka bir şey değildir; çünkü karşılıklı olarak bölünmüş güçler birbirini yok eder. İşte bu fikirler yüzünden insanlar, yasaları meslek seçmiş olup bunları yasama gücüne değil kendi bilgilerine dayandırmaya çalışan bazı kişilere bağlanmaktadırlar.

Komşu ülkelerin taklit edilmesi. Yine yanlış bir fikir olarak, komşu bir ülkedeki değişik yönetim biçimini örnek almak insanları, sık sık, yerleşik yönetim biçimini değiştirmeye yöneltir. İşte böylece Yahudiler, kargaşaya düşüp Tanrı’yı reddettiler ve, başka ülkelerin tarzında bir kral için, peygamber Samuel’e başvurdular; yine böylece, Yunanistan’ın küçük kentleri, aristokratik ve demokratik hiziplerin nifaklarıyla sürekli kargaşa içinde yaşadılar; hemen her devletin bir kesimi Lakedemonyalılar’ı [Spartalılar’ı Çev.] diğer kesimi ise Atinalılar’ı taklit etmek arzusundaydı. Ve hiç şüphem yok ki pek çok insan, zenginleşmek için, Fiollandalıların yapmış oldukları gibi, sadece hükümet biçimini değiştirmenin gerekli olduğunu düşünerek, bu ülkeye özentiden dolayı, İngiltere’deki son karışıklıkları görmekle mutlu olmuşlardır. Çünkü insan doğasının kendisi yeniliği arzu etmeye yatkındır. Dolayısıyla insanlar, yenilik sonucunda zengin olmuş ülkelere komşuluktan ötürü, yenilik yapmaya tahrik edildiklerinde, onları değişime davet etmiş olanlardan memnun kalmamaları ve, kargaşanın devamından zarar görseler de, ilk başlangıçları sevmemeleri neredeyse imkansızdır; tıpkı, uyuz olmuş köpeklerin, artık acıya tahammül edemez hale gelinceye kadar, kendi tırnaklarıyla kendilerini hırpalayıp durmaları gibi.

Grekler’in ve Romalılar’ın taklit edilmesi. Özel olarak monarşiye isyan edilmesine gelince; bunun en sık görülen nedenlerinden biri, politika kitaplarının ve eski Grekler’e ve Romalılar’a ait hikayelerin okunmasıdır; genç insanlar ve akıl denilen o panzehirden yoksun olan bütün diğerleri, bu tür kitaplar ve hikayelerden, onların [“Grekler ve Romalılar” Çev.]’ ordularının komutanları tarafından kazanılmış büyük savaş ganimetleri hakkında güçlü ve keyif veren bir izlenime kapılarak, başka neler yapmış olduklarına ilişkin hoş bir düşünce edinirler; ve onların büyük zenginliğinin, münferit kişilerin gayretinden değil, halkçı yönetim biçimlerinden kaynaklandığını düşünürler: bu arada, onların kusurlu politikasının neden olduğu sık görülen kargaşa ve iç savaşları dikkate almazlar. Ben derim ki, böyle kitapları okumak yüzünden, insanlar krallarını öldürmeye teşebbüs etmişlerdir, çünkü Grek ve Latin yazarlar, kitaplarında ve politik konuşmalarında, bir insanın kralını öldürmesini, öldürmeden önce onu bir tiran olarak nitelemek şartıyla, meşru ve övgüye değer yapmışlardır. Çünkü, Regicide, yani bir kralın öldürülmesinin değil, Tyrarıniciderm, yani bir tiranın öldürülmesinin, meşru olduğunu söylemişlerdir. Bu kitaplardan, bir monarşi altında yaşayan kimseler, bir halk devletinin uyruklarının özgürlük sahibi oldukları; monarşide ise bütün uyrukların köle oldukları fikrini peyda ederler. Bir monarşi altında yaşayan insanların böyle bir fikir peyda ettiklerini söylüyorum; halkçı bir yönetim altında yaşayanların değil: çünkü onlar için böyle bir şey sözkonusu değildir. Özet olarak, monarşiye, böylesi kitapların, onların zehrini almaya ehil ağzı sıkı efendilerin tedbirlerini uygulamaksızın herkesçe okunmasına izin verilmesi kadar zararlı başka bir şey düşünemiyorum: bu zehri, hekimlerin hidrofobi veya su korkusu dedikleri bir hastalık olan, kuduz bir köpeğin ısırmasına benzetmekte tereddüt etmeyeceğim. Çünkü bu şekilde ısırılan bir kimse, sürekli bir susamışlık duygusu içinde kıvranır ve buna rağmen sudan kaçar; ve öyle bir durumdadır ki sanki zehir onu bir köpeğe dönüştürmeye çalışmaktadır: keza bir monarşi, bu yönetim biçimine sürekli olarak hırlayan şu demokratik yazarlar tarafından kemiğe kadar ısırıldığında; bir tiranofobi veya güçlü bir şekilde yönetilmek korkusundan ötürü kaçtıkları, sevmedikleri, güçlü bir monarktır tek gerekli şey.

Devlette birden fazla egemen olduğu görüşü. Bir insanın içinde üç tane ruh olduğunu savunan doktorlar olduğu gibi; bir devlette birden fazla ruh, yani egemen olduğunu düşünen kişiler de vardır: bunlar; egemenliğe karşı, bir yücelik; yasalara karşı, temel ilkeler; ve devlet otoritesine karşı, bir ruhani otorite koyarlar; insanların zihinlerinde, kendi başlarına hiçbir şey ifade etmeyen, fakat belirsiz oluşlarıyla imalarda bulunan sözler ve ayrımlarla etkide bulunmaya çalışırlar; bazıları da, karanlıkta, adeta bir periler krallığı gibi, görünmez bir başka krallığın yürüdüğüne inanırlar. Toplumsal güç ve devlet iktidarı açıkça aynı şey olduğuna, ve temel ilkeler oluşturma ve ruhsatlar verme yetkisi bir devletin varlığına işaret ettiğine göre; biri egemen, diğeri yüce olduğunda; biri yasalar, diğeri temel ilkeler koyduğunda; aynı uyrukların iki devleti olması gerekir; bu ise, kendi içinde bölünmüş bir krallıktır ve ayakta duramaz. Çünkü, cismani ve ruhani arasındaki önemsiz ayrım bir yana bırakılırsa, bunlar hala iki krallıktır ve her uyruk iki efendiye birden tabidir. Ruhani iktidar neyin günah olduğunu ilan etme hakkını sahiplendiğine göre, neyin yasa olduğunu ilan etme hakkını da sahipleniyor demektir; çünkü günah, yasanın ihlalinden başka, bir şey değildir; ve yine, devlet iktidarı da neyin yasa olduğunu ilan etme hakkını sahiplendiğine göre, her uyruk iki efendiye birden itaat etmekle yükümlü olmak gerekir ve bu efendilerin ikisi de kendi buyruklarına yasa olarak uyulmasını talep edeceklerdir ki bu imkansızdır. Veya, eğer tek bir krallık varsa, ya, cismani, yani devlet iktidarı, ruhani olana tabi olmalıdır, ve o zaman sadece ruhani egemenlik var demektir; ya da, ruhani iktidar cismani olana tabi olmalıdır, ve o zaman da cismani olandan başka bir yücelik yok demektir. Dolayısıyla, bu iki güç birbirine karşı geldiklerinde, devlet büyük bir iç savaş ve dağılma tehlikesi içine düşmekten kaçamaz. Daha çok göze görünür olan ve doğal aklın daha açık ışığında duran cismani otorite, her zaman için, halkın büyükçe bir kısmını kendine çekmezlik edemez. Ruhani otorite ise, Okul ayrımları ve sert sözlerin karanlığında dursa da, karanlık ve hortlak korkusu diğer korkulardan daha büyük olduğu için, bir devleti rahatsız etmeye ve bazen de yok etmeye yeterli bir kesimden yoksun olamaz. Bu, Yahudiler’in, vücudun ruhlar tarafından bir tür ele geçirilmesi olduğuna inandıkları epilepsi veya saraya benzetilmesi yanlış olmayan bir hastalıktır. Çünkü, sara hastalığında nasıl ki, kafada, sinirlerin köklerini engelleyen ve, onları şiddetle sarsarak, beyindeki ruhun gücünden doğal olarak almaları gereken hareket yetisinden insanı yoksun bırakan, ve böylece organlarda ihtilaç denilen şiddetli ve düzensiz hareketlere neden olan anormal bir hava veya esinti varsa; öyle ki bu hastalığa yakalanan kişi, duyularından yoksun bir insan gibi, bazen suya ve bazen de ateşe düşerse; aynı şekilde devlette de, ruhani iktidar, devletin organlarını, devletin özü olan cismani otoriteyle hareket ettirilmek yerine, devletin sinirleri olan cezaların dehşeti ve ödüllerin beklentisiyle hareket ettirir; ve bunların [“cezalar ve ödüller” Çev.] anlaşılmasını garip ve sert sözlerle zorlaştırırsa, böylece halkı huzursuz edecek ve toplumu ya zulümle bastıracak veya bir iç savaşın ateşine fırlatacaktır.

Karma hükümet. Bazen de; besleyici kuvvet olan para toplama yetkisinin bir genel »meclise; hareket ettirici kuvvet olan yürütme ve buyurma yetkisinin tek bir kişiye; ve rasyonel kuvvet olan yasalar yapma yetkisinin de, sadece bu ikisinin değil, aynı zamanda bir üçüncünün rastlantı eseri mutabakatına bağlı oluşundaki gibi, cismani hükümetin kendi içinde birden fazla merkez olur; böyle bir durum, bazen iyi yasalar üzerinde mutabakat yokluğu: fakat çoğu zaman, hayatiyet ve hareket için gerekli besinlerin yokluğu yüzünden, devleti tehlikeye sokar. Çünkü, böyle bir hükümetin aslında hükümet değil, devletin üç kısma ayrılması olduğu pek az kişi tarafından farkedilir ve buna karma monarşi denilir; gerçekte ise bu, tek bir bağımsız devlet değil, üç tane bağımsız kısımdır; tek bir temsilci de yoktur, üç tane vardır. Tanrı’nın krallığında, hüküm süren Tanrı’nın birliği ihlal edilmeksizin, bağımsız üç kişi olabilir; fakat, görüşlerin farklılaşmasına tabi insanların hüküm sürdüğü yerde bu olamaz. Dolayısıyla, kral halkın kişiliğini taşıyorsa, genel meclis de halkın kişiliğini taşıyorsa, ayrıca bir başka meclis halkın bir kısmının kişiliğini taşıyorsa, burada tek bir kişilik ve tek bir egemen değil, üç ayrı kişilik ve üç ayrı egemen vardır.

Bir devletteki bu kusuru doğal vücudun tam olarak hangi hastalığına benzetebileceğimi bilmiyorum. Fakat, yan tarafından, kendine ait bir kafası, kollar, göğsü ve karnı olan bir başka adamın çıktığı bir adam gördüm; eğer bu adamın, diğer yanından bir başka adam daha çıksaydı, benzetme o zaman tam olurdu.

Parasızlık. Buraya kadar, bir devletin, en büyük ve en tehlikeli hastalıklarını belirttim. O kadar büyük olmayan başkaları da vardır; ancak bunların gözden kaçırılması doğru olmaz. İlk olarak, devletin ihtiyaçları için para toplanmasında zorluk; özellikle savaş yaklaşırken. Bu zorluk, her uyruğun, kendi toprakları ve mallarında, egemenin bunları kullanma hakkını dışlayan bir mülkiyet hakkına sahip olduğu görüşünden kaynaklanır. İşte bundandır ki, devletin ihtiyaçlarını ve önündeki tehlikeleri gören ve, halkın inatçılığı yüzünden kamu hazinesine para akışının engellendiğini farkeden egemen güç (oysa halk, bu tehlikeleri daha başlangıçta karşılamak ve önlemek için devlete yardımcı olmalıdır), kendini olabildiğince kısar, ve artık daha fazla kısıntı yapılması imkansız duruma geldiğinde de, küçük meblağlar elde etmek için yasal manevralarla halk ile mücadele eder, ve bu küçük meblağlar yetersiz kaldığında, en sonunda, hemen ver veya yok ol çözümüne yönelmek zorunda kalır; ve bu aşırılıklara sık sık maruz bırakarak, en sonunda halkı yola getirir; aksi takdirde devlet yokolur gider. Bu durumu, son derece uygun biçimde, sıtmaya benzetebiliriz; etli kısımlar pıhtılaştığı veya ağulu madde ile tıkandığı için, doğal seyirleri içinde kalbe boşalan damarlar, gerektiği şekilde, arterlerden beslenmezler, böylece önce organlar soğuyup titremeye başlarlar; ve sonra da, kan için bir geçit sağlamak amacıyla kalp kendini zorlar; ve bunu yapabilmezden önce, bir süre için serin şeylerin verdiği canlılıklarla yetinir, ta ki, eğer bünye yeterince sağlamsa, tıkalı kısımların inadını en sonundakırıp ağuyu terle dışarı atıncaya; veya, eğer bünye zayıfsa, hasta ölünceye kadar.

Tekeller ve vergi tahsildarlarının suiistimalleri. Yine, devlette, satlıcana benzer bir hastalık vardır; normal seyri içinde akıp gelen devletin geliri, tekeller nedeniyle veya kamu gelirlerinin iltizama verilmesiyle, tek bir kişide veya az sayıda kişinin ellerinde toplanır; tıpkı, satlıcanda, akciğer zarına giren kanın, ateş ve şiddetli sancılarla birlikte, orada bir yanma meydana getirmesi gibi.

Popüler insanlar. Ayrıca, güçlü bir uyruğun popülaritesi de, devlet bu kişinin bağlılığından tam olarak emin olmadıkça, tehlikeli bir hastalıktır; çünkü, egemenin otoritesine göre hareket etmesi gereken halk, hırslı bir adamın güzel sözleri ve şöhretiyle, yasalara itaatten uzaklaşıp, erdemleri ve planları hakkında bilgi sahibi olmadıkları bir insanı izlemeye yönelirler. Bu, bir halkçı hükümette, monarşide olduğundan daha tehlikelidir; çünkü bir ordu o kadar büyük bir güç ve sayıdadır ki, kolaylıkla halkın kendisi olduğuna inandırılabilir. Halk [meclisi Çev.] tarafından senatonun karşısına çıkarılan Julius Caesar, ordusunun sevgisini kazanarak, kendini hem senatonun hem de halk [;meclisinin Çev.] efendisi işte böyle yaptı, Popüler ve hırslı insanların bu davranışı, açıkça isyandır; ve büyücülüğün etkilerine benzetilebilir.

Bir kentin aşırı büyüklüğü, şirketlerin çokluğu. Bir devletin bir başka zayıflığı, kendi içinden, büyük bir ordunun sayısını ve masrafını karşılayabilecek kadar büyük bir kentin olmasıdır: çok sayıda şirketlerin varlığı da böyledir; bunlar, doğal bir insanın bağırsaklarındaki kurtlar gibi, bir devletin içinde bulunan devletçiklere benzer.

Egemen güce itiraz etme özgürlüğü. Buna, politik basiret sahibi olduğunu iddia edenlerce mutlak iktidara itiraz etme özgürlüğü eklenebilir; bunlar, genellikle halkın en aşağı katmanlarında yetişmekle birlikte, yanlış fikirlerin etkisiyle, devleti taciz edecek biçimde, sürekli olarak temel yasalara karışırlar; tıpkı, doktorların askarid dedikleri küçük bağırsak solucanları gibi.

Ayrıca;’ etki alanını genişletmenin doymaz iştihasını, veya Boulimia’sın da ilave edebiliriz; bu nedenle düşmandan çoğu kez alınan onmaz yaralar; ve* çoğu kez bir yük olan ve, az bir tehlike karşısında, elde tutulmayıp kaybedilen, elbirliksiz fetihlerin kistleri işte bunun sonuçlarıdır; rahatlığın ataletini, ve şamata ve boşuna masrafın getirdiği israfı da ekleyebiliriz.

Devletin dağılması. Son olarak, harici veya dahili bir savaşta, düşmanlar kesin bir zafer kazandıklarında; ve, devletin güçleri artık yerlerini korumaz oldukları için, uyrukların sadakatleri artık koruma sağlamaz olduğunda; işte o zaman devlet dağılır, ve herkes kendi takdirine uygun yollardan kendini korumakta özgürdür. Egemen, devlete hayat ve hareket veren kamusal ruh olduğu için, bu ruh bittiği zaman, üyeler artık onunla yönetilmezler. Tıpkı, bir insanın cesedinin, bedenden ayrılan, fakat ölümsüz olan, ruhuyla yönetilmediği gibi. Bir egemen monarkın hakkı, bir başkasının eylemiyle yok edilemese de; üyelerin yükümlülüğü yok edilebilir. Çünkü koruma isteyen onu herhangi bir yerde arayabilir; ve korumayı elde ettiğinde, korkudan dolayı kendini tabi kılmışlığın sahte görünüşü olmaksızın, korumasını, yapabildiği kadar uzun süre korumakla yükümlüdür. Ancak, bir meclisin iktidarı bir kez yok edildiğinde, onun hakkı tamamen ortadan kalkar; çünkü meclisin kendisi yok olmuştur; ve dolayısıyla, egemenliğin geri gelme imkanı yoktur.

Bolüm 50 Egemen Temsilcinin Görevi Uzeruıe

Halkın iyiliğinin sağlanması. İster bir monark olsun ister bir meclis, egemenin görevi, kendisine egemenlik gücünün veriliş amacında, yani halkın güvenliğinin sağlanmasında yatar; egemen, bu göreve doğa yasasıyla bağlıdır ve bunun hesabını, doğa yasasını yaratan Tanrı’ya ve sadece ona vermekle yükümlüdür. Güvenlikle burada kastedilen, sadece koruma değil; aynı zamanda, her insanın meşru emeğiyle, devlete tehlike veya zarar gelmeksizin elde edeceği, hayatın bütün konforlarıdır.

Eğitim ve yasalar yoluyla. Bu görev, şikayet üzerine mağdur olmaktan korunmaları ötesinde, bireylerle tek tek ilgilenerek değil; hem fikir hem de emsal bakımından kamunun eğitilmesi kapsamında genel bir rehberlik yoluyla; ve, bireylerin kendi durumlarına uygulayabilecekleri iyi yasalar yapılması ve icra edilmesi yoluyla yerine getirilmelidir.

Temel bir egemenlik hakkını terketmek egemenin görevine aykırıdır. Daha önce onsekizinci bölümde tanımlanmış olan temel egemenlik haklan kaldırıldığında, devlet dağıldığı ve herkes, bu hayatta olabilecek olan en büyük kötülük olan, herkesin herkesle savaşı durumuna ve felaketine döndüğü için; bu hakları eksiksiz olarak sürdürmek egemenin görevi olup, bunlardan herhangi birini başkasına devretmek veya terketmek egemenin görevine aykırıdır. Çünkü araçları terkeden amaçları da terkeder; ve araçları terkeden, egemenin kendisi olduğunda, devlet yasalarına tabi olduğunu kabul eder; ve en üst yargı yetkisini; veya kendi otoritesiyle savaş veya barış yapma yetkisini; veya devletin ihtiyaçlarına karar verme yetkisini; veya, kendi vicdanına göre gerekli bulduğu zaman ve ölçüde, para ve asker toplama yetkisini; veya hem savaş hem de barış zamanı için memurlar ve görevliler atama yetkisini; veya öğretmenler atama ve hangi düşüncelerin halkın savunulmasına, barışına ve iyiliğine uygun olduklarını ve hangi düşüncelerin bunlara aykırı olduklarını inceleme yetkisini bırakır.

Egemenlik haklarının nedenlerinin halka öğretilmesini sağlamamak da egemenin görevine aykırıdır. İkinci olarak, bu temel haklarının gerekçeleri ve nedenleri hakkında halkın bilgisiz kalmasına veya yanlış bilgilendirilmesine göz yummak da egemenin görevine aykırıdır; çünkü böylece insanlar, kolayca yoldan çıkarılır ve, devlet bu yetkileri kullanmak istediğinde, egemene direnmeye ayartılırlar.

Bu hakların gerekçeleri, titiz ve doğru bir şekilde öğretilmelidir; çünkü bunlar, herhangi bir toplum yasasıyla veya yasal cezalandırma korkusuyla ayakta tutulamazlar. İsyan etmeyi (ki temel egemenlik haklarına bütün direnişler böyledir) yasaklayan bir toplum yasası, bir toplum yasası olarak, herhangi bir yükümlülük olmayıp, sadece, verilen sözün ihlalini yasaklayan doğa yasası sayesinde bir yükümlülük ifade eder; eğer insanlar bu doğal yükümlülüğü bilmezler ise; egemenin yaptığı hiçbir yasanın hakkını bilemezler. Verilen cezayı ise sadece düşmanca bir eylem olarak görürler; yeterli güce sahip olduklarını düşündüklerinde, düşmanca eylemlerle, bundan kaçınmaya çalışacaklardır.

Mutlak egemenlik için akli ilkeler olmadığını söyleyenlerin itirazı. Adaletin içeriksiz bir sözden ibaret olduğunu; ve, sadece savaş durumunda değil, bir devlet varsa bile, zorla veya kurnazlıkla, bir insanın elde ettiği her şeyin o insana ait olduğunu (ki bu düşüncelerin yanlışlığını daha önce gösterdim) söyleyenler yanısıra: egemenliği mutlak yapan bu temel hakları destekleyici hiçbir gerekçe veya akli ilkeler olmadığını iddia edenler de vardır. Çünkü, eğer olsa idi, şurada veya burada bunlar ortaya çıkarılırdı; oysa bu hakların kabul edilmiş, veya tartışma konusu edilmiş, olduğu hiçbir devlet şimdiye kadar olmamıştır. İşte burada yanlış akıl yürütüyorlar, sanki Amerika’nın vahşi halkı, henüz bu kadar iyi yapılmış bir ev görmedikleri için, malzemeler dayandığı sürece dayanacak bir ev yapmak için herhangi bir gerekçe veya akli ilke olduğunu inkar edermiş gibi. Zaman ve emek, her geçen gün yeni bilgiler üretir. İyi inşaat sanatının; insanlık, kötü de olsa, yapılar inşa etmeye başladıktan çok sonra, malzemelerin özelliklerini ve biçim ve orantının çeşitli sonuçlarını uzun süre incelemiş çalışkan insanlar tarafından gözlemlenmiş akıl ilkelerinden türetilmiş olması gibi: insanlar, mükemmel olmasa ve kargaşaya geri dönmeye eğilimli olsa bile, devletler kurmaya başladıktan uzun zaman sonra, devletleri, dahili şiddet müstesna, kalıcı kılmak için akli ilkeler çalışkanca tefekkür yoluyla bulunabilir. İşte bu kitapta, bu ilkeleri ortaya koymaya çalıştım: bu ilkelerin, onları kullanma gücüne sahip olanların ilgisini çekip çekmeyeceği, şu an için, beni pek fazla ilgilendirmiyor. Fakat, benim bu ilkelerimin akıl ilkeleri olmadığı varsayılsa bile; bunların, Kutsal Kitaplar’ın otoritesinden gelen ilkeler olduğuna eminim; Musa tarafından yönetilen, sözleşmeli halkı Yahudiler üzerindeki Tanrı’nın krallığından bahsedeceğim zaman, bunu açıkça göstereceğim.

Avamın yetersizliğinden gelen itiraz. Fakat, ilkeler doğru olsa da, sıradan insanların bunları anlamak için yeterli kapasiteye sahip olmadıkları da söylenir. Bir krallığın varlıklı ve güçlü uyrukları veya en bilgili kabul edilenler, avamdan daha kapasiteli olsalardı sevinirdim. Fakat herkes bilir ki bu düşünce tarzının önündeki engeller, konunun güçlüğünden çok, öğrenecek olanların menfaatinden kaynaklanır. Güçlü insanlar, onların eğilimlerine sınır koyacak bir güç oluşturan hemen hiçbir şeyi kabul etmezler; okumuşlar ise, yanlışlarını ortaya çıkaran ve böylece otoritelerini azaltan hiçbir şeyi kabul etmez: oysa sıradan insanların zihinleri, güçlülere bağımlılıkla lekelenmiş veya öğretmenlerinin düşünceleriyle çiziktirilmiş olmadıkça, kamu otoritesi tarafından onlara basılacak her şeyi kabul etmeye yatkın temiz kağıt gibidir. Koskoca uluslar, aklın üstünde olan Hıristiyan dininin büyük gizemlerini nasıl kabul ederlerdi, ve milyonlarca insan, akla aykırı olan, aynı varlığın aynı anda birden fazla yerde olabileceği düşüncesine nasıl inandırabilirdi; ve insanlar, yasa tarafından korunan öğretim ve propagandaları yoluyla, önyargısız bir kişinin onu öğrenmek için onu işitmesinden başka bir şeye ihtiyaç duymayacağı ölçüde akla uygun olan bunu kabul ettiremezler mi? Dolayısıyla şu sonuca varıyorum ki, egemenliğin doğal ve temel haklarının halka öğretilmesinde, egemen bütün iktidara sahipken, kendi hatasından veya devletin yönetiminde görev verdiklerinin hatasından kaynaklanan sorunlar dışında, hiçbir zorluk yoktur; ve dolayısıyla, halkı bu hususta eğittirmek onun görevidir; ve sadece görevi ‘de değildir, aynı zamanda onun yararınadır ve başkaldırmadan dolayı kendi kişiliğine gelebilecek tehlikelere karşı onun güvencesidir de.

Uyruklara, yönetimi değiştirmeye özenmemeleri gerektiği de öğretilmelidir. Ayrıntılara inmek gerekirse, halka, ilk olarak, komşu ülkelerde gördükleri herhangi bir yönetim biçimini kendi yönetim biçimlerinden daha fazla sevmemeleri ve, başka türlü yönetilen ülkelerde gördükleri zenginlik ne olursa olsun, değişiklik arzu etmemeleri de öğretilmelidir. Aristokratik veya demokratik bir meclis tarafından yönetilen bir halkın zenginliği, aristokrasiden veya demokrasiden değil, uyrukların itaati ve uyumundan gelir; bir monarşide de halk, tek bir kişi onları yönetmek hakkına sahip olduğu için değil, fakat ona itaat ettikleri için zenginleşir. Herhangi bir devlet türünde, halkın itaatini ve dolayısıyla uyumunu yok edin, halk sadece zenginleşmemekle kalmayacak fakat kısa bir sürede dağılacaktır da. Sadece devleti reforme etmek için itaatsizlik yapanlar, böylelikle devleti tahrip ettiklerini göreceklerdir; tıpkı, masalda, ihtiyar babalarının gençliğini geri getirmek isteyen Peleus’un(1) ahmak kızlarının, Medea’nın(2) tavsiyesiyle, onu parçalayıp tuhaf otlarla kaynatmaları, fakat ondan yeni bir insan yapamamaları gibi. Bu değişiklik arzusu, Tanrı’nın buyruklarından ilkinin ihlaline benzer: çünkü Tanrı der ki, Non habebis Deos alienos; diğer ülkelerin Tanrılarını almayacaksın; ve krallar ile ilgili bir başka yerde, onların Tanrılar olduğu söylenir.

Uyruklara, egemen karşısında, popüler kişilere bağlanmamaları da öğretilmelidir. İkinci olarak, ne kadar yüksekte durursa dursun veya toplum içinde ne kadar göz alıcı biçimde parlarsa parlasın, uyrukdaşlarından herhangi birinin erdemine hayranlıkla; veya, egemen meclis dışında, kendi makamları içinde temsil ettikleri egemene, sadece ona uygun düşen bağlılık veya onuru onlara verecek şekilde, herhangi bir meclise hayranlıkla hareket etmemeleri; ve onlardan, egemen güç tarafından onlara aktarılan dışında hiçbir etki kabul etmemeleri gerektiği de uyruklara öğretilmelidir. Halkını kıskanmayan ve ona, popüler insanların dilkavukluğu ile katlanan bir egemenin, halkını gereğince sevdiği düşünülemez. O popüler insanlar ki, sık sık olduğu gibi, sadece gizli olarak değil, alenen de, konuşmacılarla ve bunu caddelerde ilan ederek, halk ile in facie ecclesicpb ittifak duyurusu yapacak şekilde, halkı egemene sadakatten uzaklaştırırlar, bu, on emrin İkincisinin ihlaline benzetilebilir.

Egemen güce itiraz etmemeleri de. Üçüncü olarak, bundan dolayı, ister bir insan ister bir meclis olsun, egemen temsilci hakkında kötü konuşmanın; veya onun iktidarını tartışma konusu yapmanın veya ona itiraz etmenin; veya, halkının gözünde küçük düşürülecek şekilde ve halkın itaatini, ki devletin güvenliği buna bağlıdır, gevşetecek şekilde, onun adını saygısızca anmanın ne kadar büyük bir hata olduğu da halka öğretilmelidir. Bu düşünce ise, üçüncü emre benzemektedir.

Görevlerini öğrenmeleri için belirli günler ayırmaları. Dördüncü olarak, onlara eğitim vermeleri için görevlendirilmiş kişileri dinleyebilecekleri belirli süreler normal iş süreleri dışında tahsis edilmedikçe, insanlara bunlar öğretilemeyeceğine göre, veya, bir kez öğretildikten sonra, insanlar bunları hatırlayamayacaklarına göre, veya, aradan bir kuşak geçtikten sonra, egemen gücün kimde olduğunu dahi bilemeyeceklerine göre; bir araya toplanabilecekleri ve, egemenlerin egemeni olan Tanrı’ya dualar ve övgülerden sonra, görevlerinin onlara anlatılacağı ve genelde hepsini ilgilendiren pozitif yasaların okunup açıklanacağı ve onları yasa yapan otoritenin kafalara yerleştirileceği belirli zamanlar tespit edilmesi gerekir. Bu amaçladır ki Yahudiler, yedi günde bir günü, Şabat gününü, dinlenme için ayırmışlar, bu günde yasa okunmuş ve açıklanmış; ve bu günün ciddiyeti içinde, Tanrı’nın onların kralı olduğu, Tanrı’nın, dünyayı altı günde yarattıktan sonra, yedinci günde dinlendiği; ve o gün çalışmayıp dinlenmeleri suretiyle, onları Mısır’daki sürgün ve angaryadan kurtarmış ve onlara, Tanrı’yı kutsadıktan sonra, yasal biçimde eğlenmeleri ve dinlenmeleri için bir zaman vermiş olan Tanrı’nın onların kralları olduğu kafalarına yerleştirilmiştir. Böylece, emirlerin ilk levhası, tümüyle, Tanrı’nın mutlak iktidarını belirtmek için kullanılmıştır; sadece Tanrı olarak da değil, fakat özel olarak Yahudiler’in sözleşmeye dayalı kralı olarak; ve dolayısıyla, egemen gücün kendilerine insanların rızasıyla verilmiş olduğu kişilere, uyruklarına hangi doktrini öğretmeleri gerektiği konusunda ışık tutabilir.

Ebeveynlerine saygı göstermeleri. Çocukların ilk eğitimleri, ebeveynlerinin ihtimamına dayandığı için, çocuklar, onların nezareti altında oldukları sürece, onlara itaat etmelidirler; ve ayrıca, daha sonra da, saygı işaretleriyle, ebeveynlerinden aldıkları eğitimin yararını takdir ettiklerini göstermelidirler, çünkü kadirbilirlik bunu gerektirir. Bu amaçla, başlangıçta herkesin babasının, aynı zamanda, onu yaşatma ve yok etme kudretine sahip olan efendisi de olduğu; ve aile babalarının, bir devlet kurmakla bu mutlak kudreti bırakmış olmakla birlikte, verdikleri eğitim için onlara borçlu olunan saygıdan yoksun kalmalarının asla amaçlanmadığı çocuklara öğretilmelidir. Çünkü bu hakkın terkedilmesi egemen gücüns tesisi için gerekli değildi; ve ayrıca, eğer ileride onlardan, diğer insanlardan alacaklarından başka bir fayda almayacak olsalardı, hiç kimse çocuk sahibi olmayı istemez veya sahip olduğu çocukları besleyip eğitme zahmetine girmezdi. Bu ise, beşinci emre uymaktadır.

Haksızlık yapmaktan kaçınmaları. Yine, her egemen, hiç kimseden ona ait olan bir şeyin alınmaması demek olan adaletin öğretilmesini; yani, insanlara, şiddet veya kurnazlıkla komşularını, egemen otorite sayesinde kendilerine ait olan şeylerden yoksun bırakmamaları gerektiğinin öğretilmesini de sağlamalıdır. Sahip olunan şeyler içinde, bir insan için en değerli olanlar, kendi hayatı ve vücududur; ve ikinci olarak, pek çok insan bakımından, ailevi mutluluk; ve daha sonra da, servet ve yaşama araçlarıdır. Dolayısıyla insanlara, kişisel intikam yoluyla bir başkasının bedenine karşı şiddet kullanmaktan; aile namusunu ihlal etmekten; ve başkasının mallarının zorla yağmalanması ve kurnazlıkla çalınmasından kaçınmaları gerektiği öğretilmelidir. Bu amaçla, insanlara, yargıçları veya tanıkları ifsat ederek sahte hüküm çıkartmanın sonuçları; yani, böylece mülkiyetin özelliğini kaybedeceği ve adaletin etkisizleşeceği de gösterilmelidir: işte bütün bunlar, altıncı, yedinci, sekizinci, ve dokuzuncu emirlerde ima edilmektedir.

Ve bütün bunları yürekten yapmaları. Son olarak, insanlara, sadece haksız eylemlerin değil, aynı zamanda, gerçekleşmesi engellenmiş haksız eylem niyetleri ve planlarının da adaletsizlik olduğu öğretilmelidir; adaletsizlik, sadece eylemin değil, aynı zamanda iradenin de bozukluğudur. İşte bu, onuncu emrin anlamı ve ikinci levhanın özetidir; ve karşılıklı sevgiye dair şu tek emre indirgenebilir, komşunu kendin gibi seveceksin: tıpkı birinci levhanın özünün, o zaman kralları olarak daha yeni kabul etmiş oldukları Tanrı’nın sevilmesine indirgendiği gibi.

Üniversitelerin faydası. Halkın bu eğitimi alabileceği araçlar ve kanallara gelince, insanlığın barışına aykırı ve çürük ve yanlış ilkeler üzerine dayalı bu kadar çok fikrin, hangi yollardan, halka böylesi derin kökler saldığım araştıracağız. Daha önceki bölümde belirtmiş olduğum fikirleri,kastediyorum: insanlar, neyin meşru neyin gayrimeşru olduğuna, yasaya göre değil, kendi vicdanlarına; yani, kendi kişisel takdirlerine göre karar vermelidirler; uyruklar, devletin buyruklarının meşru olduğuna ilk önce kendileri karar vermedikçe, onlara uymakla günah işlemiş olurlar: servetleri üzerindeki mülkiyet haklan öyledir ki, devletin bu servetler üzerindeki hakkını dışlar ; uyrukların, tiran dedikleri kişileri öldürmeleri meşrudur: egemenlik bölünebilir, ve benzeri; işte bu gibi fikirler, insanların kafasına şu yoldan sokulurlar. Yoksulluk veya tamah yüzünden, sırf kendi işleri ve güçleriyle meşgul olan kişiler; ve, diğer yandan, aşırı zenginlik veya tembellik yüzünden, bedensel keyif peşinde giden kişiler; ki bu iki tür insan büyük çoğunluğu oluşturur; sadece doğal adalet konusunda değil, fakat bütün diğer bilimlerde de gerçeği öğrenmenin gerektirdiği derin tefekkürden alıkondukları için, kendi görevleri hakkındaki düşüncelerini, esas olarak kürsüdeki din adamlarından ve, kısmen de, kolaylıkla ve mantıklı biçimde konuşma melekesine sahip olup, yasa ve vicdan konularında kendilerinden daha bilge ve daha bilgili görünen komşuları veya yakınlarından alırlar. Din adamları ve bilgileriyle gösteriş yapan diğerleri ise, bilgilerini, üniversitelerden ve hukuk okullarından veya bu okullarda ve üniversitelerde ün sahibi kişilerce yayımlanmış kitaplardan alırlar. Dolayısıyla şurası açıktır ki halkın eğitimi, tümüyle, gençliğin üniversitelerde doğru biçimde eğitilmesine bağlıdır. Fakat, bazıları diyebilir ki, İngiltere’nin üniversiteleri bunu yapabilmek için yeterince bilgili değil mi zaten? veya, üniversiteleri eğitecek olan sen misin? Zor sorular. Ancak, ilk soruya cevap vermekte tereddüt etmem; Sekizinci Henry’nin saltanatının sonlarına kadar, Papa’nın iktidarının, esas olarak üniversiteler tarafından, sürekli olarak devletin iktidarına karşı savunulmuş olması; ve bu düşüncelerin, kralın egemenliğine karşı, eğitimlerini oralarda almış çok sayıda vaiz ve hukukçular ve diğer bazıları tarafından sürdürülmüş olması, üniversiteler bu yanlış fikirlerin yaratıcıları olmasalar da, onların yerine doğru düşünceler koymayı bilmediklerini yeterince kanıtlar. Çünkü, böyle bir görüşler çelişkisinde, yeterince eğitilmemiş oldukları gayet kesindir; ve hiç şaşırtıcı değildir ki, devlet otoritesine karşı ilk olarak beyinlerini yıkamış olan o baş döndürücü şarabın tadı hala damaklarındadır. İkinci soruya gelince, evet veya hayır demem, ne uygun ne de gereklidir: çünkü benim ne yapmakta olduğumu gören herkes, ne düşündüğümü kolayca anlayabilir.

Halkın güvenliği, ayrıca, egemen güce sahip olan veya olanlardan adaletin bütün halk katmanlarına eşit biçimde dağıtılmasını; yani, varlıklı ve güçlüler gibi, yoksullar ve tanınmamış kişilerin de, onlara yapılan haksızlıklara karşı telafi edilmelerini gerektirir; öyle ki güçlüler, zayıflara herhangi bir saldırı, hakaret veya haksızlık yaptıklarında, zayıflar güçlülere aynı şeyleri yaptıklarındaki duruma kıyasla, daha büyük bir cezasız kalma umudu beslemesinler: çünkü hakkaniyet bundan oluşur; doğal hukukun bir ilkesi olan hakkaniyete, bir egemen, halkının en aşağı üyeleri kadar tabidir. Bütün yasa ihlalleri, devlete karşı suçlardır: fakat, aynı zamanda özel kişilere karşı da suç olan bazı yasa ihlalleri vardır. Sadece devleti ilgilendiren suçlar, hakkaniyet ihlal edilmeksizin, affedilebilir; çünkü her insan, kendisine karşı yapılan bir şeyi, kendi takdirine göre affedebilir. Fakat özel bir kişiye karşı işlenen bir suç, mağdur olan kişinin rızası veya makul bir telafi olmaksızın, hakkaniyet içinde affedilemez.

Uyrukların eşitsizliği, egemen iktidarın eylemlerinden kaynaklanır; ve dolayısıyla, egemenin önünde, yani bir adalet mahkemesinde, kralların Kralı’nın huzurunda krallar ve onların uyrukları arasındaki eşitsizlikten daha fazla bir yere sahip değildir. Büyük insanların şerefi, daha aşağı sınıftan insanlara verdikleri fayda ve yardımlar için takdir edilir, veya hiç edilmez. Onların yaptıkları tecavüzler, zulümler ve haksızlıklar ise, kişiliklerinin büyüklüğünden ötürü hafifletilmez, tersine ağırlaştırılır; çünkü onlar, bu tür şeyleri yapmaya en az ihtiyacı olanlardır. Büyük insanlara yönelik bu tarafgirliğin sonuçları şu şekilde gider. Cezasız kalmak, küstahlığa neden olur; küstahlık, nefrete; ve nefret de, devletin yıkılıp çökmesiyle de olsa, bütün zalim ve tahkir edici büyüklüğün yıkılmasına çalışmaya.

Eşit vergiler. Eşit vergi konulması da adaletle ilgilidir; verginin eşitliği, servetin eşitliğine değil, herkesin savunması için devlete olan borcunun eşitliğine dayanır. Bir insanın, hayatını sürdürmek için çalışması yetmez; ayrıca, eğer gerekirse, emeğinin ürünlerini güvence altında tutmak için savaşması da gerekir. Ya, sürgünden dönüşleri sonrasında, tapmağı onarırken, bir elle inşa edip, diğer elde de kılıç tutan Yahudiler’in yaptığı gibi yapılmalı; ya da kendimiz için savaşacak başka insanlar tutulmalıdır. Egemen güç tarafından halk üzerine konulan vergiler, çeşitli meslekler ve uğraşlarında çalışırken özel kişileri savunmak için kamunun kılıcını taşıyanlara ödenecek ücretlerden başka bir şey değildir. Böylece elde edilen fayda, hem varlıklı hem de yoksul için aynı ölçüde değerli olan hayatın sürdürülmesi olduğuna göre; yoksul bir insanın, hayatını koruyanlara olan borcu, varlıklı bir insanın kendi hayatının korunması için olan borcunun aynısıdır; şu farkla ki, yoksulları istihdam eden varlıklılar, sadece kendi kişilikleri için değil, pek çok başkaları için de borçlu olabilirler. Bu düşünüldüğünde, vergilemede eşitlik, tüketilen şeyin eşitliğinde yatar, onu tüketenlerin servetlerinin eşitliğinde değil. Çünkü, çok çalışan ve, emeğinin meyvelerini tasarruf ederek, az tüketen bir insan, tembelce yaşayan, pek az şey elde eden ve elde ettiği her şeyi de harcayan bir kişiye göre niçin daha çok vergilendirilsin ki; üstelik, diğerine göre, devletten daha çok koruma almadığı halde? Fakat vergiler, insanların tükettiği şeyler üzerine konulduğunda, herkes, kullandığı miktar için eşit ölçüde öder: devlet de, özel kişilerin lüks sarfiyatıyla aldatılmamış olur.

Kamusal yardım. Pek çok insan, kaçınılması mümkün olmayan olaylar yüzünden, hayatlarını kendi emekleriyle sürdüremez duruma gelmektedir; bunlar, özel kişilerin hayırseverliğine terk edilmemeli; doğal ihtiyaçların gerektirdiği ölçüde, devletin yasaları tarafından korunmalıdır. Çünkü, herhangi bir kişinin güçsüzleri ihmal etmesi merhametsizlik olduğu gibi; bir devletin egemeninin, onları, kişisel hayırseverliğin tesadüfüne maruz bırakması da öyledir.

Tembelliğin önlenmesi. Ancak, sağlam vücut sahibi olanlar için, durum farklıdır: bunlar çalışmaya zorlanmalı; ve iş bulamama bahanesinden yoksun bırakılmalı; denizcilik, tarım, balıkçılık, ve emek gerektiren her tür üretim gibi, bütün meslekleri teşvik eden yasalar olmalıdır. Yoksullar çoğaldığı ve, bununla birlikte, güçlü insanlar da artmaya devam ettiği takdirde, bunlar pek fazla iskan edilmemiş ülkelere yerleştirilmelidir; ancak bu insanlar, orada bulduklarını yok etmemeliler; fakat, biraz daha sıkışık bir biçimde yaşamak üzere, onları zorlamalılar ve, çok büyük bir araziye yayılıp ne bulurlarsa toplamak yerine, her küçük toprak parçasını, onlara vakti geldiğinde rızıklarını verecek biçimde, hünerle ve emekle işlemelidirler. Bütün dünya insanlarla dolduğunda ise, son çare, zaferle veya ölümle herkesin çaresine bakan savaştır.

İyi yasalar nedir. İyi yasalar yapılması egemenin sorumluluğundadır. Fakat iyi bir yasa nedir? İyi bir yasayla, adil bir yasayı kastetmiyorum: çünkü hiçbir yasa adaletsiz olamaz. Yasa, egemen güç tarafından yapılır, ve bu güç tarafından yapılan her şey halkın her bir üyesi tarafından taahhüt ve kabul edilir; ve herkesin böylece taahhüt ve kabul etmiş olduğu bir şey için kimse adaletsiz diyemez. Bir devletin yasalarında, kumarın yasalarında olduğu gibi; bütün kumarbazların üzerinde anlaştığı bir şey, onlardan hiçbirine adaletsizlik değildir. İyi bir yasa, halkın iyiliği için gerekli olan ve ayrıca vazıh olan şeydir.

İyi yasalar gerekli olanlardır. Tasdik edilmiş kurallardan ibaret olan yasaların faydası, insanları, bütün iradi eylemlerden menetmek değil; fevri arzulan, telaşları veya düşüncesizce hareketleriyle kendilerine zarar vermeyecek şekilde onları yönlendirmektir; yolcuları durdurmak değil, onları doğru yoldan götürmek için konulan çitler gibi. Dolayısıyla, gerekli olmayan ve bir yasanın gerçek amacına sahip olmayan bir yasa, iyi Bir yasa değildir. Egemenin yararı için olan, fakat halk için gerekli olmayan bir yasanın iyi bir yasa olduğu düşünülebilir; ama öyle değildir. Çünkü egemenin ve halkın iyiliği ayrılamaz. Zayıf uyrukları olan bir egemen zayıf bir egemendir; ve egemeni, onları istediği şekilde yönetme yetkisinden yoksun bir halk da, zayıf bir halktır. Gereksiz yasalar, iyi yasalar değil; para tuzaklarıdır: bu tür yasalar, egemen gücün hakkı tanınmış ise, gereksizdir; tanınmamış olduğunda ise, halkı savunmak için yetersizdir.

İyi yasalar vazıhtır. Vazıhlık, yasanın kelimelerinde değil, yasanın yapılış nedenleri ve amaçlarının beyanında yatar. Bu bize, yasa koyucunun amacını gösterir; ve yasa koyucunun amacı bilindiğinde, yasa, çok sözden ziyade az sözle daha kolay anlaşılır. Çünkü bütün kelimeler belirsizliğe açıktır; ve dolayısıyla yasa metninde kelimelerin fazlalığı, belirsizliğin de fazlalığıdır; ayrıca bu, şunu da ima eder ki, aşırı ihtimamla, kelimelerden sakınan bir kimse, yasanın pusulasından yoksun kalır. Çünkü, eski zamanların yasalarının ne kadar kısa olduklarını; ve zamanla nasıl giderek uzadıklarını düşündüğümde, yasaları yazanlar ve uygulayanlar arasında bir çekişme görmekteyim; birinciler, İkincileri kısıtlamaya çalışırken; İkinciler de, onların kısıtlamalarından kaçınmaya çalışırlar; ve sonuçta uygulayıcılar zafer kazanmıştır. Dolayısıyla, yasanın yapılış nedenini vazıh kılmak; ve yasa metnini, olabildiğince kısa tutmak, fakat uygun ve anlamlı biçimde yazmak, (ister bir kişi, ister bir meclis olsun, bütün devletlerde en üstün temsilci olan) yasa koyucunun görevidir.

Cezalar. Cezalar ve ödülleri doğru bir şekilde uygulamak da egemenin görevidir. Cezalandırmanın amacı, intikam veya öfkenin yatıştırılması değil; ya suçlunun ya da, emsal yoluyla, diğer insanların ıslahı olduğuna göre; en sert cezalar, kamuya yönelik tehlikesi en fazla olan suçlar için verilmelidir; kurulu yönetime kötülük yapma niyetinden doğan suçlar; adaletin küçük görülmesinden kaynaklanan suçlar; halkta büyük infiale neden olan suçlar; ve, makam sahibi kişilerin oğulları, hizmetçileri veya gözdeleri tarafından işlendiklerinde olduğu gibi, cezalandırılmadıkları takdirde, göz yumuluyor gibi görünen suçlar. Çünkü infial, insanları*, adaletin sadece faillerine ve amillerine değil; onları koruyabilecek bütün iktidara da karşı gelmeye götürür; Tarquinius’un(4) durumunda olduğu gibi; oğullarından birinin küstahça hareketi yüzünden, Tarquinius, Roma’dan sürülmüş, ve monarşi de dağılmıştı. Büyük tahrikten, büyük korkudan, büyük ihtiyaçtan veya cehaletten kaynaklanan suçlar gibi zaaf suçlarına gelince, ister büyük ister küçük bir suç olsun, devlete zarar gelmemek şartıyla, bu tür suçlar için genellikle mülayimlik uygun olur; ve mülayimlik, uygun olduğu yerde, doğa yasasının bir gereğidir. Bir nifak durumunda, baştan çıkarılmış yoksulların değil, elebaşılar ve akıl verenlerin cezalandırılması, emsal oluşturmak suretiyle, devlete fayda getirir. Halka karşı sert olmak, onların daha iyi eğitilmesini sağlamamaktan kusurlu olan egemene büyük ölçüde bağlanabilecek olan cehaleti cezalandırmaktır.

Ödüller. Aynı şekilde, ödüllerini, devlete yararlı olacak biçimde uygulamak da egemenin görevidir; ödüllerin faydası ve amacı da budur; ve devlete iyi hizmet etmiş olanlar, başkalarını da, devlete olabildiğince bağlı kalarak hizmet etmeye ve bunu daha iyi yapabilmelerini sağlayacak olan sanatları öğrenmeye teşvik etmek için yeterli bir miktarda ve kamu hazinesine en az yükle ödüllendirildikleri zaman, bu amaç gerçekleştirilmiş olur. Hırslı ve popüler bir uyruğun, rahat durması ve halkın kafasında kötü fikirler oluşturmaktan geri durması için, ona para veya payeler vermenin, ödülün mahiyeti ile hiçbir ilgisi yoktur; (çünkü ödül, kötü işler için değil, geçmişte yapılmış hizmetler için verilir;) bu, bir şükran belirtisi değil, korku işaretidir; ayrıca, kamunun yararına değil, zararınadır. Bu, hırs ile yarışmaktır; çok sayıda kafası olan ve, biri kesildiğinde, yerine üç tane çıkan canavar Hydra(5) ile Hcakles’in® mücadelesi gibi. Çünkü, benzer biçimde, popüler bir adamın inadı ödülle savuşturulduğunda, benzer bir fayda elde etmek umuduyla, (örnek alarak) aynı fenalığı yapan başka adamlar çıkar: ve her tür emtia gibi, kötülük de, satılabilir olduğunda çoğalır. Bazen bir iç savaş bu gibi yollardan ertelenebilse de, tehlike daha da büyür ve kamunun felaketi daha da kesinleşir. Dolayısıyla, ülkelerinin barışını bozarak büyüklük peşinde koşan insanları ödüllendirmek, kamunun güvenliğinden sorumlu olan egemenin görevine aykırıdır. Tersine, bir süre sonra daha büyük bir tehlikeyle karşılaşmaktansa, bir miktar tehlikeyi göze alıp, bu gibi insanları en başta durdurmaktır onun görevi.

Danışmanlar. Egemenin bir başka işi de, iyi danışmanlar seçmektir; burada, devlet yönetiminde tavsiyelerini alacağı kişileri kastediyorum. Çünkü, considium kelimesinin bozulmuş hali olan consiliuni gelen bu danışmanlık (“counsel”) kelimesi, çok geniş bir anlama satir ve, sadece bundan sonra ne yapılacağını düşünmek için değil, aynı zamanda geçmiş olaylar hakkında ve şimdiki yasa hakkında karar vermek için toplanan her türden meclisi kapsar. Burada, bunu, sadece ilk anlamda alıyorum: ve bu anlamda, rte demokraside, ne de aristokraside, danışman s e şi mi s ö z konusu değildir; çünkü danışmanlık hizmeti veren kişiler, danışmanlık hizmeti verilen kişiliğin üyeleridir. Dolayısıyla, danışman seçimi sadece monarşiye özgüdür; monarşide, her alanda en yetenekli kişileri danışman seçmeye gayret etmeyen bir egemen, görevini gerektiği gibi yapmıyor demektir. En yetenekli danışmanlar, kötü tavsiyelerde bulunmaktan en az çıkarı olan ve devletin barış ve güvenliğine yarayan şeyleri en fazla bilen kişilerdir. Toplumsal kargaşalıktan kimin fayda beklediğini bilmek zor bir iştir; fakat haklı bir şüpheye götüren işaretler, gelirleri alışkın oldukları harcamaları karşılamaya yetmeyen kişiler tarafından, halkın, makul olmayan veya karşılanması imkansız isteklerinin pohpohlanması olup, bu işaretler, onları bilmek durumunda olan biri tarafından kolayca gözlenebilir. Fakat, kamu işlerinde kimin en bilgili olduğunu bilmek daha da zor bir iştir; ve bu işleri bilenler, onlara çok daha az gerek duyarlar. Çünkü herhangi bir sanatın kurallarını kimin bildiğini bilmek, bu sanat hakkında büyük ölçüde bilgi sahibi olmaktır; hiç kimse, bir başkasının kurallarının doğruluğundan, onları anlamayı öğrenmiş olmadıkça emin olamaz. Fakat herhangi bir sanatın bilindiğinin en iyi işaretleri, o konuda iyi konuşmak ve onun sürekli iyi sonuçlarıdır. İyi danışmanlık, rastgele veya miras yoluyla gelmez; ve dolayısıyla, varlıklı ve soylulardan, devlet konusunda, bir kalenin boyutlarının belirlenmesinde olduğundan daha fazla iyi tavsiye beklemek için neden yoktur; meğer ki, geometrinin tersine, siyasetin öğrenilmesinde herhangi bir yönteme gerek olmadığını düşünüyor olalım; oysa durum böyle değildir. Siyaset, diğerinden daha bile zordur. Avrupa’nın bu kısımlarında, veraset yoluyla devletin en yüksek meclisinde yer almak belirli kişilerin hakkı olarak görülmüştür; bu, eski Germenlerin fetihlerinden kaynaklanır; diğer ülkeleri fethetmek için birleşen lordlar, gelecekte, kendi çocukları ile uyruklarının çocukları arasındaki farkın işaretleri olacak imtiyazlar olmaksızın ittifaka girmezlerdi; bu imtiyazlar egemen güçle uyuşmaz nitelikte olmakla birlikte, egemenin lutfuyla devam ettirilmektedir; fakat kendi hakları olduğunu iddia ettikleri için, bunları tedricen bırakmalı ve kendi yeteneklerine doğal olarak bağlı olanlar dışında başka bir paye taşımamalıdırlar.

Danışmanlar bir konuda ne kadar ehil olurlarsa olsunlar, tavsiyelerini ve bunların nedenlerini, nutuklar atarak bir meclis halinde vermektense, tek tek ve ayrı olarak verdiklerinde; ve, ayaküstü konuşmak yerine, önceden düşünüp taşındıklarında, verdikleri tavsiyenin faydası daha büyük olur; çünkü bu şekilde, tavsiye ettikleri hareket tarzının sonuçlarını düşünmek için daha fazla zamanları ölür; ve, kıskançlık, özenti, veya görüş farklılığından kaynaklanan diğer duygular nedeniyle çelişkiye sürüklenmekten kaçınmış olurlar.E)

Diğer ülkeleri değil, sadece, içe yönelik yasalarla uyrukların istifade edebilecekleri rahatlık ve faydayı ilgilendiren işlerde en iyi tavsiye, kendi ihtiyaçlarını en iyi bilen ve, dolayısıyla, temel egemenlik haklarına aykırı bir şey talep etmedikleri sürece, özenle dikkate alınması gereken her eyaletin halkının genel bildirimleri ve şikayetlerinden alınır. Çünkü, daha önce sık sık söylediğim gibi, bu temel haklar olmaksızın, devlet varolamaz.

Komutanlar. Bir ordunun komutanı, eğer popüler olmazsa, kendi ordusu tarafından gereğince sevilmeyecek veya korkulmayacak; ve dolayısıyla, görevini başarıyla yerine getiremeyecektir. Bu nedenle, bir komutan, askerleri nazarında hem yeterlilik hem de sevgi kazanabilmek için, çalışkan, cesur, müşfik, cömert ve talihli olmalıdır. İşte bu, popülaritedir ve, askerlerde, kendilerini ona beğendirmek için hem bir istek hem de cesaret uyandırır ve, gerekli olduğunda, komutanın isyankar veya ihmalkar askerleri cezalandırmadaki sertliğini korur. Fakat askerlerin bu sevgisi, eğer komutanın sadakatine dikkat edilmez ise, egemen güç için tehlikeli bir şeydir; özellikle ordu, popüler olmayan bir meclisin elinde ise. Dolayısıyla, egemenin ordularını teslim ettiği kişilerin hem iyi önderler hem de sadık uyruklar olmaları halkın selameti bakımından gereklidir.

Fakat, egemenin kendisi popüler olduğunda; yani, halkı tarafından sayılıp sevildiğinde, bir uyruğun popülerliğinden hiçbir tehlike gelmez. Çünkü askerler, sadece kişiliğini değil davasını da sevdikleri egemenlerine karşı, onu sevseler bile komutanları ile saf tutacak kadar adaletsiz değillerdir genellikle. Bu yüzden, zor kullanarak meşru egemenlerinin iktidarını yok eden kişiler, onun yerine oturmadan önce, halkı, kendilerini kabul etmenin utancından kurtarmak için, kendilerine unvanlar uydurmak zahmetine girmişlerdir daima. Egemenlik üzerinde tanınan bir hak sahibi olmak, o kadar popüler bir niteliktir ki, ona sahip olan kişinin, uyruklarının kalplerini kendine çevirmesi için, onların, egemenin kendi ailesini kesin olarak yönetebildiğini görmeleri yeterlidir: düşmanları açısından ise, sadece onların ordularının dağıtılması. Çünkü insanların en büyük ve en hareketli kesimi, bugüne kadar asla, mevcut olandan hoşnut olmamıştır.

Genellikle milletlerarası hukuk denilen yasalar kapsamında, bir egemenin diğerine oflan görevleriyle ilgili olarak, burada bir şey söylemem gerekmez,çünkü milletlerarası hukuk ve doğal hukuk aynı şeydir. Her egemen, kendi halkının güvenliğini sağlamaya çalışırken, herhangi bir insanın kendi bedeninin güvenliğini sağlamaya çalışırken sahip olabileceği hakkın aynısına sahiptir. Devlet yönetimi altında yaşamayan insanlara, yekdiğeri bakımından ne yapmaları ve nelerden kaçınmaları gerektiğini bildiren yasa, aynı şeyleri, devletlere, yani, egemen kralların ve egemen meclislerin vicdanlarına da bildirir; doğal adaletin tek mahkemesi vicdandır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz