Cenk Kitaplarında Savaşlar, Serüvenler ve Hazreti Ali – Cemal Süreya

Cahit Öztelli’nin derlediği şiirlerinden birinde Pir Sultan Abdal şöyle diyor: “Ali padişahtır Muhammed vezir”. Ben bu sözün Pir Sultan Abdal’ın olamayacağı kanısındayım. Çünkü bütün şiirlerinde Muhammed’le Ali hiç değilse bir gösterilir. Tek bir kaynak, tek bir “makam”, tek bir ışık gibi.
Yıllarca Anadolu’da okunmuş, zamanla kısaltılmış, kimi yerleri değişikliğe uğramış, hatta yeniden uydurulmuş cenk kitaplarında da böyle bir anlayışa rastlamıyoruz. Bu kitaplarda hemen hemen bütün serüvenler Muhammed’in Ali’yi görevlendirmesiyle başlar. Tarihsel gerçeğe aykırılık serüvenin kendisindedir, Ali’nin güçlerindedir, çevresindeki öbür kişilerde, silah arkadaşlarındadır, onu Peygamberle ilişkisinde değil.
Hazreti Ali cenklerinde, genellikle, İslam tarihinde belli savaşlardan söz edilmez. Hayber kalesi, Amr ibni Abdut Cengi gibi gerçek, herkesçe bilinen savaşlardaki serüvenleri anlatan kitaplar azdır. Cenk kitapları İslam yayılmasının efsaneleridir, bir yandan İran ve Hindistan’a, bir yandan Kuzey Afrika’ya doğru bir yayılma.  Bu kitaplarda öbür kumandanlardan, bunların yaptıkları gerçek savaşlardan, hatta savaşılan ülkelerin gerçek adlarından söz edilmez. Ya da kumandanlar ikinci derece kişiler olarak gösterilir. Sözgelimi Ömer zamanında İran’a gönderilen ordunun başkumandanı Sâ’d İbni Ebi Vakkas’tı.
Oysa cenk kitaplarında Haverzemin ve Billûru Azâm’da Sâ’d İbni Ebi Vakkas’ın rolü pek büyük değildir. Her şey gelir Hazreti Ali’nin gücünde düğümlenir.
Ayrıca bu kitaptaki savaşlar, serüvenler Peygamber zamanında olmuş gösterilir. Osman zamanında Mağrıba (Kuzey Afrika) gönderilen ordulardan da söz edilmez. Olay, peygamber zamanında ve Hazreti Ali’nin kişisel gücüne bağlanarak geliştirilir. (Berber Kalesi).
Cenk kitaplarında Hazreti Ali’nin tam bir tanımı yapılmaz. Yalnız, hükümdarlara çaşıtların taşıdığı bilgilerden, okur onun “tıknaz”, “çok heybetli” biri olduğunu anlar. Kitaplara konan resimler de (ki bunlar çok değişiktir) bu izlenimi uyandırır. Hazreti Ali daha çok Zülfükar adlı kılıcıyla, Düldül adlı atıyla (bazı tarihlerde bunun katır olduğu belirtiliyor) ortaya çıkar. Kendisine Peygamber tarafından armağan edilmiş “iki çatallı” bir kılıçtır Zülfükar. İngiliz efsanesindeki Kral Arthur’un “ekskalibür”ünden çok daha yüksek niteliklere, hatta becerilere sahiptir. Kan Kalesi cenginde Zülfükar’ın uzadığı ve her çalışta yüz kırk kafirin başını getirdiği yazılmıştır. Düldül, bir çiftede birkaç kafiri “helak” edebilen bir attır. Aynı zamanda Zülfükar’ın bekçisidir. Sahibi olmadığı zamanlarda onu
dişlerinin arasına alarak düşmandan kaçırır. Cenk kitaplarında Hazreti Ali’nin başka birçok adı vardır: İmamı Ali, Emirülmüninîn, Merdimeydan Şahımerdan, Sahibi Zülfükar, Allahın Arslanı vb. Kırk kadar adı vardır. Bundan ayrı, kafirlerin yanında takma adlar da kullanılır. Hükümdarlara kendini bezirgan, ya da pehlivan olarak tanıttığı olur. Güç durumlarda okuduğu bir dua vardır (İsmi Azam duası); o duayı okuyunca bütün güçlükler ortadan kalkar. Ama Hazreti Ali bu duaya her zaman başvurmaz.
Cenklerde Hazreti Ali’nin çevresinde hemen hemen aynı kişiler vardır: Sâ’d İbni Ebi Vakkas, Ebül Muhsin, Halit Bin Velid, Mâlik Eşter. Bunlara bazı öykülerde Sâ’d İbni Ebi Vakkas’ın kızı Dilfuruz, Amr İbni Madi Kerb, serüvenlerin sonlarında kimi zaman Hazreti Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin de katılmaktadır. Sâ’d İbni Ebi Vakkas, bilindiği gibi, İslam tarihinde ünlü kumandanlardandır. Özellikle Halid Bin Velid İslam yayılmasında en büyük emeği geçmiş askerlerden biridir. Oysa cenk kitaplarında bu rolü Hazreti Ali’ninkinin yanında küçülmektedir. Bu kitaplarda Hazreti Ali, İslam’ın gizil gücü, bir çeşit Tanrı soluğu olarak görülür. Hiçbir zaman kişisel hırs ya da eğilimle adam öldürmemektedir. Tanrısal bildiriyi yaymaktır onun görevi. Her şey Muhammed Hanefi Cengi’nin şı ilk iki dizesindeki gibi gelişir:
Ali gitti Kayseri Rum üstüne / Cümlesini dine davet kastine / Dedi ana ol imana gelmedi / Kesti başın İslam nasip olmadı.
Hazreti Ali, ilke olarak, karşısına çıkan her kafire Müslüman olmasını söyler. Bu isteği geri çevrilince Zülfükar’ı çalar, kafirin başını gövdesinden ayırır. Savaş sırasında çeşitli taktiklere, kurnazlıklara başvurmaktan çekinmez. Hiç yenilmez, yaralar aldığı olur, ama hiç tutsak düşmez. Savaş aralarında, geceleri, dinlenme zamanlarında düşünde Resulü Ekrem’i görür.
Resulü Ekrem, ona yakın zaferi müjdeler; ya da bazı bilgiler verir. Ertesi gün de savaş zaferle sonuçlanır. Savaş diyorsam, bir kişinin, ya da birkaç kişinin bir orduya karşı, bir ülkeye karşı savaşı söz konusudur. Kimi zaman da “tabl ü kare” arasında iki ordunun birbirine karıştığı görülür. Ama az rastlanan bir durumdur.
Ebül Muhsin, Haverzemin ve Billûrü Azam cenginde rastlanan bir yiğit. Bazı öykülerde Hazreti Ali’nin oğlu olduğu söylenir. Kan Kalesi cenginde de var Ebül Muhsin. Hazreti Ali onu yenmiş ve Müslüman etmiştir. Mâlik Eşter (bazı basımlarda Mâlik Ejder) ise yiğitliği ve yakışıklılığı ile cenklerin
“jönprömiye”sidir. O, öbür cengaverlere göre insancıl tutkularıyla göze çarpar: Aşık olur, tutsak düşer, fantezileri vardır. Dilfuruz ise erkekler gibi kılıç sallayan yaman bir kızdır. Okur, onun bir gün Mâlik Eşter’le evlenmesini bekler.
Bir deazatlı kölesi vardır Hazreti Ali’nin: Kanber. Kanber cengaver bir  kişi değildir. Hazreti Ali’nin başka dostları da vardır; her kitapta değişen  bu dostlar onun Müslüman ettiği ya da gönüllü olarak İslam saflarına katılmış  yeni yüzlerdir. Her serüvende olaylar onlarla da gelişir. Sözgelimi Hazreti  Ali bir mağaraya girer, orda Hazreti Süleyman döneminden beri  kendisinibekleyen genç bir kadına rastlar; kadının görevi mağaranın denize  açılan bir ucundaki tılsımlı fil heykeli hakkında Hazreti Ali’ye bilgi  vermektir. Devler, ifritler, cadılar ve filler… O dönemde fillerin de olağandışı yaratıklar gibi algılandığı görülüyor.
Bütün öyküler dağınık, ama halkın anlayabileceği bir dille yazılmıştır.
Cenk kitaplarında her şey Hazreti Ali çevresinde döner. Öbür kişilerin  başlarından geçen olaylar az ve kısa bir oylumda verilir. Oysa, sözgelimi  Eba Müslimi Horasani’de tarihsel kişi bir yerde bırakılmakta, olaylar  yaratılmış yeni tiplerin serüvenlerine yöneltilmektedir. Bu efsanedeki Ahmedi  Zemci’yi, Mızrabı Cihangir’i, Behzad’ı örnek olarak gösterebiliriz. Son  yirmiotuz yıliçinde yeni yazılmış cenk kitaplarında da yan kişilere dayanan  bir yapı kurulmak istendiğine tanık oluyoruz. Ne var ki, bu kitaplar  tutunamamıştır. Bazı eski cenk kitapları da Cumhuriyet döneminde yeni yazıyla yayımlanmamıştır: Gazavat-ı Bahr-ı Umman ve sanduk gibi.
Bu kitapların başlangıçta manzum olduğunu söyleyenler var. Olabilir.  Ancak, ben Muhammed Hanefi Cengi dışında bu niteliği taşıyanına rastlamadım.  Sıvas’ta bulduğum taş baskıları da hep düzyazı düzeni içinde yazılmıştı.  Mevlud’a ek olarak basılan Kesik Baş, Geyik gibi efsaneler de manzumdur. Ancak, bunların yazarı belli (Konyalı Kirdeci Ali).
Cenk kitaplarının Hazreti Ali’nin bıraktığı insancıl, bilge görüntüsünü  yansıtmadığını, gerçek hayatından hemen hiçbir ayrıntıyı kapsamadığı, ayrıca  o dönemin hayat sahnelerinden çizgiler taşımadığı görülüyor. Çeşitli cenklerin  başka başka yazarlarca kaleme alınmamış olması da arada terslikler  tutarsızlıklar yaratmış. Kitaplardaki resimler derseniz, onlar da çok değişik,  ve çok ilkel. Dinsel resimlerle, ya da Anadolu halk resmiyle hiçbir ilişkileri yok bunların. Bilmem, en eski baskılarda da böyle miydi bu.
Sir Thomas Malory, “Yuvarlak Masa Şövalyeleri”nin serüvenlerini toplamaya  başladığı zaman, kuşkusuz, o efsaneler de dağınık, perem pürçük bir  durumdaydı. Ama Sir Thomas Malory onları yeniden yazıp yayımladıktan sonra  İngilizmitolojisinin kaynağı onun Kral Arthur’ün ölümü adlı yapıtından akmaya başlamış, o mitoloji o kitapla özdeşleşir olmuştur.
Bugün de, cenk kitapları kendilerini tutarlı bir biçimde toplayacak yazarı bekliyor.

Cenk Kitapları, Cemal Süreya (Düzyazı – Tam)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz