Cemal Süreya’nın kaleminden İbrahim Tatlıses portresi çamurda kara zambak

Türkiye edebiyatının en önemli isimlerinden Cemal Süreya’nın bir zamanlar 2000’e doğru dergisinde kaleme aldığı portrelerin biraraya getirildiği ’99 Yüz’ isimli kitabında yer alan ‘İbrahim Tatlıses’ başlıklı yazısında, sanatçıyı farklı kılan kişilik özelliklerine dikkat çekiyor.

Turgut Özal, Türkân Şoray, Süleyman Demirel, Deniz Baykal, Güngör Bayrak, Cihat Burak, İlhan Berk, Murat Belge, Bülent Ersoy, Rasih Nuri İleri, Sezai Karakoç, Uğur Mumcu gibi tanınan bir çok kişinin portresine yer veriyor. Cemal Süreya bu kitabında İbrahim Tatlıses’in Aydınlar Dilekçesi’ni imzalamasını bir rastlantı ya da politika olarak görmemek gerektiğini belirtiyor.  Tatlıses’in arabeskte türkü kıvamı da yarattığını ama arabeskini türkü dinleyen yörelere, kırsal kesime götürüp götüremediğinin beli olmadığını söylüyor.

İbrahim Tatlıses – Cemal Süreya

“Of”, “Ah”, “Allah Allah!”… Arabeskin üç devi bu üç ünlemle özdeşleştirilebilir. Aralarında ayrımlar da ünlem ayrımları.

“Of!”: Orhan Gencebay.

“Ah!”: Ferdi Tayfur.

“Allah Allah!”: İbrahim Tatlıses.

Hint yapımı Avare filminin ülkemizde gösterilmesinden (1955) hemen sonra ortaya çıkan, önce bir süre Arap ezgisini temel alıyor görünen, daha sonra köksüz ve bağımsız bir sanat görünümü içinde bugüne gelen arabeske bir rastlantı olarak bakamayız. Bir yaşama biçiminin karşılığı olarak çeşitli planlarda derin yansılar taşıyor. Öyle ki, İbrahim Tatlıses’le Turgut Özal’ı aynı bileşik kapta görüyoruz. Arabesk, lümpenin taşıyıcılığıyla, sonunda evlere girdi, sosyeteye bile sızdı. Gecekondu ve minibüs müziği olmaktan öte bir anlam taşımaya başladı. Başlangıçtaki Suat Sayın naifliği, Şükran Ay yalınlığı yok oldu. Her şey söz katarlarına dönüştü. Günlük hayatın her an yeniden yarattığı bir duygu iletişimiyle büyük kentleri tuttu. İbrahim Tatlıses bu hayat biçiminin arenasında.

Daha çok zordaki erkeğe, mahpus görmüş kişiye seslenen Orhan Gencebay, hep kendi görüntüsünü gizli tutma eğiliminde olmuştur. Ondaki belirsizlikte canavarsı bir yaratığın soluk alışını da duyumsarız. Kentleşmeyle ek yükler de alan bu acımasızlığın parçalı görünümlerine tanık oluruz. Ferdi Tayfur gözyaşıyla terledi ve o canavarı şeytansı bir konuma getirmenin yollarını aradı. Bununla sanki yan kültürü temizlemiş de oluyordu. Ferdi Tayfur’la arabeske hafif müzikten ayrıntı yansıları da geldi. İbrahim Tatlıses ise spor bağlamında olmayan bir koşu içinde belirdi. Aslında arabeskin bir örneği, uyması gereken biçimleri, göndermeleri yoktur. Tatlıses’te hiç yok. Kendi kendinin taklidi. Yine de Yılmaz Güney söylencesini içinde taşıyıp durduğu bir gerçek.

Gencebay sanki öç alarak mazoşisttir; Ferdi Tayfur sadece kendisinden öç alınarak da mazoşist… İkisi de acıdan söz eder, ama acıyı somut duyguya, hatta duyuma indirgemişlerdir. Tatlıses’te ise büyük bir yaşam itisi var; acı da, hüzün de bir yerde yekinmenin yerini, hat ta bir bakıma kaba bir mizahın da yerini tutuyor gibi. Lümpenin “zampara” sözcüğünde “lider” anlamı ve tadı bulan, Ümit Besen’deki Batı, Metin Milli’deki alaturka yansısına aldırmayacak kadar kendine güvenen bir adam karşısındayız. Başarıyla başı müthiş dönmüş. Öyle ki yarın altkültürdeki yerini değiştirivermesi, başka planlarda boy göstermesi de beklenebilir.

Büyük “ilk rastlantı”dan sonra hiçbir şey rastlantı olamaz artık onun için. Buradan alırsak, Aydınlar Dilekçesi’ni imzalamasını da rastlantı ya da politika olarak görmemek gerekir. Atina ve Paris zaferlerini doğal, sıradan işler gibi karşılayacak kadar megaloman. Skandal, olay, yankı, Tatlıses’te önceden tasarlanmaz. Her şey olup bittikten sonra doğal şeylermiş gibi algılar onları. Adam kaldırma, kadın dövme, Kürtçe şarkı söyleme de öyle…

Türkücülük, skandalı o kadar kaldıramayacağı gibi, sürprize de açık değil. Ayrıca türkü büyük kent karmaşasında var olamıyor. Türkücü türküyle tören adamı olmak zorunda. İzzet Altınmeşe ile Tatlıses’in bugünkü konumu arasındaki ayrım türkü-arabesk ayrımıdır da. Onun arabeske kaymasında bu gerçeğin de rolü var. Hiç değilse kendini arabeskin ortalık yerinde buluverince bir de bu yönden rahatladı. Arabeskte türkü kıvamı da yarattı. Ama türkü dinleyen yörelere, kırsal kesime arabeskini götürebildi mi? Belli değil.

Çamurda kara zambak. Bilisiz, cüretli, dobra ve içten. Ününde hiçbir söylence payı olmayan “kıro çocuk.” Ünlü bir sanatçıya Sezarlar, ermişler, Roma senatörleri benzeri heykelini yaptırıp evinin bahçesine yerleştiren bir sosyete sünnetçisi vardı. Tatlıses de öyle yapıyor. Ana heykelci de kendisi. Filmlerinin öykülerini de kendisi yazıyor. İlk filmlerinde(Günah Gibi) Urfa ağzıyla kendi sesinden konuşurken, daha sonra dublaja başvurması, İstanbul aksanıyla devinmeye başlaması da ilginç. Müzik bir dövüş onun için. Türkiye’deki kabadayı gerçeğinin kendinden de geçmesi özleminde. Devlet işlevi görüyor kabadayılıkta.

Küçük Emrah’ı saymazsak, arabeskçilerin en bilinçsizi, ama en sezgilisi.

Parası vadesiz hesapta durur. Hisse senetli lümpen. Kadını kümes hayvanı olarak görüyor.

Şemsiyesini müştemilat olarak kullanıyor. Urfa’ya şan olsun diye.

2 Ekim 1988**

Cemal Süreya

Türkiye şiirinin unutulmaz kişiliklerinden biri. 1931’de Erzincan’da doğdu Ankara’da maliye okudu, maliye müfettişliği yaptı. Şiirleri ve yazılarıyla tanındı. Papirüs dergisini çıkardı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. ‘İkinci Yeni’ hareketinin önemli isimlerinden biri oldu. Hem şiirinde, hem yazılarında zekice buluşları, çarpıcı duyarlığıyla tanındı. 1990’da İstanbul’da öldü. Süreya ‘Üvercinka’, ‘Göçebe’, ‘Sevda Sözleri’ gibi şiir kitaplarının yanısıra, seksenli yıllara damgasını vuran 99 kişiyi tanıttığı ve Türkiye’nin en iyi portre kitaplarından birisi olarak kabul edilen ‘99 Yüz’ gibi bir eser de bıraktı.


* Kitabın ilk baskısı Cemal Süreya’nın ölümünden sonra, ocak 1991’de Kaynak Yayınları tarafından yapılan kitabın adı 99 yüz olmasına rağmen Cemal Süreya portreleri yazarken bu sayı 100’ü geçer. Sonradan nasıl olsa aralarından seçerim diye düşünür. Fakat kitap basılırken hayatta olmadığı için bu seçimi onun adına kimse yapmaz ve kitabın ismi 99 yüz olarak kalır. Ancak kitapta 127 portre ve 26 söz senaryosu yer alır. Cemal Süreya her portrenin sonunda o portreye uygun bir şemsiye bulur. O portreye atadığı şemsiye bile o kişi hakkında çok şey anlatır. Kitapta ona ait olmayan tek portre Nazif Kocayusufpaşaoğlu tarafından yazılmış kendi portresidir.

Kitabın Kaynak Yayınları’ndan çıkan baskısında çoğu portrenin yanında o kişinin Semih Poroy tarafından çizilmiş bir karikatürü bulunmaktadır. Bu portreler 2000’e doğru dergisinde yayınlanmış orijinal halleriyle aynıdır. O dönem karikatürler portrelerinin biyografilere uyumuna şaşıran Süreya, Semih Poroy askerdeyken birkaç portrenin karikatürünü de Charles Suarez imzasıyla kendisi çizer. Kitap en son YKY tarafından basılmış ancak her nedense bu karikatürlere yer verilmemiştir.

** Metin bu hali ve yazı başlığı Radikal gazetesinden alınmıştır.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz