Theo Angelopoulos ile yapılmış bir söyleşi: Hayallerinizi ve umudunuzu asla kaybetmeyin!


Ulis’in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün,  Ağlayan Çayır  adlı üç filminin müziklerine sitemizde  yer verdiğimiz Kumpanya, Puslu Manzaralar, Arıcı, Kitera’ya Yolculuk, Leyleğin Geciken Adımı, gibi önemli filmlerin  yönetmeni Theo Angelopoulos bir konferans sebebiyle İstanbul’a geldiği 2006 yılında  yapılmış söyleşiyi aşağıdan okuyabilirsiniz.
“Theo merceğinden her şeye sessizce bakıyor. Filmlerini, izleyici perdeden koparmayacak kadar güçlü kılan işte bu sessizliğin ağırlığı ve Theo’nun kamerasının hareketsiz bakışının yoğunluğu” diye buyurmuştu Akira Kurosawa. Japon yönetmenin Theo diye bahsettiği sinemada ‘auteur’ denince akla gelen ilk isimlerden Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos. Dünya sinemasına ‘Leyleğin Geciken Adımı’, ‘Kumpanya’, ‘Ulis’in Bakışı’, ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ gibi muhteşem filmler hediye eden, sinema tarihinin en özgün yönetmenlerinden Angelopoulos, son olarak 20. yüzyıl üçlemesinin ilk filmi ‘Ağlayan Çayır’la çıkmıştı karşımıza. Ve ‘Ağlayan Çayır’dan sonra, üçlemenin ikinci filmi ‘Üçüncü Kanat’ın çekimlerine başlamadan hemen önce Bilgi Üniversitesi’nde bir konferans vermek üzere Türkiye’ye geldi.
Onun memlekete teşrifinden bize düşen de keyifli bir söyleşi oldu. Kurosawa’nın onun sineması hakkında söylediklerinin aynı zamanda karakteri için de geçerli olduğunu anladık söyleşi sırasında. Usta, ‘çevreye büyük bir güç yayan ağır bir sessizlikle ve çok etkileyici yoğun hareketsiz bakışlarla’ cevapladı sorularımızı. Hani söyleşinin sonunda kalkıp elini öpmemek için kendimizi zor tuttuk…

20. yüzyıl üçlemesinin filmografinizde yeri nedir?
Yüzyılın sonuna yaklaşırken, yani 1999’da, bu yüzyılın bitmesi üzerine düşünüyordum ve bu, benim yüzyılımdı. Çünkü hayatımın en büyük bölümü bu yüzyılda geçmişti. Aynı zamanda benim ailemin yüzyılıydı, karımın, çocuklarımın… Ben, bu yüzyılın büyük bir bölümünü yaşadım; çocukken tanıdığım savaşlarla, umutlarıyla, düşkırıklığıyla… Herşeyiyle. O zaman, hayatımda önemli bir kadın olan annemin anısına bir film yapmak, bir kadının yaşamı üzerinden bu yüzyılla ilgili tanıklıklarımı anlatmak istedim, Godard’ın ‘Deux ou Trois Choses Que Je Sais D’elle’de (Onun Hakkında Bildiğim İki Üç Şey) yaptığı gibi. Burada, bir kadının yaşadıkları, aynı zamanda bütün yüzyıl boyunca süren bir aşk hikâyesi var.
Birinci filmde tanınmamış oyuncularla çalışmayı tercih ettiniz. Peki ya ikinci film?
Birinci filmde sektörün ünlü olmayan genç isimleri vardı. İkincisinde ünlü oyuncular olacak. Harvey Keitel, William Defoe, Bruno Ganz, Valeria Golino gibi oyuncular rol alacak.
Çekimler ne zaman?
Ekim ayının sonunda.
İlk kez bir filminizi Yunanistan’ın dışında çekeceksiniz.
Evet, bu filmi Özbekistan, Sibirya, Roma, Berlin, Leipzig, Toronto ve New York’ta çekeceğim. Bu çok çok uzun bir yolculuk olacak.
Önceki filmlerinizden farklı olarak ‘Ağlayan Çayır’ doğrusal ilerliyor.
Evet o böyleydi. Ama üçlemenin ikinci filminde yerlerin, zamanların altüst oluşları olacak, gerçek bir allak bullak oluş.
İlk film geçmişten bahsediyordu, ikinci filmde de sadece geçmiş mi olacak?
İkinci film bugünden ve dünden bahsedecek. Geçmişle gelecek arasındaki bir akordeon gibi olacak. Geçmiş, bugünün bir parçasıdır çünkü hatıralar geçmişe değil bugüne aittir.
Üçlemeyle seyircilerin geçmiş ve bugünden hareketle gelecek hakkında düşünmelerini de hedefliyor musunuz?
Filmin sonu bir açılım veriyor. Bilinmeyen ama umut edilen bir geleceğe açık kapı var.
İnsanlık 20. yüzyılda çok büyük acılar yaşadı. 21. yüzyıl da yine büyük acılarla, savaşlarla başladı. Sizin 21. yüzyıldan umudunuz var mı?
Her zaman umudum var. Kendimi tanıdığımdan beri her zaman umut ederim. Yakında değişebilir! Ben, dünyanın değişimini umut eden bir kuşaktan geliyorum. 1960’lardan beri, dünyayı değiştireceğimize inanıyorduk ama dünya değişmedi. Ama en kötü anlarda bile umudumu kaybetmedim. Ne optimist ne de pesimist olunmalı. Olasılıkları görmeye çalışmalı, Vienam Savaşı döneminde Lennon’un söylediği şarkıdaki gibi.
‘Imagine’ mi?
Evet o. Hayal etmek gerekiyor.
Avrupa’da sizin kuşağınız sinemacılarının azımsanmayacak kısmı politik duyarlılıklara sahipti ve sinemaya da politik yaklaşıyordu. Bugünkü yeni nesil yönetmenlerin neredeyse tamamı ise kişisel hikâyeler anlatmayı tercih ediyor. Bu değişimin nedeni sizce nedir?
Eskiden politika dışımızda olan bir şey değildi. Politikanın içinde yaşıyorduk, politikaya inanıyorduk. Genç insanlar politikaya inanmıyor ve bu da doğal aslında, çünkü politikanın kendisi bile artık politikaya inanmıyor, politikacılar bile politikaya inanmıyor. Ama yarın farklı bir önerme olacağını hayal etmek gerekiyor. Genç insanların da inanabileceği, seveceği, oradan yola çıkarak değiştirmeyi deneyecekleri bir yeni, başka bir önerme gerekiyor.
Bu, genç sinemacılar için de mi geçerli?
Öyle olduğunu düşünüyorum. Bildiğiniz gibi sinema, toplumlarımızın bir yansımasıdır. Kötü bir dönemi, mesela bir diktatörlüğü ele alalım. Bizim ülkemizde diktatörlük vardı ve bu dönemde insanlar diktatörlüğün düşeceğine ve daha sonra farklı bir dönem yaşanacağına inanıyordu. Bu dönemde Yunanistan’da çok iyi filmler yapıldı. Şimdi diktatörlük yok, tamamen nötr, tamamen tatsız bir demokrasi var. Aslında gerçek bir demokrasi değil. Bunu bulmak lazım. Bir yeni ütopya bile olsa. Kanımca dünya küçük ya da büyük ütopyalar olduğu zamanlarda ilerlemiştir.
Filmlerinizdeki hikâyeler, Elendri Karaindrou’nun muhteşem müzikleriyle nasıl böylesine harika bir uyum gösteriyor?
Ben çok uzun zamandır aynı insanlarla çalışıyorum. Gençken birlikte başladık ve birlikte yaşlandık. Bir evlilik gibi. Bu, bir seçim değildi, bu benim ailem. Eleni ile de böyle. Eleni ile nasıl çalışmaya başladım biliyor musunuz? Başka bir film için müzik yapmışlığından haberim vardı. Onunla ilk karşılaşmamda, karar vermek için onu tanımam gerektiğini, bunun için de konuşmamız gerektiğini söylemiştim. Evime yanında bir kayıt cihazıyla geldi. Ona birlikte çalışıp çalışamayacağımızı bilmediğimi ama filmin hikâyesini anlatmak istediğimi söylemiştim.
Filmin hikâyesini anlatmaya başladım, yaklaşık iki saat konuştum ve o da tüm bu konuşulanları kaydetti. Ben belki görüşürüz belki görüşmeyiz derken, bir hafta sonra elinde bir kasetle geldi. Kasette bir müzik parçası, piyano parçası vardı. ‘Sizin konuşmanızı koydum ve dinlerken bunu çıkardım nasıl buldunuz?’ diye sordu. Ve bu, filmin müziğiydi! Şimdi bile her seferinde bana bir kayıt cihazıyla gelir, anlattıklarımı kaydeder ve sonra müziği yaratmaya çalışır. Dolayısıyla bu buluşma bir aşk gibiydi, aramızda bir çekim oluşmuştu. Tüm çalışma arkadaşlarımla aram böyledir. Sadece profesyonel insanlarla çalışmam. Ekibimdeki insanlarla kişisel ilişkim vardır. Söylediğim gibi, hepsi benim ailemdir. Mesela dekorcu, sadece orada çalışan biri değildir, ona sahneyi anlatırım, filme katılmasını isterim, sahneyi bitirdiğimizde bu sahnenin yardımcı ‘auteur’ü duygusuna sahip olur

Söyleşi: Mahmut Hamsici (2006)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz