Bir Toplum Hasta Olabilir mi? – Erich Fromm

Bütün bir toplumun akıl sağlığından yoksun olduğunu söylemek, bugün birçok toplumbilimcinin kabul ettiği toplumbilimsel göreceliğe aykırı bir varsayım ortaya koymak olur. Toplumbilimciler, varlığını koruduğu sürece her toplumun normal olduğunu, ancak bireyin, o toplumdaki yaşama biçimine uyamaması durumunda hastalıktan söz edilebileceğini ileri sürmektedirler.

«Sağlıklı toplumdan söz etmek, toplumbilimsel görecelikten ayrılan bir önerme ortaya atmak demektir. Böyle birşey ancak sağlıklı olmayan bir toplumun varolabileceğini düşündüğümüzde anlam kazanabilir; bu varsayım da, insanlık için kendi başına geçerli olan genelgeçer akıl sağlığı ölçütleri bulunduğu, bu ölçütlere vurularak her toplumun sağlık durumunun anlaşılabileceği yorumunu getirir. Normatif insancıllığın bu yolla varsayılması, birkaç temel önermeye dayandırılmaktadır. «İnsan» türü yalnızca anatomik ve fizyolojik açılardan tanımlanamaz; bu türün üyeleri, bazı önemli ruhsal özellikleri, akıl ve duygu dünyalarını yöneten yasaları, insan varoluşu sorununu doyurucu bir biçimde çözme gereksinmelerini de paylaşmaktadırlar. İnsan hakkındaki bilgimizin bugün bile çok eksik olduğu, insanı henüz ruhbilimsel açıdan iyice tanımlayamadığımız doğrudur.

Bugüne dek «insan yaradılışı» diye adlandıra geldiğimiz şey, yalnızca insanın sayısız yönlerinden biri çoğu zaman da hastalıklı yönüdür. Böylesine yanlış bir tanım da özel bir toplum türünün, insanın akılsal yapısının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıktığım savunmakta kullanılır.

İnsanın yaradılışı kavramının böyle gerici bir amaçla kullanılmasına karşı Liberaller, 18. Yüzyıldan bu yana insanın istenen kalıba sokulabileceğine ve çevresel etkenlerin çok belirleyici olduğuna inanagelmişlerdir. Bu inanç, ne denli doğru ya da önemli olursa olsun, birçok toplumbilimciyi, insanın zihinsel yapısının boş bir kağıt olduğu, toplumun ve kültürün bu boş kağıda istediğini yazabileceği, bu zihinsel yapının kendine özgü hiçbir niteliği bulunmadığı yolunda bir varsayıma götürmüştür. Bu varsayım, toplumun ilerlemesine, buna taban tabana karşıt olein görüş ölçüsünde zarar vermiş, kanıtlanması da aynı ölçüde zor olmuştur. Asıl sorun, normaliyle, patolojik olanıyla, çeşitli bireylerde ve çeşitli kültürlerde gözlemlediğimiz insan yaradılışının dışa vuran sayısız belirtileri arasında tüm insanlardaki ortak özü yakalayabilmektir. Bu görev ayrıca, insanın iç yapısında saklı yasaları anlamayı, bu yaradılışın gelişmesi ve kendini gerçekleştirebilmesi için gerekli içsel erekleri bulup çıkarmayı da kapsar.

Bu anlamıyla insan yaradılışı kavramı, günlük dilde kullanılan «insanın yapısı» teriminden farklıdır. İnsan nasıl çevresindeki dünyayı dönüştürüyorsa, aynı biçimde tarihin akışı içinde kendisini de dönüştürebilir. İnsan sanki kendi kendisini yaratmış gibidir. Ama, çevresindeki malzemeyi nasıl ancak o malzemenin kendine özgü yapışma göre dönüştürüp biçimlendirebiliyorsa, kendisini de gene ancak kendi yaradılışına göre dönüştürüp biçimlendirebilir. İnsanın, tarih süreci içinde yaptığı da, bu gizilgücü (potential) geliştirmek ve kendi olanaklarına göre dönüştürmek olmuştur. Burada benimsenen bakış açısı, ne yalnızca «biyolojiktir, ne de yalnızca «toplumbilimseledir; çünkü o zaman, bu iki bakış açısını birbirinden ayırmış oluruz. Amacımız böyle bir ikiye ayırmanın ötesine geçerek insanın bellibaşlı tutku ve dürtülerinin tüm varoluşundan doğduğu, bunların kesin ve saptanabilir olduğu, bazılarının sağlık ve mutluluk, bazılarınınsa hastalık ve mutsuzluk getirdiği varsayımını benimsemektir. Bu temel yönelişleri, herhangi bir toplumsal düzen yaratmaz; sınırlı sayıdaki bu gizil tutkulardan hangilerinin açığa çıkacağını ya da ağır basacağını toplumsal düzen belirler. Herhangi bir kültür içinde ortaya çıkan insan, her zaman insan yapısının bur örneği olacaktır; bununla birlikte o insan, içinde yaşadığı toplumsal düzenin etkisiyle belirlenmiş özel bir örnektir. Bebek nasıl uygun toplumsal ve kültürel koşulları bulduğunda, gelişecek olan tüm insan gizilgüçleriyle birlikte doğuyorsa, insan ırkı da tarihin akışı içinde kendi gizilgücünü gerçekleştirir.

Normatif insancıllık’ın çıkış noktası, başka herhangi bir sorunda olduğu gibi insanın varoluşu sorununa da doğru, yanlış, doyurucu ya da yetersiz çözümler bulunabileceği varsayımıdır. İnsan, kendi yaradılışının özelliklerine ve yasalarına uyarak tam olgunluğa erişecek ölçüde gelişirse, sıkıl sağlığı bakımından eksiksiz olur. Böyle bir gelişmenin tamamlanamaması akıl hastalığını doğurur. Bu önermeye göre akıl sağlığının ölçüsü bireyin, belli bir toplumsal düzene uyması değil, insanın varoluşu sorununa doyurucu bir çözüm getiren evrensel, tüm insanlar için geçerli bir yanıt bulmasıdır.

Bir toplumun üyelerinin kafa yapılarında aldatıcı olan şey, benimsedikleri görüşlerin «herkesçe geçerli sayılan» görüşler olmasıdır. Büyük bir saflıkla insanlar, çoğunluğun belli bazı fikirleri ya da duygulan paylaşmasının, o fikir ve duyguların doğruluğunu kanıtladığına inanırlar. Hiçbir şey bundan daha yanlış olamaz. Bir şeyin herkesçe geçerli sayılmasının, kendi başına akılla ya da ruh sağlığıyla hiçbir ilişkisi yoktur. «Folie a deux» (iki kişilik çılgınlık —çev.) Nasıl rastlanan bir şeyse «oiie d millions» (kitlesel çılgınlık —çev.) Da görülebilir. Milyonlarca insanın aynı kötülükleri paylaşması, o kötülükleri erdeme çevirmez; birçok yanlışı paylaşması, o yanlışları doğru yapmaz; milyonlarca insanın aynı akıl hastalıklarını paylaşması da, o insanları akılca sağlıklı duruma getirmez.

Bununla birlikte bireysel ve toplumsal akıl hastalıkları arasında önemli bir ayrım vardır ve bu bakımdan şu iki kavramı birbirinden ayırmak gerekir: Sakatlık ve nevroz. Özgürlüğe, kendiliğindenliğe erişemeyen, kendini özgün bir biçimde gerçekleştiremeyen kişinin ağır bir sakatlığı var demektir; elbette özgürlüğü ve kendiliğinden olmayı insanın ulaşması gereken nesnel erekler olarak kabul ediyorsak. Herhangi bir toplumun üyelerinden çoğu, bu ereğe ulaşamıyorsa o zaman karşımızda toplumun dokusuna işlemiş bir sakatlık var demektir. Birey, pek çok kimseyle paylaşmadığından bunun bir sakatlık olduğunu farketmez; bu nedenle güvenliği, başkalarından değişik olma, toplumun dışında kalma gibi deneylerle tehlikeye girmiş olmayacaktır. Zenginleşme ve gerçek mutluluk duygularını tadamama gibi kayıpları —tanıdığı kadarıyla— öteki insanlara benzemenin getirdiği güvenlik duygusuyla ödünlenecektir. Aslında, onun bu sakatlığı, içinde yaşadığı kültürde bir erdeme dönüştürülmüş, böylece de ona yüceltilmiş bir başarı duygusu veriyor bile olabilir.

Buna iyi bir örnek Calvin’in öğretilerinin insanlarda uyandırdığı suçluluk ve huzursuzluk duygusudur. Bağışlandım mı, yoksa sonsuz cezalara mı çarptırıldım kuşkulan içinde kendisini güçsüzlük ve değersizlik sanısına kaptıran, gerçek sevinç diye bir şey duyamayan kişinin ciddi bir sakatlığı olduğu söylenebilir. Oysa Calvin’in durumunda bu sakatlık, toplumun dokusuna işlemişti; o zamanlar bu sakatlığa özellikle değerli bir şey gözüyle bakılıyor, böylelikle birey, nevrozundan kurtulmuş oluyordu; aynı sakatlığın, büyük bir yetersizlik ve yalnızlık duygusu getireceği bir kültürde kişinin, bu nevrozdan kurtulabilmesi olanaksızdır.

Toplumun dokusuna işleyen sakatlık sorununu, Spinoza çok iyi dile getirmiştir. Şöyle der Spinoza: «İnsanların çoğu büyük bir tutarlılıkla, bir tek ve aynı duyguya yakalanır hep. Kişinin bütün duyguları bir tek nesneyle öylesine doludur ki, aslında yokken bile kişi, o nesnenin varolduğuna inanır. Bu, uyanıkken olursa o insana deli denir. Oysa açgözlü insan para ya da ele geçirmek istediklerinden başka bir şeyi, hırslı insan da imden başka birşeyi görmezse, böyle insanları deli olarak değil, yalnızca rahatsız edici insanlar olarak görürüz; genellikle de nefret ederiz böyle tiplerden. Oysa gerçekte biz çoğu zaman ‘hastalık’ gözüyle bakmasak da, açgözlülük, ’hırslılık vb. Hep birer delilik türüdür.»

Bu sözler birkaç yüzyıl önce yazılmıştır; bugün için de doğrudur söylenenler; ama sakatlıklar artık toplumun dokusuna o ölçüde işlemiştir ki, rahatsız edici ya da nefret uyandıran şeyler olarak görülmemektedir. Günümüzde otomat gibi davranan, otomat gibi duyan insanlara rastlıyoruz; bu kişiler kendilerini, gerçekte oldukları gibi değil, olmaları gerektiği gibi algılıyorlar; içten kahkahalarının yerini yapay bir gülümseme almış; iletişim sağlamak için konuşmak yerine anlamsız gevezelikler ediyorlar; gerçekten duyulan acılar yerine taşlaşmış bir umursamazlık içindeler. Böyle bir kişi hakkında iki şey söylenebilir. Bu insan, iyileştirilmesi oldukça zor görünen bir kendiliğindenliğini ve bireyselliğini yitirme sakatlığı içindedir. Aynı zamanda bu insanın, kendisine benzeyen milyonlarca insandan temelde pek değişik olmadığı da söylenebilir. İçinde yaşadıkları kültür bu insanların çoğuna hasta olmaksızın bir sakatlıkla yaşayabilecekleri bir ortam sağlamaktadır. Bir bakıma her kültür, yarattığı sakatlığın yol açtığı nevroz belirtilerinin açığa çıkmasını önleyen çareleri de gene kendi eliyle hazırlamaktadır. İçinde yaşadığımız Batı kültüründe sinemaların, radyoların, televizyonların, spor olaylarının ve gazetelerin yalnızca dört hafta için bulunmadığını düşünelim. Bu büyük kaçış yollan kapanınca, kendi olanaklarıyla başbaşa kalan insanlar ne yapacaklardır? Hiç kuşkum yok ki bu denli kısa bir sürede bile binlerce kişi sinir bunalımı geçirecek, daha çok sayıda insan da klinik anlamda «nevrozlu» denen durumdan pek de değişik olmayan korkunç bir huzursuzluğa kaptıracaktır kendisini. Toplumun dokusuna işleyen sakatlığı yatıştırmak için verilen uyuşturucu kesildiği anda hastalık bütün belirtileriyle dökülecektir ortaya.

Kültürün oluşturduğu bu toplumsal doku, belli bir azınlık için geçerli değildir. Bu azınlık çoğu zaman, bireysel sakatlıkları sıradan insanın sakatlığından daha ağır olan kişilerden oluşur; öyle ki, bu durumda kültürün yarattığı çareler hastalığın ortaya çıkmasını önleyemez. (Buna iyi bir örnek olarak yaşamında güç ve ün elde etmeyi amaçlayan bir kişiyi gösterebiliriz. Çeşitli sınıflardaki üniversite öğrencileri arasında şöyle bir deney yaptım: radyosuz, oyalayıcı herhangi bir dergi ya da gazete olmadan, «İyi» edebiyat yapıtları, yeterince yiyecek bulunan ve bütün öteki fiziksel rahatlıkların sağlandığı bir odada üç gün kalacaklarını düşüneceklerdi. Böyle bir deneye karşı tepkilerinin ne olabileceğini sordum kendilerine. Her gruptaki öğrencilerin % 90 kadarı tepkilerinin tam bir panik duygusu, son derece güç bir deney geçirme İzlenimi olacağını, bu zamanı uzun süreler uyuyarak, bir sürü ufak tefek iş görerek, dört gözle sürenin sonunu bekleyerek geçireceklerini söylediler. Ancak çok küçük bir azınlık, İçlerinin rahat olacağı, kendi başlarına kalacaktan İçin bu sürenin tadını çıkaracakları yanıtını verdi.

Kendini beğenmişlik duygusundan kurtulamadığı için amacına ulaşmak uğruna hiçbir şey yapmayan, bir mucize bekleyip duran, bu nedenle de kendini gittikçe daha güçsüz bulan, sonunda tam bir değersizlik ve olumsuzluk duygusuna kapılan kişi arasında gene de bir ayrım vardır.) Ama bu arada kişilik yapılan, bu nedenle de iç çatışmaları bakımından çoğunluktan ayrılan, bu yüzden herkes için geçerli olan çarelerden hiçbir zaman yararlanamayan insanlar da vardır. Bunların arasında bazen çoğunluğa göre daha büyük bir olgunluk ve duyarlık taşıyan, bu nedenle kültürel afyonu kabullenemeyen ama «akıntıya karşı» direnerek sağlam bir yaşam sürdürebilecek ölçüde güçlü ve sağlıklı olamayan kişiler de vardır.

Toplumun dokusuna işlemiş sakatlıkla nevrozun karşılaştırılmasıyla ilgili yukarıdaki düşünceler şu izlenimi verebilir: toplum, hastalık belirtilerinin ortaya dökülmesini önleyici çareler bulabilirse, her şey yoluna girer; yarattığı sakatlıklar ne denli ağır olursa olsun o toplum, herhangi bir aksaklık olmadan varlığım sürdürür. Oysa tarih, bunun hiç de doğru olmadığını gösteriyor bize.

Gerçekten de, hayvanların tersine, insanın nerdeyse sınırsız denebilecek bir yoğrulabilirlik niteliği taşıdığı doğrudur; tıpkı insanın hemen hemen her şeyi yiyebilmesi, her tür iklimde yaşayıp o iklimin koşullarına kendisini uyarlayabilmesi, dayanamayacağı ve içinde yaşayamayacağı bir ruhsal koşulun hemen hemen hiç bulunmaması gibi. İnsan, özgür olarak da, bir tutsak olarak da yaşayabilir. Zenginlik ve lüks içinde de, yarı aç yarı tok bir durumda da. Savaşarak da yaşar insan, barış içinde de; sömürgen ve hırsız da olabilir, işbirliği ve sevgiye dayanan bir dostluk içinde de varolabilir. İnsanın içinde yaşayamayacağı bir ruhsal durum düşünülemeyeceği gibi, onun sokulamayacağı bir durum, uğrunda harcanamayacağı bir amaç da yoktur. Bütün bu saydıklarımız, insanlarda ortak bir yapının bulunmadığım söyleyen varsayımı doğrular görünmektedir; bu da aslında «insan» diye bir türün olmadığını, bunun ancak fizyolojik ve anatomik anlamda yorumlanması gerektiğini göstermektedir.

Bütün bu kanıtlara karşın gene de insanlığın tarihi, bir tek gerçeği gözden kaçırdığımızı gösteriyor bize: Zorbalarla yönetici klikler, insanları egemenlikleri altına almayı ve sömürmeyi başarıyor ama insanlıkdışı tutumlarına karşı gösterilen tepkileri engelleyemiyorlar. Bunların yönettikleri insanlar korku, kuşku ve yalnızlık içinde kalıyorlar; dış nedenler olmasa bile kurdukları düzenler bir noktada çöküyor, çünkü korkular, kuşkular ve yalnızlık önünde sonunda çoğunluğun verimli ve akıllı bir biçimde çalışmasına engel oluyor. Bütünüyle uluslar ya da bu ulusların içindeki topluluklar, uzun süre baskı altında tutulabilir, sömürülebilirler; ama gene de tepki gösterirler. Ya tepkisizlikle ya da öylesine büyük bir zeka, girişim ve yeti yoksunluğu göstererek tepkide bulunurlar ki, yöneticilerine yararlı olacak biçimde çalışamazlar artık. Ya da öylesine büyük bir nefret ve yıkıcılıkla tepkide bulunurlar ki hem kendilerinin, hem yöneticilerinin, hem de düzenin sonu demek olur bu. Sonra, tepkileri öylesine büyük bir bağımsızlık ve özgürlük özlemi doğurur ki, bu yaratıcı tepilerle daha iyi bir toplum kurulur. Bu tepkilerden hangisinin gösterileceği çeşitli etkenlere göre değişir. Bunlar, ekonomik ve siyasal etkenler ya da insanların içinde yaşadıkları ruhsal iklim olabilir. Ama gösterilen tepki hangi türden olursa olsun, insanın her türlü koşulda yaşayabileceğini söyleyen önerme yarı yarıya doğru kabul edilebilir ancak; buna, şöyle bir önerme daha eklemek gerekir: yaradılışına, yani gelişmesi ve sağlığı için gerekli olan temel gereksinmelere aykırı olan koşullar içinde bulunuyorsa insan, tepki göstermeden edemez; ya soysuzlaşarak yokolup gider ya da kendi gereksinmelerine daha uygun olan koşullan yaratır.

İnsan yaradılışıyla toplumun birbiriyle çakışan istemleri olduğu, bu nedenle de bütün bir toplumun hasta olabileceği Freud’un, Uygarlık ve Getirdiği Rahatsızlıklar inde ayrıntılarıyla ortaya koyduğu bir varsayımdır.

Freud söze, tüm kültürlerde ve çağlarda insan ırkında ortak olarak görülen bir insan yaradılışının ve bu yaradılıştan gelen bazı belirlenebilir gereksinme ve yönelişlerin bulunduğunu öne süren önermeyle başlıyor. Onun inancına göre kültür ve uygarlık, insanın gereksinmelerine gittikçe daha çok ters düşmektedir; böylece Freud «toplumsal nevroz» görüşüne varmıştır. Freud, şunları yazıyor:

Uygarlığın evriminde de bireyin gelişmesine benzer bir uzakamaçlılık varsa ve bunların her ikisine de aynı yöntemle yaklaşılırsa, o zaman şöyle bir tanı koymak yerinde olabilir: birçok uygarlık dizgesi —ya da uygarlık çağı— belki de bütünüyle insanlık bu uygarlaştırıcı eğilimlerin baskısı altında nevrozlu» olmamış mıdır? Çözümlemek amacıyla bu nevrozları ameliyat masasına yatırırsak, uygulama açısından çök yararlı olabilecek iyileştirici bazı öneriler elde edebiliriz. Uygar topluma ruhçözümleme uygulama çabasının, olmayacak ya da sonuç getirmeyecek bir şey olduğu söylenemez. Ama bunu yaparken son derece dikkatli olmamız gerektiğini, ne de olsa benzetmelerden yola çıktığımızı, yalnız insanların değil kavramların da ilk ortaya çıktıkları ve olgunlaştıkları ortamdan koparılmalarının tehlikeli olduğunu unutmamalıyız. Üstelik, toplumsal nevrozlar tanısı, özel bir güçlük daha çıkarmaktadır karsımıza. Bireyin nevrozu sözkonusu olduğunda çıkış noktası olarak hastayla «normal» olduğunu varsaydığımız çevresi arasındaki çatışmayı alırız. Oysa hasta olan bir toplumu ele aldığımızda böyle bir ölçüt yoktur elimizde; bu ölçütü başka bir yolla sağlamamız gerekecektir. Elde ettiğimiz bilgileri toplumu iyileştirmek amacıyla uygulamaya geçince, toplumsal nevrozu en iyi biçimde çözümlediğimizi düşünsek bile, toplumu bu tedaviye zorlayacak hiçbir güç bulunmadığına göre, ne yaran olacaktır bunun? Bütün bu güçlüklere karşın, günün birinde birisinin ortaya çıkarak uygar toplulukların hastalığını araştırma isine girişeceğini umabiliriz.

Bu kitapta işte böyle bir araştırma işine girişilmektedir. Kitap, sağlıklı toplumun, insanın gereksinmelerine yanıt veren bir toplum olduğu düşüncesiyle yazılmıştır — insanın gereksinmeleri, kendi gereksinmeleri sandığı şeyler değildir; çünkü en hastalıklı amaçlar bile öznel açıdan insanın en çok istediği şeyler olabilir; sağlıklı toplum, insanın incelenmesiyle nesnel olarak saptanabilecek gereksinmeleri karşılamalıdır. Demek ki ilk görevimiz insan yaradılışının ne olduğunu ve bu yaradılıştan doğan gereksinmeleri belirlemek olmalıdır. Daha sonra da toplumun, insanlığın evriminde oynadığı rolü, insanlığın değişmesindeki ilerletici etkisiyle birlikte yinelenip duran insan yaradılışıyla toplum arasındaki çatışmaları ve bu çatışmaların özellikle çağdaş toplum açısından yarattığı sonuçları incelemeye geçmemiz gerekir.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz