Bir Numaralı Halk Düşmanı ile Hücre Ortaklığı – Charles Bukowski

Philadelphia’da Brahms dinliyordum, yıl 1942. Küçük bir pikabim vardı. Brahms’ın ikinci senfonisi, yalnız yaşıyordum o sıralar, bir sişe porto şarabını yavaş yavaş yudumluyor, ucuz bir puro içiyordum, küçük, temiz bir odaydı, kapı çalındı.

Biri bana Nobel ya da Pulitzer Ödülü’nü vermeye geldi herhalde, diye geçirdim içimden, köylü görünümlü iki aptal adam.
“Bukowski?”
“Evet.”
Kimlik gösterdiler. “F.B.I., bizimle gel. Ceketini giysen iyi edersin, bir süre için misafirimiz olacaksın.
Ne yaptığımı bilmiyordum, sormadım, herşey yitirilmişti nasıl olsa. Biri Brahms’ı kapattı, aşagı inip sokağa çıktık, bütün başlar pencerelerden dişarı çıkmıştı haberleri varmış gibi.
Sonra o her zamanki kadın sesi: “İşte o korkunç adam! Yakalamışlar!
Kadınlar beni pek sevmez.
Ne yapmis olabilecegimi düsünüp duruyordum, aklima gelen tek şey sarhoşken birini öldürdüğümdü. Ama F.B.I’ın devreye girmiş olmasını anlayamıyordum.
“Ellerini dizlerinin üstüne koy, orada kalsınlar!”
Önde iki kişi, arkada iki kişiydiler. Birini öldürmüş olduğuma karar verdim, önemli birini.
Bir süre yol aldık, unuttum ve burnumu kaşımak için elimi kaldırdım.
“İndir elini!”
Büroya vardığımızda ajanlardan biri dört duvara dizilmiş fotoğrafları işaret etti.
“Fotoğrafları görüyor musun?” diye sordu ciddiyetle.
Fotoğraflara baktım, güzelce çerçevelenmişlerdi ama bana bir şey ifade etmediler.
“Evet, fotoğrafları görüyorum” dedim ona.
“Bunlar F.B.I’ın hizmetinde ölmüş insanlar.”
Ne dememi beklediğini bilmediğim için bir şey demedim.
Beni başka bir odaya götürdüler, masanın arkasında bir adam oturuyordu.
“John amcan nerede?” diye bağırdı bana.
“Ne?” dedim.
“John amcan nerede?”
Ne demek istediğini anlamıyordum. Bir an için sarhoşken insan öldürmek amacı ile kullandığım gizli bir silahtan söz ettiğini düşündüm, asabiydim, olanları kavramakla güçlük çekiyordum.
“John Bukowski’yi kastediyorum!”
“Ha, o öldü.”
“Hay Allah, demek bu yüzden onu bulamıyoruz!”
Portakal-sarı bir hücreye kapattılar beni. Bir cumartesi akşamüstüydü. Hücremin penceresinden dişarda yürüyen insanları görebiliyordum, ne kadar şanslıydılar! Sokağın karşı tarafında bir plakçı vardı, kolonlardan bana doğru müzik yayını yapıyorlardı, herşey o kadar özgür ve rahat görünüyordu ki dışarda.
Ne yapmış olabileceğimi düşünüp duruyordum, ağlamak istiyor ama ağlayamıyordum. Hüzün verici, hastalıklı bir durum, hastalıklı hüzün, kendini daha kötü hissedememe durumu, biliyorsunuz sanırım, arada sırada herkesin kapıldığı bir his. Ben biraz fazla kapılıyorum, çok fazla.
Moyamensing Cezaevi eski bir şatoyu andırıyordu, iki büyük tahta kapı beni içeri almak üzere açıldı, bir hendekten geçmemiş olmamız beni şaşırtmıştı.
Muhasebeci kılıklı şişman bir adamla aynı hücreye koydular beni.
“Adim Courtney Taylor,” dedi. “bir numaralı halk düşmanıyım”.
“Neden buradasın?” diye sordu.
(hücreye girmeden önce sorduğum için artık cevabı biliyordum.) “Asker kaçağıyım.”
“Burada iki şeye tahammül edemeyiz: asker kaçaklarına ve teşhircilere.”
“Hırsızlar arasında şeref, ha? Ülkeyi güçlü tutun ki soyabilesiniz.”
“Biz yine de asker kaçaklarından hoşlanmayız.”
“Aslında suçsuzum, taşındım, askerlik şubesine yeni adresimi bildirmeyi unutmuşum, postaneye bildirmiştim ama. Bu kasabadayken St. Louis’den askeri muayene için başvurmami söyleyen bir mektup aldım, onlara St. Louis’ye gidemeyeceğimi, beni burada muayene etmelerini yazdım, beni tutuklayıp buraya getirdiler, anlamıyorum: askerden kaçmak isteseydim onlara adresimi bildirmezdim.
“Senin gibiler hep suçsuzdurlar, masal anlatma.”
Ranzama uzandım. Gardiyanın teki geldi.
“Kaldır kıçını o yataktan!” diye bağırdı bana.
Kaldırdım asker kaçağı kıçımı yataktan.
“Kendini öldürmeyi düşünüyor musun?” diye sordu Taylor bana.
“Evet” dedim.
“Şu ampulü tutan kabloyu aşağı çek. Kovaya su doldurup ayağını içine sok. Ampulü çıkarıp parmağını duya sok. Çıktın buradan.
Uzun süre baktım o kabloya.
“Teşekkür ederim, Taylor, çok yardım seversin.”
Işıklar söndüğünde yatağıma yattım ve saldırdılar, tahtakuruları,
“Ne lan bu?” diye bağırdım.
“Tahtakurusu” dedi Taylor.
“Bahse girerim ki benim yatağımda seninkinden daha çok tahtakurusu var. Nesine?”
“On sent?”
“On sent.”
Tahtakurularımı yakalayıp öldürmeye başladım, ölü tahtakurularını küçük tahta sehpanın üstüne koyuyordum.
Sonunda zaman dedik, tahtakurularımızı alıp hücrenin kapısına gittik, orası aydınlıktı, saydık, ben de 13 vardı, onda 18. On senti verdim, daha sonra kendininkileri ikiye bölüp uzattığını ögrenecektim, sahtekarlık yapmıştı, gerçek bir profesyonel, orospu çocuğu.
Avluda zarım tuttu, her gün kazanıyor, zengin oluyordum, mapus zengini, günde on beş-yirmi dolar para kazanıyordum, barbut oynamak kurallara aykırıydı, kuleden makineliyi üstümüze doğrultup, “dağılın!” diye bağırırlardı, ama oynamanın bir yolunu bulurduk mutlaka, teşhircilerden biri sokmuştu zarları içeri, gerçekten hoşlanmadığım biriydi bu teşhirci, aslına bakarsan hiçbirinden hoşlanmıyordum, hepsinin çeneleri küçük, gözleri sulu, kıçları dardı. 10/1 erkek, onların suçu değildi herhalde, ama onlara bakmaktan hoşlanmıyordum, bu herif her oyundan sonra yanıma geliyordu, şansin açık, iyi para götürüyorsun, kardeşini de gör. O nazik eline birkaç sent bırakırdım, çükünü üç yaşında bir kıza gösterme hayalleri kurarak uzaklaşırdı yılan, zor tutuyordum kendimi ağzina bir tane çakmamak için, ama birine vurursanız hücre cezasına çaptırılıyordunuz, hücrede insan bunalıma giriyordu, verdikleri su ve ekmek daha da kötüydü, oradan çıkanları görüyordum, bir ay sürüyordu eski hallerine dönmeleri, ama hepimiz kafayı yemiştik zaten, ben yemiştim, fazla yükleniyordum teşhirciye. Gözümün önünde olmadığı zaman mantık yürütebiliyordum.
Zengindim, ışıklar söndükten sonra aşçı nefis yemeklerle asağı geliyordu, büyük porsiyonlar, dondurma, kek, turta, kahve. Taylor aşçıya on beş sentten fazla vermememi söyledi, limit on beş. Aşçı fısıltıyla teşekkür edip ertesi gün gelmesini isteyip istemediğimi sorardı.
“Tabii, tabii” derdim.
Başgardiyanın yediği yemeklerden yiyiyorduk ve basgardiyan midesine düşkündü anlaşılan, mahkûmlar açlıktan ölürken ben ve Taylor 9 aylık hamile iki kadın gibi dolanıyorduk ortalıkta.
“İyi asçıdır,” dedi Taylor, “iki leşi var. Önce birini öldürmüş, cezasını yatmış, çıkar çıkmaz diğerini öldürmüş, firar etmezse hayatının sonuna kadar burada.”
“Sevdim aşçıyı” dedim, “iyi birine benziyor.”
“İyidir” diye onayladı Taylor.
Gardiyana tahtakurularından şikayet edip duruyorduk, o da bize “nerede olduğunuzu sanıyorsunuz? Otelde mi? Tahtakurularını buraya getiren sizlersiniz! diye bagiriyordu. Aliniyorduk tabii ki.
Gardiyanlar kötüydü, gardiyanlar aptaldı, gardiyanlar korkuyorlardı, acıyordum onlara.
Sonunda Taylor ile beni ayrı hücrelere koyup hücreyi ilaçladılar. Avluda Taylor’a rastladim.
“Genç bir çocuğun yanına verdiler beni” dedi Taylor, “çaylağın teki, dünyadan haberi yok. korkunç.”
Benim şansıma İngilizce bilmeyen, bütün gün oturağında oturup, “Tara buba yer, tara buba bok yer!” diyen bir ihtiyar düştü, bozuk plak gibiydi, hayatı çözmüştü: ye ve sıç. Memleketinin efsane kahramanlarından birinden bahsediyordu sanırım, kim bilir, Taras Bulba, belki de? bBilmiyorum, avluya ilk çıkışımda ihtiyar çarsafımı yırtıp çamaşır ipi yaptı; çoraplarını ve donlarını asmıştı lanet şeye, hücreye girdiğimde herşey üstüme damlayıp durdu, hiç çıkmıyordu hücreden ihtiyar, duşa bile. Suç işlememişti söylediklerine göre, orada kalmak istiyordu ve ona izin veriyorlardı, iyilik severlik mi? Kızdım ona, çünkü yün battaniye cildimi tahriş eder. Çok hassastır cildim.
“Seni yaşlı osuruk” diye bağırdım ona, “bir kişi öldürdüm, aklını başına toplamazsan ikinci olacaksin!” Ama oturağında oturup bana gülmeyi ve “Tara buba yer, tara buba bok yer!” demeyi sürdürdü.
Pes ettim, ama bir kez bile yerleri silmek zorunda kalmadım, evi her zaman ıslak ve pırılpırıldı.
Amerika’nın en temiz hücresiydi bizimki, dünyanın, ve geceleri o ilave yemeğe bayılıyordu, parmaklarını yiyordu.
F.B.I askerden bilerek kaçmadığıma karar verdi ve beni askerlik şubesine sevk ettiler, sağlık kontrolünden geçirdiler, sağlam çıktım, sonra psikiyatrı görmeye gittim.
“Savaşa inanıyor musun?” diye sordu.
“Hayir.”
“Savaşmaya hazır mısın?”
“Evet.”
(Siperden çıkıp vuruluncaya kadar düşman ateşine doğru yürümek gibi çılgınca bir fikir vardı kafamda.) Uzun süre bir şey söylemeden önündeki kağıda bir şeyler yazdı, sonra başını kaldırdı.
Bu arada, çarşamba günü doktorların, avukatların ve yazarların davetli olduğu bir parti veriyoruz, seni davet etmek istiyorum, gelir misin?”
“Hayır.”
“Pekala” dedi. “gitmek zorunda değilsin.”
“Nereye?”
“Savaşa.”
Baktım ona sadece.
“Anlayacağımızı sanmamıştın, degil mi?”
“Hayır.”
“Bu kağıdı yan masadaki adama ver.”
Uzun bir yürüyüştü, kağıt ataşla kartıma tutturulmuştu, kenarından kaldırıp bir göz attım: “…ifadesiz yüzünün arkasında aşırı bir hassasiyet gizli…” kıçımla gülerim, diye geçirdim içimden, tanrı aşkına!. Hassas. Ben.
Bu da Moyamensing’in sonu oldu. İşte, savaşı böyle kazandım.

Charles Bukowski
Sıradan Delilik Öyküleri

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz