“Bir çıkıştır aşk, bir tutumdur, bir karşı koyma biçimidir” Aşkın Anatomisi – Afşar Timuçin

Aşk da sanat gibi baştan beri yalnızca yapılan değil aynı zamanda üzerinde düşünülen bir insan etkinliği oldu. İnsanoğlunun genel tutumudur bu: yaptığını düşünür, düşündüğünü yapar. İnsan olmanın temel özelliği yapmak ve yaptığı üzerine görüşler geliştirmektir. Her alanda kendini tanımak isteyen insan aşkta da kendini tanımaya çalıştı. Marcel Achard “Aşk una kafa yoranların işidir ” der. Bütün bunlar bize aşkın önemini, aşkı düşünmeye yönelen insanın gelişigüzel bir arayış içinde olmadığını gösterir. Aşk ve sanat insanın kendini çırılçıplak sergilediği ve çırılçıplak gözlemlediği yerdir. Elbet bunu söylerken gerçek aşkı ve gerçek sanatı düşünüyoruz. Aşkta ve sanatta insan kendini çırılçıplak ortaya koyar. Bu yüzden sanatta aşka ve aşkta sanata benzeyen bir şeyler vardır. “Aşk bir duygu değil bir sanattır ” der Paul Morand.

Aşkı ve sanatı insanın en temel iki etkinliği saymak yanlış olmaz. Zaman geçer, nice değişimler ya da dönüşümler yaşanır, aşk ve sanat yaşamdaki başat yerlerini korurlar. Shelley haklıdır: “Aşk için ve güzellik için/Ne ölüm vardır ne değişim. ” Aşkta gözlemlediğimiz değişimler yaşam biçimlerindeki değişimlerle ya da değişikliklerle ilgilidir: davranışların, sezgilerin, bakış biçimlerinin dönüşüme uğraması aşkın görünümlerinde değişiklikler yaratır. Ancak aşkta temel hep aynı kalacaktır: adanmışlık içinde bir bir olma istemi.

Aşk baştan beri vardır. Aşk baştan beri hesapsız bir yönelim olarak vardır. Bir çıkıştır aşk, bir tutumdur, bu arada bir karşı koyma biçimidir. Bu yüzden aşk her zaman korkuyla ters leşin iştir. Aşk kendinde korkuyu içermez ya da aşk korkuyu dışlayarak aşk olur. Yürekli olmak bir yana, aşk tam anlamında gözüpekliktir. Korku aşkı kemirir, tüketir, hiçe indirger. Çünkü korkuda istem çözülür. Genelde korkak olabiliriz ya da hepimizin bir takım korkaklıklarımız vardır, çoğumuz haklı olarak gelecekten korkarız. Aşkta korku olmaz. En korkak adam bile aşkta gözünü budaktan esirgemez biri olup çıkacaktır. XVI. yüzyılda fransız şairi Clement Marot aşkı korkunun karşısına koyuyor ve şöyle diyordu: “Korku karanlıktır, Aşk duru ve beyaz; / Korku köledir, Aşk tümüyle özgür; / Aşk yaşatır, Korku öldürür. ” Bu bakış son derece olumlu bir bakıştır. Ne var ki aşk üzerine görüşler her zaman bu ölçüde olumlu olmadı. Onu sertlikle, bencillikle, doymazlıkla, aldanışla, yıkıcılıkla, saçmalıkla, acı çekme eğilimiyle, uçuculukla ya da akılsızlıkla özdeşleştirmeye çalışanlar da oldu. Baudelaire “Aşk eylemi büyük ölçüde işkenceye ve ameliyata benzer” diyordu. Ama o neye benzerse benzesin her zaman bir güçlülüğün anlatımıydı. Dante Alighieri “Aşk güneşi ve yıldızları yerinden oynatır ” demiştir.

Sanatçılar, özellikle şairler aşkı ve sevgiliyi övgülere boğdular, yücelttiler. Sevgiliyi yüceltmesek bile aşkı yüceltmemek olmaz. Ayrıca aşkı yüceltiyorsak sevgiliyi de yüceltiriz. Aşkta sevgili yüceltilir. Ama öfkelenip sevgiliye ağır sözler etsek de aşkı suçlayamayız. Aşk zor şeydir. Şöyle der halkımız: “Dudak değil diş değil / Bu geliş geliş değil / Her aşka inanılmaz / Sevmek kolay iş değil”. Aşkın sahtesinden sakınmak gerekir. Kalp aşklar bayağılıkta sınırlanır. Aşk her şeydir, insan yaşamının zorunlu bir öğesidir. Aşksız yaşam hiçlik gibi bir şeydir. Sevgili aldatır, aşk aldatmaz. Alfred de Musset uzun bir Şiirinin bir yerinde şöyle der: “… Bana bir şeyleri sevip sevmediğimi soracaksınız, / Sizi hemen Hamlet gibi yanıtlayacağım: / Ophelia, hoşunuza giden hiçbir şeye aldırmayın, / Göklerin aydınlığına, gülün kokusuna, / Erdeme, geceye, güne aldırmayın; / Dünyada hiçbir şeye aldırmayın, ama aşka… / İsterseniz sizi seven varlığa aldırmayın, / Bir kadına ya da bir köpeğe, ama aşkın kendisine /Aldırmamak olmaz, aşk her şeydir, aşk güneşte yaşamaktır. ” Yüceltme daha çok somuta, sevgilinin kendisine yönelmiştir çok zaman. Öyle ya sevilen kişi olmasaydı aşk olur muydu? Sevgiliyi yüceltiriz, ama yeri gelir yerin dibine batırırız. “Gönlümü kaptırdım ben /Allahın delisine” diyen kişi kim bilir ne kadar öfkelenmiştir. Bizim edebiyatımızda sevgiliyi yücelten şiirlerin belki de en güzeli Muhibbi’nin (Kanuni Sultan Süleyman) şu şiiridir:

Celisi halvetüm varımı habibüm mahı tabanım
Enisüm mahremüm varum güzeller şahı sultanım

Hayatum hasılum ömrüm şarabı kevserüm adnum
Baharum behçetüm ruzum nigarum verdi handanım

Neşatum işrettim bezmüm çerağum neyyürüm şemim
Turunç u nar u narencüm benim şemi şebistanum

Nebatım sükkerüm gencüm cihan içinde birencüm
Azizim Yusuf’um varum gönül Mısr ’mdaki hanum

Stanbul’um Karaman’um diyarı mülketi
Rum’um Bedahşan’um ve Kıpçağ’um ve Bağdad’um Horasan ‘um

Saçı marum kaşı yayum gözü pürfıtne bimarum
Ölürsem boynuna kanum meded hey namüselmanum

Kapunda çünki meddahum seni medh ederim dayim
Yürek pürgam gözüm pürnem Muhibbi ‘yem vti hoş halimi

Evet, aşk baştan beri varoldu. İnsanoğlu aşkı baştan beri olumlu bir güç olarak değerlendirdi. Eski Yunanistan’daki yaygın bir inanca göre aşk evrenin oluşumuna belirleyici bir öge olarak katılmıştır. Bunu şair Hesiodos’un Theogonia’sında da apaçık görüyoruz. Buna göre, çok ama çok eski zamanlarda, henüz tanrılar ortada yokken, tam tamına bir düzensizlik egemendi. Adı Khaos olan bu düzensiz bütünlükten, türüm diyebileceğimiz bir yolla, Nyks (Gece) ve Erebos (Ölülerin bulunduğu dipsiz boşluk ya da Yeraltı) oluştu. Nyks, Khaos’un kızı, Erebos’un da oğludur. Eros yani Aşk, Nyks’in ve Erebos’un çocuğudur. Aşk’ın olmasıyla düzen ve güzellik karmaşanın ve dağınıklığın yerini aldı. Eros’dan Ether (Işık) ve Aitheros (Gün) oluşmuştur. Daha sonra Gaia ortaya çıkmıştır. Gece’den ve Yeraltı’ndan gelen Aşk’ın bir düzen ve güzellik etkeni olarak algılanması anlamlıdır. Aşktan önce her şey karanlıktı, sessizlikti, boşluktu. Aşkın oluşumu gerçek bir mucizedir. Aşk yapıcı gücün simgesi ya da ta kendisidir. Onu insana giden yolun başındaki güçlülük olarak görebiliriz. O Khaos’dan Kosmos’a geçişin belki de en önemli basamağıdır. Ancak genel olarak baktığımızda aşk hem düzendir hem düzensizliktir. Mitolojinin bu olumlu düzenleyici öğesi gene mitolojinin sayfalarında nice acı öykünün konusunu oluşturur. Aşkı başlangıç noktasında bir düzen ve güzellik etkeni sayan insan onu aynı zamanda olumsuzla olumlunun çatıştığı bir varlık alanı olarak görmüştür. Aşk acısı dediğimiz şeyin kaynağını da bu çatışkılı durumda aramak gerekir. Aşk önünde sonunda iki ayrı dünyanın tek bir dünyaya indirgenmesi çabasıdır. İki dünyayı bir dünyaya indirgemeyi göze almak gerçekte acıyı göze almaktır. Aşkı bir heves değil de bir gerçeklik olarak yaşamayı göze alamayanlar aşkı değil de aşka benzer bir şeyi, aşkı öykünen bir şeyi yaşamakla sınırlanırlar.

Kısacası aşk dediğimiz zaman aklımıza yalnızca sevinçler gelse iyi, o bize sevinçlerin yanında acıları da duyuruyor. Aşk her şeyden önce bir tutkudur ve sevinçlerle dolu olduğu kadar acılarla da yüklüdür. Aşkı aşk yapan biraz da onun duygu zenginliğidir ya da duygu çeşitliliğidir. Evet, aşk yalnızca o ikili duygusallıkla, sevinçle ve acıyla örülmüş değildir: aşkın duygu renkleri çok çeşitli ve çok karmaşıktır, en çelişkili ve en değişken duygular aşkta bir araya gelir. Acının aşkta bir zorunluluk ya da bir gereksinim olduğunu düşünenler haklıdır. Ne var ki aşk duygusal açıdan bir tekyanlılığa indirgeyemez kendini. Charles Naudier “Sevmeye başlayan kadının yüreğinde uçsuz bucaksız bir acı çekme gereksinimi vardır” der. Bu gereksinimi yalnız kadın için değil her iki cins için düşünmek doğru olur. Aşk hem kadın için hem erkek için yoğun duygular esinleyen bir tutkudur. Aşk da her tutku gibi dışa yönelir, dışta kendini ya da kendine uygun düşeni aramaya koyulur. “Sevmek, zenginliğini kendi dışında bulmaktır” diyor Alain.

Aşkta birey kendine en uygun olanı arar ve bulur ya da daha doğrusu kendine en uygun olanı arayıp bulduğunu düşünür. Burada uygun ’un ölçütü yoktur. En uygun olan, kim bilir, belki de en uyarsız olandır. Kendine en uygun olanı (ya da en uyarsız olanı) bulmak ve onu olabildiğince yüceltmek: aşkın temel eğilimi bu kendi dışına çıkma tutumunda belirginleşir. Sevmek birlikte duygulanmak ve birlikte düşünmektir. “Sevmek birbirinin yüzüne bakmak değil birlikte aynı yöne bakmaktır” der Antoine de Saint-Exupery. Ancak sevgi ve aşk ayrımını kesin bir biçimde ortaya koymak gerekir: aşk başka sevgi başkadır. Aşk sevginin bir türü olmaktan daha başka bir şeydir. Genel olarak sevgide durum elbette Antoine de Saint-Exupery’nin söylediği gibidir. Ama aşkta bir bakıma böyle de olsa bir bakıma böyle değildir. Aşk sözkonusu oldu mu kendi dışımda kendimden daha çok kendim olacak ya da olabilecek birini arıyorum demektir. Bir düşün peşine takılıp gitmektir bu biraz da. Aşk bir gerçeklik olmakla birlikte bir düştür, elbette dünyanın en güzel düşüdür. Aşk da her düş gibi bizi zaman zaman gerçeklik karşısında yanıltır. Yanılmayı göze alamayanlar aşktan uzak durmalıdırlar.

Aşkta usun biraz da gözümüzde büyüttüğümüz tutarlılıkları gerilere çekilir. Aşkta gözler ussallıktan iyiden iyiye ayrılır ve büyük ölçüde gönül’e bağlanır. Aşık gönlünün gözleriyle gören kişidir. “Aşk gözle görmez gönülle görür” der Shakespeare. Gönlün mantığı genelgeçer mantığa ters düşer. Aşk her koşulda aykırılıktır. Aykırı sıfatı en çok aşka uygun düşer gibidir. Aşık kişi gün olur bile bile saçmalar. O artık kendinden, kendi denetiminden çıkmış gibidir. Bu yüzden aşk her zaman serüven tadı verir. Usun iyiden iyiye geri çekildiği yerde serüvencilik ruhu öne geçer. XU. yüzyılda Prise d’Orange ‘‘Seven insan akılsızlıkla doludur” demişti. Gerçek anlamda aşk neredeyse usun bittiği yerde kendini gösterir. Aynı yüzyılda Marie de France şöyle diyordu: ‘‘Aşkın ölçüsü budur işte / Usunu koruyamaz kimse. ” Aşkta us inmelere uğramış gibidir, etkin olmaya kalktığı yerde batağa saplanır. Aşkın bir dert gibi ya da bir çile gibi algılandığı yer burasıdır. Aşık aşkından yakınmaya başladığında us etkisini tam olarak yitirmiştir.

Gene de bilinçli bir varlık olan insan aşkta bilincinin olanaklarını sonuna kadar kullanmaya çalışır, aşkı zedelemek pahasına yapar bunu. Aşk cinsellikle bilinçliliğin kavuşma noktasında bir yaşamsal zorunluluk olarak belirir. Aşksız yaşam savları ya da zararsız aşk savları geliştirenler vardır, bunlar elbette bilinç açısından ve insan olma koşulları açısından sorunlu kişilerdir. Acısız aşk formülleri geliştirenler arasında bu konuda son derece ciddi olması gereken ruhbilimciler ve ruh hekimleri vardır. İnsan ruhundan sorumlu bu kişiler acısız aşk formülleri geliştirmeye çalışırken insanlara aşkta ölçülü olma önerilerinde bulunurlar. Aşık olun ama kendinizi yıpratmayın! Aşkta çeşitli frenler koymaya çalışırlar, bunun için tutumlar belirler kurallar önerirler. Gerçek aşk bütün bu korunma yöntemlerini dışlar ve etkisiz bırakır. Canına düşkün olanların yapması gereken tek şey vardır: aşktan uzak durmak, aşktan korunmak. Canına düşkün kişinin aşkla pek bir ilişkisi de yoktur. Öte yandan bencil ve şımarık kişilerin aşık olma koşullarına sahip olmadıkları, aşık olmakta kendi içlerinden engellendikleri görülür. Kendi dünyalarının dışına çıkamayanlar başkalarının dünyalarına nasıl kavuşacaklar?

Aşk buna göre hem görü hem özveri gerektirir. Görü ve özveri olmadan aşkın temel koşulu olan adanmışlık gerçekleşemez. İyi bir göz yani iyi bir bilinç aşkın kurucu öğesidir. Özveri insanın pek çok şeyden vazgeçerek ya da vazgeçmeyi göze alarak kendini kendinden başka bir şeye adamasıdır. Kendini kendine adayan insan bencildir, özverili insan kendini başkalarına adamaktan tat alır. Aşkta kişi tepeden tırnağa özgeci özelliklerle donanmıştır. Onun özgeciliği genelde tek kişiye yönelmiştir ama tek kişiyle sınırlanmak zorunda da değildir. Özgeciler yarar gözetmez biçimde kendilerinden başka bir şeye adanırlar. Başkası için yaşamak aşık kişinin bile isteye seçtiği şeydir. Başkası için yaşamak eğiliminde olmayanlar aşkta tutuk ve isteksiz kalırlar. Mutlak özgürlük mutlak bağlanış biçiminde bu adanmışlıkta gerçekleşir. Bencillikte özgürlük bir düşten başka bir şey değildir. Aşk da sanat gibi mutlak özgürlük etkinliklerini ya da yönelimlerini içerir. Bir başka deyişle bilinç özgürlüğünü en belirgin ve en yetkin biçimde aşkta ve sanatta gerçekleştirir. Aşkta libertas ve servus bir bütün oluştururlar. Ne diyor insanımız: “Çiğnet beni atına /Alma gönül tahtına /Kilim gibi serildim /Ayağının altına’’..

Aşkın bencilliğe benzer bir yanı da yok değildir. Aşk kendi dışına yöneliştir ama bir özneyi kendinin kılmak için kendi dışına yöneliştir. Publilius Syrus “Yalnız kendi için olanı kötü diye nitelendirmek gerekir” der. Aşkta yalnız kendi için olma elbette sözkonusu değildir. Onda kendi için olma ve başkası için olma bir bütün oluşturur, hatta başkası için olma kendi için olmadan çok daha baskındır. Bencillik kötüdür ve tehlikelidir, insan olma amaçlarına aykırıdır. İnsan özverili oluşuyla insandır. Bir atasözü “Yalnız yiyen yalnız boğulur” der. Aşk böylece bencilliğe ters düşer. Aşkın tek bencil yönelimi birini kendinin kılma eğiliminde yatar, buna da bencillik deyip çıkmak kolay değildir. Kısacası aşkta bencilliğin koşulları gerçekleşmez. Buna karşılık adanmışlığın koşulları tam olarak vardır. Aşık kişi sevdiğini kimseyle paylaşamaz, kimselerle paylaşmayı düşünemez. Gün olur sevdiğini en yakınlarından bile kıskanır.

Kıskançlık acıyı yaratan etkenlerden biri olarak karşımıza çıkar. “Hepimiz az çok deliyiz ” der Baudelaire bir Şiirinde. Bu en azından aşkta, en azından kıskançlık sözkonusu olduğu zaman böyledir. Kıskançlık öç alma duygularına kadar götürür kişiyi. Aşkta öç alma tasarıları sevgiliyi kıskandırma girişimlerini doğurur ya da doğurabilir. Aşkın oluşmaya başladığı yerde kıskançlık duyguları alttan alta filizlenmeye başlar. Kıskançlık aşkın acı bir yan ürünüdür ki aşkı güçlendirir gibi görünürken onu ince ince zedeler de. Kıskançlığın belli biçimlerinde aşka biraz güç kattığını da yadsıyamayız. Kıskandırma oyunları bazen beklenilenin tam tersini getirir: seven kişide bir soğuma duygusu yaratır. Gerilimini yitirmiş ya da yitirmekte olan aşkları kıskandırıcı davranışlarla canlandırmak da iyiden iyiye söndürmek de olasıdır. Aşık kişilerin kıskançlık duyguları duymaları için belli nedenlerin olması da gerekmez: aşık kişi sevdiğini çok zaman nedensiz kıskanan kişidir. La Rochefoucauld “Kıskançlıkta aşktan çok özsevgisi vardır” dese de kıskançlık birçok biçimlerinde aşkın zorunlu bir öğesi olarak görünür.

Aşk deneyi önünde sonunda bir yalnızlık deneyidir. Baudelaire’e “Yazık, her şey uçurum ” dedirten bu olmalıdır. Sonunda dönüp dolaşıp yalnızlığa mı çıkılacaktır! Her iki bilinç de birbirlerine indirgenemeyeceklerini, iki ayrı bilinçten kalkarak ortak bir bilinç kurulamayacağını erkenden sezerler ya da geç de olsa sezerler. Her bilincin indirgenemez pekçok özelliği vardır. Dostlukta bilinçlerin ayrılığı zengin bir çeşitliliği oluştururken aşkta açmazlar yaratacaktır. Aşkı ve sanatı özgün kılan özel bilincin apayrı renkleridir. Kaldı ki bilinç yönelgenliği içinde benimsemeye değil benimsetmeye eğilimlidir. Özellikle yetkin olmayan bilinçler çevrelerinde bir egemenlik alanı oluşturma konusunda son derece dirençlidirler. Aşkta bilinç kendi için köleleşme koşulları yaratsa da köleleştirilmeye karşı çıkar, köleleştirilmeyi göze aldığı yerde aşkın sona ereceğini bilir. Hangi koşulda ve hangi anlamda olursa olsun egemenlik istemi aşk için tehlikeler doğurur. Bu sıkıntı içinde oluşan yönelimler sevgilinin değerli de olsa eşsiz ya da bulunmaz olmadığını sezdirmekte etkili olmaya başlar: bundan böyle ortada aşılması çok güç ya da olanaksız uyuşmazlıklar vardır.

Yalnızlık bu durumda aşılmaz bir duvar gibi dikilir aşıkların karşısına ya da daha doğrusu her iki bilinç de kendi için koruyucu yalnızlık duvarları örmeye başlar. O durumda iki yol vardır: aşktan vazgeçmek ya da onu evcilleştirerek herhangi bir sevgiye dönüştürmek. Sevgi iyidir, aşk gibi delişmen ve dikbaşlı değildir, uslu ve ussaldır, dingin ve iyilikçidir. Aşk gibi değildir sevgi, her şeyden önce hoşgörülüdür; aşk gibi titiz, aşk gibi acımasız değildir; aşk gibi köktenci davranmaya, ya hep ya hiç demeye eğilimli değildir: daha az kıskançtır her şeyden önce, bazı durumlarda hiç mi hiç kıskanç değildir. İndirgemeci de değildir, hiç değildir. Çok ateşli aşklardan çok dingin sevgilere geçilebilir. Gerçekte iki bilincin ussal ölçülerde birbirine yaklaşması, birbiriyle bütünleşmese de birbiriyle işbirliği yapmasıdır bu. İki bilincin ayrılıklarını ayrı ayrı onaylamasıdır aşkın bitişi ya da daha doğrusu sevgiye dönüşmesi. İnsan karşısındakinin eksiklerini sevemez ama onu eksikleriyle sevebilir. İnsan dingin bir sevgi ortamında sevdiğinin eksiklerini gidermesi için çaba gösterebilir, böyle bir tutum aşkın özyapısıyla tersleşir. Sevgide çekişme yoktur, aşkta çekişme vardır.

Aşkın gerilimi sonuna kadar yaşanılabilecek gibi değildir. Aşkın gerilimi sabrın sınırlarını zorlar. Bir türküde Tasladığımız şu söz bize bu gerçeği bütün boyutlarıyla duyurur: “Sevda böyle giderse / Çatlar ölür birimiz”. Nitekim öldüren aşklar da vardır, bu gibi aşklarla yalnızca masallarda değil gazete haberlerinde de karşılaşırız. Aşk ölmelerle ve öldürmelerle çok kötü sonuçlara ulaşabilir. Aşkın başı her zaman tatlı, sonu çok zaman acıdır. Öldürmek çok zaman aşkın biteceği korkusuyla onu bir yerde dondurmaya kalkmak anlamı taşır. Hele sevgilinin bir başkasına gitmesi çok zaman kolay kolay benimsenebilecek bir durum değildir. Sevgilisini öldürmeyen ya da öldüremeyen kendini öldürebilir. Evet, sevgiliyi öldüremeyenler ölümü göze alabilirler, böylece sevgiliyi cezalandırmış da olurlar. İntihar aşkın bir gereği gibi görülebilir: aşkı bitirmek için her şeyi bitirmek ya da aşkı bitiremeyince her şeyi bitirmek bir zorunluluk olarak kendini duyurabilir. Ancak us bu gibi uç durumların eşiğinde bilincin bütünü için bir eleştiri düzeneği oluşturarak iyileşmenin kanallarını açmaya yönelebilir. Aşkın sonu bilinç bulanıklığının ya da bilinç bunalımının sonu olur, yeter ki aşk ölmelerle ve öldürmelerle sonuçlanmasın.

Bunalımlı kişilikler aşkı uç noktada felaketlere götürmeye elbet daha eğilimli olurlar. İntihar edenler elbette yalnızca aşıklar değildir. İntiharın binbir nedeni vardır. Ancak aşk intihar eğilimini kolaylaştırır, intihara olan yatkınlıkları kışkırtır, intihar için kendi mantığı içinde köklü bir gerekçeler bütünü oluşturur. Kendini öldürmek aşkta da başka durumlarda da köklü bir öç alma biçimi olabilir. İntiharın bir yüzü toplumsal da olsa, ortak değerlerle ilgili de olsa, bir yüzü düpedüz kişiseldir. İntiharda belirleyici olan elbette her şeyden önce değerler bütünüdür. Ne var ki değerler yalnız toplumsal değil aynı zamanda kişisel dayanaklardır. Aşkta intiharın toplumsal yüzü özellikle onur sorunuyla ilgili olabilir. Aşta deneyimli kişiler ölmek gibi öldürmek gibi uç çözümlere uzak duracaklardır, bu tür çözümler onlara katı ve tutarsız görünecektir: kendini ya da karşısındakini bitirmek yerine aşkı bitirmek daha doğru olacaktır.

Fırtınalı aşk denizinde yorgun düşenler için sığınılacak en güzel liman evliliktir. Evlilik limanına sığınan aşıklar uzun ve yorucu bir seferden dönmüş gibidirler ya da karmaşık bir masaldan çıkıp gelmiş gibidirler, bundan böyle her koşulda dinginliği ararlar, edilgin bir yaşama aday olurlar. Bu limana sığınış çok zaman onlara aşkta en yüce basamağa ulaşmak ya da aşkın verimli meyvesini toplamak gibi görünür. Onlar limanda demirlerken gerçek bir zafer kazanmış gibidirler. Oysa evlilik aşkın mezarıdır. Evlilik sorunlu da olsa iyidir. Bundan böyle az çok dingin bir yaşam sürme olasılığı da vardır, aşkın sallantılarına ve çatışkılarına pek benzemeyen bir takım sallantılar ve çatışkılar yaşama olasılığı da vardır. Evlilik kurumu duygular açısından hiç de verimli bir kurum değildir. Ama ussal düzeyde ortak bir yaşam oluşturmak açısından oldukça elverişlidir. Çünkü o her şeyden önce bir kurum ’dur ve her kurum gibi yaşamsal gereksinimlerin öne çıktığı ve belirleyici olduğu bir kurumdur. Güç ya da kolay koşullarda gereksinimlerin öne geçmesi duygusal yaşamın filizlerini kırar.

Aşkın düşmanı olan alışkanlıklar ve kolaylıklar evlilik kurumunun temel özelliklerindendir. Alışkanlıklar yerleştikçe, her anlamda kolay yoldan sağlamalar geliştikçe aşkın izleri silinmeye başlar. Yabansı aşk, o yırtıcı aşk en sonunda evcilleşmiş, kendine yenik düşmüştür. Dağınık saçlar, gecelikler, pijamalar, yetinmeler, bildiği gibi davranmalar, anneler, babalar, kardeşler, eski dostluklar, düşünmeden söylenmiş sözler duygusallığın altını oymaya başlar. Artık heyecan yoktur, dokunuşlarda da yoktur, yan yana duruşlarda da yoktur. Sessiz ya da gürültülü patırtılı bir isteksizlik, bir bıkkınlık gelir yerleşir. Evlilik denilen şey bu muydu? Bunun için mi biz o düş ülkesinden bu aptallıklar ortamına geldik? Çiftler aşkın sarsıntılarını arar duruma gelirler, ancak iş işten geçmiştir, bundan böyle mutlu yuva oyununu oynamaktan başka yapılacak iş yoktur. Mutlu yuva bir bataktır, bir çocuk üretim merkezidir. Bataktan kurtulmak için girişilen çocukça çabalar boşa çıkacaktır. Değişiklik olsun diye girişilen bir takım davranışlar büyük bir verim sağlamayacaktır: hep aynı şeyleri yapmayalım, örneğin bu akşam dışarıda yiyelim, örneğin sevişirken şöyle değil de şöyle yapalım. Evlilikte elde edilebilecek en iyi kazanım aşkın temiz bir sevgiye, biraz da gözü kapalı bir sevgiye dönüştürülmesi olabilir. Bu olmadığı zaman evlilik bir cehennem olur çıkar. Doğumlar, çocukların yetiştirilmesinde uğranılan çevresel güçlükler, okul harcamaları, bil ilerinin baskın ve yönlendirici tutumları ve buna benzer şeyler iyi bir sevgi ortamı oluşturmaya da engel çıkarır ve evliliğin açmaza girmesinde çokça etkili olur.

Aşkta ilginç olan sondaki sıkıntılı görünümler değil başlangıçtaki şaşırtıcı koşullardır. İki insanın birbirine vurulması ya da en azından bir insanın bir insana vurulması baştan sona giz dolu bir olgudur. Aşkı yaratan gücün uyumun gücü olduğu savı pek de inandırıcı değildir. Benzer bilinç koşullarından aşk doğar diyebilmek hiç de kolay değildir. Aşkta uyumlar kadar hatta onlardan çok uyumsuzlukların belirleyici olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Uyumsuzluk aşkta bir bağlayıcı güç, bir kışkırtıcı etken oluşturabilir. Sık sık kullanılan “yasak aşk” deyimi aşkta en azından toplumsal uyumsuzlukların gücünü ortaya koymaz mı? Bu “yasak aşk” deyimi pek de anlamlı bir deyim değildir, çünkü yasak olmayan aşk yok gibidir. Aşkın önündeki bütün engelleri kaldırın, geriye aşk kalır mı? Toplumun göreneksel değerlerden giderek çok şeye hayır dediği yerde aşk uyarsızlıklarla dolu kocaman bir evet’dir. Yaş, toplumsal sınıf, kişilik yapısı, eğitim düzeyi, bakış ve seziş ayrılıkları aşkı iyiden iyiye kamçılar ya da daha doğrusu kamçılayabilir. Aşık olmak gerçekte bir olmaza evet demektir. Bu yüzden aşk evlilikleri her zaman ve her anlamda sözleşme evlilikleri’nden daha az şanslıdırlar.

Uyumsuzluklar aşkın başlarında heyecanları kışkırtır, onlar başlangıçta heyecanlarla göze alınır: aşka her zaman bir başkaldırı tadı ya da niteliği ekleyen de budur. Ancak insanoğlu yaşamını uyumsuzluklara göre değil uyumlara göre düzenlemek isteyecektir, bu yüzden aşıklar ellerinden geldiğince uyumsuzlukları uyumlara dönüştürmeye çalışırlar. Başlangıçta tam anlamında heyecan kaynağı olan uyumsuzluk gün geçtikçe yıkıcı özellikler göstermeye başlar. Başlangıç için çekici olan şeyin pek de katlanılır olmadığı zamanla çıkar ortaya. Okumuş etmiş bir adam cahil bir kadına tutulduğunda ondaki yoksunlukları ve olumsuzlukları ilginç özellikler gibi algılar. Aptalca söylenilen bir takım sözler aşkın yoğunluğunda hikmet sözleri gibi değerlendirilebilir. Bilgisizlikler, boşluklar, görgüsüzlükler, yetersizlikler, saçmalıklar, tutarsızlıklar o koşullarda en azından aşılabilir özellikler olarak görülürler. Ancak zaman bunun böyle olmadığını pek açık bir biçimde gösterecektir.

İki insanı birbirine yönelten, birbirine tutkun kılan etkenler nelerdir? Bu soru kolay yanıtlanabilir bir soru gibi görünmüyor. Sanatsal yaratmanın koşulları gibi aşkın çekim koşulları da her zaman bir giz olarak kalacaktır. Olumlu nitelikleri ağır basan onca kişi varken bir insanın olumsuz nitelikleri iyiden iyiye belirgin bir kişiye abayı yakması kaba bir bakışla baktığımızda anlaşılır gibi değildir. Evet, yaratma koşullarında ve izleme koşullarında estetik nasıl bir gizler alanıysa görünür görünmez tüm koşullarında aşk da düpedüz bir gizler alanıdır. Dıştan yaklaşımlar ya da dıştan çözümlemeler bir aşkın özelliklerini şu ya da bu biçimde azçok açıklar gibi olsa da elbette tümüyle aydınlatamaz. Zaten de aşklar anlaşılmak için değil yaşanılmak içindir. Geçici ya da kalıcı, her aşk kendi yasalarını koyar, kendi kurallarıyla iş görür: bir aşk bir başka aşkı andırsa da ona tıpatıp uymaz. Aşk nesnel bakışların öznel yönelimlere yenik düştüğü yerdir. Her aşk kendi olarak vardır ve kendi olarak önemlidir. Kendini bilen bir kişi bir aşkı yargılamak ya da anlamak gibi bir işe kalkışmayacaktır. Aşk vardır ve oradadır. Andre Maurois, Un art de vivre (Bir yaşama sanatı) adlı yapıtında şunları söyler:

“İnsani aşkın mucizesi çok basit bir içgüdü üzerine, arzu üzerine en karmaşık ve en tatlı duygulardan bir yapı kurmaktır. Hepimiz gibi kırılgan iki zavallı ölümlü, tüm yaşayanlar gibi doğal olarak bencil, pısırık, kararsız, yırtıcı iki zavallı ölümlü, ortaklaşmaların en içtenlikli ve en tatlı olanında birbirlerine karışırlar. Dünyanın ilgisizliği ya da düşmanlığı, geleceğin tehditleri, sınıfların ya da ulusların kinleri bu iki varlığın gözlerinde bir buğuya, boş bir düşleme dönüşür. Arzunun gücü onlara bencilliğin sınırlarını aşma olanağı verir ve başkalarını oldukları gibi görmekte onlara yardımcı olur. ”

Her aşk bir yumuşak inişte son bulabilse ne iyi. Her aşk evlilik limanının durgun sularında bitebilse. Pekçok aşkın sonu açık deniz kazalarını andırır. Çünkü aşk ilişkisi kırılgan bir ilişkidir. Aşkların üzerine bir kadeh resmi koyup “kırılabilir” diye yazmak gerekir. Ancak, kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın, bilinçlerin uyum arayışı bir süre sonra bilinçlerin üstünlük kavgasına dönüşecektir. Bilincin öbür bilinci kendine benzer kılma çabaları aşkı gerdikçe gerer ve sonunda parçalar, böylece bağlanma isteminin yerini kin ve intikam duygularını içeren olumsuz heyecanlar alır. Bilinç bu kavgada iyiden iyiye aşırıya kaçarak karşısındaki bilinci tümüyle yoksar ya da yadsır. Böylece birbirine bağlanmaya çalışan iki bilinç düşman bilinçler durumuna gelir. Şarkılar bununla ilgili kökten kopuşların acı duygusallığını bize sık sık duyurur. Örneğin Nikogos Ağa’nın çocukluğumuzdan beri kulaklarımızda çınlayan şu şevkefza şarkısı bu acı yadsıyışı pek güzel duyurur:

Geçip de karşıma gözlerin süzme
Boş yere nafile arkamda gezme
Yok sana meylim kendini üzme
Boş yere nafile arkamda gezme

İstemez gönül usandı senden
Feragat eyle gel efendim benden
Budur cevabım sana erkenden
Boş yere nafile kendini üzme

Aşkta iki bilinçten birinin öbüründen daha rahat olduğu görülür.

çok zaman. Sanki bir bağlanan bir bağlanılan var gibidir. Buradaki egemenlik ya da basitçe üste çıkış cinse göre değil de kişilik yapısına göre biçimlenir. Ama hemen her zaman bir alıcıya bir verici karşılık gibidir. Aşkın dengesi biraz da bu dengesizlikte gerçekleşir. Öncelikli olmak bir bakıma her zaman daha rahat olmak demek değildir, bir bakıma da kişiye belli bir rahatlık kazandırır. O bana sıkı sıkıya bağlıysa benim telaşlanmama gerek yoktur. Ne olursa olsun, aşkın depremleri egemen olanı da egemen olunanı da derinden etkiler. Çünkü egemen olanın ya da egemen görünümünde olanın daha az içtenlikli olduğunu söylemek güçtür. Gerçekte sorunlar başkalarının anlayamayacağı kadar küçük ama sorunların yarattığı gerilim çok büyüktür. Aşıkların durumuna bakanlar iyi ki ben aşık değilim duygusu yaşayabilirler. En olgun insan bile aşkta tam tamına bir yırtıcı kesilebilir. Aşkta egemenliğin boyutları büyümeye başladığında aşk su almaya başlamış demektir. Hiçbir gerçek aşk ilişkisi bir yönetenle bir yönetilenden oluşmaz. Aşk bir denge rejimidir. Dengenin bozulması zaman zaman çeşitlilenme adına yarar getirse de kesin bir denge bozukluğu aşkı olduğu yerde dağıtıp parçalar.

Ne olursa olsun aşk herkes için olmasa da pek çok kişi için kaçınılmaz olan bir insanlık durumudur. Aşktan payını almamış insanlara, hele ona aklı sıra yukarıdan bakmaya çalışanlara acımak gerekir. Aşkın dişlerini sökmeye çalışanlara da. Onlar aşka yaraşır olmayan, aşkı eline yüzüne bulaştıracak olan, zaten aşkın ne olduğunu da bilmeyen zavallılardır. Evet, aşk pek çok kişi için kaçınılmaz bir insanlık durumudur: her yaştaki, her toplumsal konumdaki insanı tuzaklar kurup bekler. Ondan uzakta duranlar dünyayı tepeden tırnağa bir yarar ortamı olarak görenlerdir. Onlar bile günün birinde aşkın tuzağına düşebilirler. Aşk gereklidir, daha da insan olabilmek için, sonsuz sevinçlerle sonsuz acıları bir arada yaşayıp bilgeleşebilmek için aşk gereklidir. Aklı başında insanlar selden ya da depremden yıkılan evlerini daha sağlam kurarlar. Yıkım getirmeyen aşk yoktur, yeter ki insanlar aşkın getirdiği yıkımdan yepyeni sevinçler, yepyeni kavrayışlar, yepyeni sezgiler elde edebilsinler.

Aşk deneyi, iç koşulları ne olursa olsun, sonunda bir yücelme ve yüceltme deneyidir. Aşkta insan olanaksızı gerçekleştirmeye çalışırken daha da insanlaşır. İnsan olmak her zaman sınırları zorlamaktır. Aşk insanın sonsuzluğu duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir. Gerçek insan olma düşlerimizi ancak aşkın sıcak ama dikenli kanatları altında gerçekleştirebiliriz. Aşkın olmadığı yerde insan bir takım gerekleri yerine getiren bir makinedir. Aşkın olmadığı yerde ne doğru dürüst sanat, ne doğru dürüst felsefe, ne doğru dürüst bilim gelişebilir. Aşk kültür yaşamının itici gücüdür. Bir düzen ve düzensizlik olarak aşk yaşamı ileriye doğru açmamızda bize sayısız olanaklar sağlar. Gene de onun yararla doğrudan bir ilişkisi yoktur. O da sanat gibi yalnızca sonuçları açısından insanlığın güçlü dönüşümlerine katkıda bulunur. Gene de aşk deyip geçmemek, dikkatli olmak gerekir, aşkın bahçesine selamsız dalmamak gerekir. Ne demiş halkımız: “Denizsiz taka olmaz /Parasız caka olmaz / Kalbi yakıp kül eder /Aşk ile şaka olmaz ”

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz