Ben – Nurullah Ataç (Diyelim-1954)

Bugün de, öyle buyurdu gönlüm, kendimden açacağım, önemimi söyleyeceğim. Ya! önemli bir kişiyim ben. Divan şairlerimiz överler kendilerini, “fahriye” yazarlar överler, kasidelerine, gazellerine birer ikişer beyit sıkıştırıp överler. Ben de bir “fahriye” yazacağım sanmayın. Monsieur Gide bir yerde “Ben bilirdim önemimi, ama böyle çabuk anlaşılacağını ummazdım” gibi bir şey söyler. Benimki o da değil, önemli bir kişiyim önemli olmasına, ancak benim önemim Monsieur Gide’inki gibi değil, başka türlü. O, yaşadığı çağın en büyük yazarı, başlıca yazarıydı, değeri günden güne beliriyor, eserinin özü, derin anlamı yavaş yavaş kavranıyor, gelecek yüzyıllarda daha da büyüyecektir o. Ben ona benzemem, öyle derin bir anlamı yoktur benim yazdıklarımın, gelecek yüzyılların kişileri yeni bir acun görüşü, bir yaşama yolu bulamayacaklardır benim yazılarımda. Ben, ölümümden az sonra, belki de öldüğüm yıl içinde, unutuluveririm. Olur, üç beş arkadaş, gönüldeş aralarında konuşurken anarlar beni, o başka, ama bir yazar olarak anılmam, öğretmenler öğrencilerine benim kitaplarımı okumalarını öğütlemezler.

Benim önemim yaşadığım günlerdedir. Benim önemim, gerçek bir yanı olsa bile, daha çok düşsüldür, sizin anlayacağmız hayalidir. Benim kurduğum bir düş değil, başkalarının kurduğu bir düştür. Okurlar çoğunluğu tanımaz beni, tanımıyacaktır da. Beni yazarlar, şairler tanır, daha da çok genç yazarlar, genç şairler. Büğün Ataç dîye bir masal, bir efsane, bir mythe varsa genç şairler, genç yazarlar kurmuşlardır onu. Hepsi de yılar benden, yılgı salmışımdır onların arasına. Suç bende değil, ben bir şey yapmadım onları yıldırmak için, kendiliklerinden, düşüncesizliklerinden, anlayışsızlıklarından yıldılar. Birtakım köksüz kanılara, yalanlara saplandıkları için yıldılar. Ben onların yazdıklarına, çalışmalarına ilgi gösterdim, edebiyatı, şiiri severim de onun için. Güzel olan şeylerden ben de, elimden geldiğince, neden almayayım payımı? Yaşadığım çağ Türk şairlerinin hepsini değilse de çoğunu okudum, bir şiiri beğenince söyledim beğendiğimi, benden sonra, yahut benimle birlikte daha başka kişiler de anladı o şiirlerin değerini. Ama dışarıdan bakanlar o şairlerin yazdıklarını beğenip de övdüğüm şairlerin, ben beğendiğim, ben övdüğüm için üne erdiklerini sandılar. Alıklar! Gerçekten değeri olmayan bir şiire ben değer katabilir miyim? Kimse katamaz. Abdülhak Hâmid’i bunca kişiler övmüş, biri çıkıp Shakespeare’den de üstün olduğunu söylemiş, dâhi demişler, daha neler dememişler, o karma-karışık, abuk-sabuk, eciş-bücüş esere bir değer katabilmişler mi? Eleştirmeci de, herhangi bir kimse de ancak gerçekten değeri olan bir şiiri, bir eseri sevdirebilir, bütün yapabileceği şey o şiir, o eser üzerine dikkati çekmektir. Orhan Veli iyi bir şairdi, ben övdüğüm için değil, gerçekten bir değeri olduğu için iyi bir şairdi. İlk ben etmişim onun sözünü. Bilmiyorum, benden önce de onun değerini anlayanlar olmuştur. Bir kere Yaşar Nabi var, Orhan Veli’nin şiirlerinin değerini anlamış ki dergisine koydu, ben Varlık’ta okudum o şiirleri, yani Yaşar Nabi’den sonra okudum. Ama alıklar, o söylediğim alıklar Orhan Veli’nin ben sözünü ettiğim için tanındığım, beğenildiğini sandılar. Ne yapsınlar? Öyle alışmışlar. Okuldayken öğretmenleri şu şair, bu yazar için büyüktür demiş, kendileri de o şairin, o yazarın bir satırını bile okumadan inanmışlar büyük olduğuna, yutmuşlar öğretmenlerinin söylediğini, bir şairin, bir yazarın büyüklüğü böyle olur, böyle kurulur diye bellemişler.

Niceleri geldi bana genç şairlerin, daha da gelir. “Benim şiirlerim için de yazı yazsanız…” Okurum getirdikleri şiirleri. Sarmaz beni. Büsbütün değersiz mi? Değil belki. Ama yazılmasa da olurdu, daha da iyi olurdu. Beni sarmayan şiirleri, gereksiz bulduğum şiirleri niçin öveyim? Nasıl öveyim? Övmeyince de küserler. Küsüp gitseler iyi, kurtulurum. Kızarlar bana, köpürürler. Artık ömürleri boyunca çekiştirirler beni. İkide bir “Eleştirmeci yok bu ülkede…” diye yazılar yazarlar. Eleştirmeci olmadığından değil, kendileri bu ülkede eleştirmeci olmadığına inandıklarından değil, eleştirmecilerimiz arasında arkadaşları da vardır, kendilerini övenler de olmuştur. Hayır, onların bizde eleştirmeci olmadığını söylemeleri “Ataç benim yazılarımı beğenmedi, benim şiirlerimi üne erdirecek yazılar yazmadı, Ataç yoktur!” demektir. Doğrudur da dedikleri, demek istedikleri. Onların şiirlerini üne erdirecek, onların şiirlerine kendilerinin koyamadıkları değeri katabilecek bir eleştirmeci, bir Ataç yoktur. Olamaz da. Bana niçin küsüyorlar, kızıyorlar? Kendilerine, yaradılışlarına, kendilerine gerçek bir şairlik vermemiş olan doğaya (tabiata) küssünler, kızsınlar. Bir hikâye vardır: eskiden paşanın biri, bir vali, okulları dolaşıyormuş, öğretmenlerden birini beğenmemiş, çıkışmış, öğretmen de ona “Ne yapalım, paşam? Size paşa ol diyorlar, oluyorsunuz, bize öğretmen ol diyorlar olamıyoruz” demiş. Benim beğenemediğim, övemediğim şairler arasında da yüksek yerlere ulaşmış kimseler var, saylavlar bile bulunuyor aralarında. Ne yapalım? Kolay iş yüksek yerlere ulaşmak, saylav olmak. “Geç” derler, geçiverirsiniz, ol derler otuverirsiniz. Şairlik öyle değil, benim “OL” dememle kimse şair olamaz. Ama onların “Bİzde eleştirmeci yok” demeleri ile de eleştirmecilerimiz yok oluvermez, “Ataç yok” demeleriyle Ataç kalkmaz ortadan.

Yalnız “Bizde eleştirmeci yok” demeleri mi bana sataşmak? Hayır, bana çatmak için, bana öfkelerini söylemek için “Şair yok bu ülkede” dedikleri de oluyor. Geçenlerde biri, benim beğenemediğim, kendisi için benden bir yazı istediği halde koparamayan bir şair kalkmış, “Düdüklü, yalancı dolmalı, daha bilmem neli şiirler yazılan bir çağda şiir olamaz” gibi bir şeyler karalamıştı. İşin iç yüzünü bilenler anlar onun ne dediğini. Yalnız düdüklü, yalancı dolmalı, daha bilmem neli şiirler mi yazılıyor şimdi? Şiirin mehtaplısı, bülbüllüsü, ruhlusu, çeşmelisi, pınarlısı da yazılıyor. Bakmıyor onlara. “Ataç, benim şiirlerimi beğenmeyen, benim için bir övgü yazısı yazmayan Ataç hep o düdüklü, yalancı dolmalı, daha bilmem neli şiirlerden hoşlanıyor, ben de o şiirlere çatarım, onlarla birlikte Ataç’ı da kaldırırım ortadan!” diye düşünüyor. “Dilimiz soysuzlaşıyor, toplanın ey bu dili seven yiğitler! toplanın da Ataç’ı, şu benîm şiirlerimi beğenmeyen, benim için bir övgü yazısı yazmayan Ataç’ı ortadan kaldıralım!” diye bir boru öttürüyor. Acınır. Bilmiyor ne yaptığını da onun için. Hep beni önemli bulduğunu, benden yıldığını söylüyor, bana bir önem uyduruyor, Ataç diye bir yılgı masalı, efsanesi, mythe’i uyduruyor.

Doğrusunu söyleyeyim, kurnaz değildir o, iyi bir çocuktu eskiden, gene de, öyle sanırım, iyi bir adamdır. Kötü bir şair ne kadar iyi bir adam olabilirse o kadar iyi bir adam olduğuna inanabilirim. Kurnaz olmadığı için bir gün geldi, açıkça söyledi istediğini, “Bir yazı yazıverin benim için” dedi. Ötekiler onun gibi değildir, kurnazdır onlar, önce kendileri överler beni, ben de onların beni övdüklerini göreceğim, kendilerini öveceğim. Değil mi ya! Benim değerimi, büyüklüğümü anlıyorlar, demek kendileri de değerli, büyük kişiler. Biri vardır, bir dergi çıkarır, yıllarca benim deyişime öykünerek (taklit ederek) yazılar yazdı. Bomboş yazılar, övdü durdu beni. Dergisinde yarışmalar açtı, yargıcılar kuruluna beni çağırdı. Daha önce, gelen bütün yazılan bana verdi, “Siz seçin de beğendiklerinizi kurula götürelim” dedi. Yani beni beğendiğini, benim yargılarıma inandığını göstermek için elinden geleni yaptı. Sonra bir gün, bir şiir kitabı çıkarıyormuş, “Şuna bir önsöz yazın!” dedi. Yazamıyacağımı söyledim. “Neden ? Şu şairin kitabı için yazdınız ya!” dedi. Gene yazmadım. Bunun üzerine dergisinde neler, neler yazdırttı benim için! Ne akla gelmeyecek saçmalıklar uydurttu! önemli bir kişi etti çıktı beni.

Biri de vardır, ufak tefek bir kişi, beni bir övdü bir yazısında, sormayın! Ben, şair Bay Ahmet Kutsi Tecer’le, şair Bay Arif Nihat Asya ile birmişim, onlar gibi, onlar değerinde bir sanat eri. Okudum okudum yazısını, ne yalan söyleyeyim hiç de koltuklarım kabarmadı. Ama o koltuklarımı kabartmak için yazmıştı. Sonra o da bir dergi çıkardı, alafranga adlı bir dergi, yazı istedi benden. Yazmadım, dergisinin o alafranga adını da, içindeki yazıların çoğunu da beğenmediğimi söyledim. Bir kızdı, bir kızdı, o kadar olur! Dergisinde bir yazı döşendi benim için, hani “dirhemini yiyen köpek kudurur” derler, Öylesine. Ne bilgisizliğimi bıraktı, ne soytarılığımı. Ben ısırganmışım, dalayıveriyormuşum, oysa ki o beni sevdiğinin göğsüne takmak için koparmak istemişmiş… Böyle de şairce sözler, bayağı şairlerin buluşlarından. Kudurmadım yazısını okuyunca, güldüm, daha da gülüyorum. Ama o kudurdu benim gülüşüme, o gün bu gündür, dilimi yerer, deyişimi yerer, ben ne yapsam, benim ne yaptığımı sansa onu yerer.

Dedim, bir önemim var benim, yaşadığım günlerde var, öldüm mü, kendim gibi önemim de unutulacak. Benim kendimde değil önem, ben bilirim büyük bir değerim olmadığını, kendimi de olduğumdan büyük göstermeğe kalkmadım. Onlar, benden övgü umanlar, benim övmediğimi görünce de kızanlar uydurdu benim önemimi. Bir korkuluğun önemi, düşüncesi kıt kuşları korkutur, yıldırır.

Yukarıda önemimin gerçek bir yanı da olduğunu söylemiştim. Şimdilik bırakalım onu, bir sırası gelir, onu da söylerim.

Gelelim önemimin gerçek yanına… “Bırak onu da başkaları söylesin” diyeceksiniz. Doğru, bir kişinin değerini başkaları daha iyi ölçer. Kendisi büyültür gözünde, yapamadıklarını, başaramadıklarını da olmuş bitmiş sanır. Küçülttüğü de olur, ulaşmak istediğine ulaşamamıştır, bunu anlar da büsbütün sarsılır kendine güveni, ortaya koyabil diklerini de görmez olur, boşuna yaşamış sayar kendini. Bilirim bunu, gene de değerimi, önemimin gerçek yanını kendim söylemeye çalışacağım.

Başkalarının söyliyeceğinden, söyliyebileceğinden umudum yok da onun için. Bakıyorum benim için yazılanlara, övenler de oldu beni, yerenler de. Daha da oluyor. Ama övenler de, yerenler de belirtilmesi gereken asıl yerler üzerinde durmuyor, kendileri de görmüyor onları. Yerenleri bırakalım şimdi, övenlerden yakınayım. Bir övme vardır bizde, birer erdem olduğuna inanılmış niteliklerin hepsini övülen kişide görmek. Yazdıklarını okumayacaksınız, yaptıklarını incelemeyeceksiniz, alacaksınız elinize kalemi, “üstad” diye “dâhi” diye döktüreceksiniz. Ya! bana “dâhi” diyenler de oldu, kan tepeme çıktı, ölecektim. Biri de, durup dururken, Sokrates’e benzetti beni. Dediklerine göre çirkin bir adammış Sokrates, eh! o yönden belki benzerim, başkaca bir benzerliğim yoktur. İlkçağ Yunanelinin büyük bilgesi nerde, ben nerde! Böyle benzetmeler eziverir kişiyi, küçüklüğünü daha da belirtir. Şimdiye dek ancak iki kişinin benim için yazdıkları gönendirdi beni, Bay Zeki Kuruca’nın yazısıyla Bay Yıldırım Keskin’in yazısı. Onlar övmedi beni, savundu, yazılarında bir araştırma, konuyu kavrayıp yargılama dileği görülüyordu. Bay Zeki Kuruca’nın iyice şiirleri de vardı, epeyce oluyor, bir iki yerde görüştüm kendisiyle. Şimdi nerededir? ne yapar? bilmiyorum. Dergilerde adını gördüğüm de olmuyor. Bay Yıldırım Keskin’le hiç karşılaşmadım. Tanıyanlardan sordum, şimdi yabancı bir ülkedeymiş, okuyormuş orada. Dönüşünde iyi bir yazar, anlayışlı bir eleştirmeci olacağını umuyorum. Beni de belki büsbütün beğenmez olur, olsun, duygularıyla değil, düşüncesiyle yargılıyacağına inanıyorum.

Bunca yıldır yazıyorum, ne yaptım ben? Yanılmıyorsam 1921 deydi, Dergâh’ta yazmaya başladım. Ahmet Haşim’in Göl Saatleri yeni çıkmıştı, ilk yazım onun üzerinedir. Sonra tiyatro eleşirmesine geçtim. Benim yazı yazmaya başladığım yıllarda bir Avrupa hayranlığı vardı bu ülkede. Avrupa hayranlığım kötüleyecek değilim. Gözlerimizi Avrupa’dan ayırmamalıyız, çoktur, sayılmayacak kadar çoktur bizim Avrupa’dan almamız gereken şeyler. Geleneklerimize sımsıkı bağlı kalmamızı, Avrupalı yazarların kitaplarını kapatıp da kendi edebiyatımızla yetinmemizi öğütleyenler oluyor, onlardan değilim ben, eritmeliyiz kendimizi Avrupa uygarlığı içinde, kurtuluş ondadır. Geçenlerde eleştirmecilerimizden Bay Mehmet Kaplan Akif’i müslüman olduğu için sevmediğimi söylüyordu. Hayır. “Tevbe, ya Rabbi! hatâ rafıma gittiklerime, – Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime” diyen şairi severim, Süleyman Çelebi’yi severim, iyi şairdir onlar, bayağı değildir. “Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” diyen şair ise şüphesiz bayağıdır. Mahalle kahvesi düşünürü. Hani “Tesettür kalktı, bet bereket kalktı” diye konuşanlar vardır mahalle kahvelerinde, işte onların şairi, onların düşünürüdür Mehmet Akif. Yalnız Batı uygarlığını değil, Doğu uygarlığını da sevmez, ince yanını sevmez o uygarlığın. Şirazlı Hafız’a da, Nedim’e de söver, şiire düşmandır. Avrupa’ya yönelmemizi, Avrupa uygarlığını benimsememizi istemeyenler hep o Mehmet Akif’e tutunurlar. Ben Mehmet Akif’çi değilim. Ama benim yazı yazmağa başladığım yıllardaki Avrupa hayranlığı körü-körüne bir hayranlıktı.

Fransızlann büyük edebiyatının sözü ile geçmezdi. Tiyatrolarımız Paul Hervieu, Kistaemakers, Robert de Flers ile Caillavet, Bataille, Bernstein gibi adamların eserlerini oynardı, onlardan daha aşağılarının eserlerini de çevirirler, Fransız edebiyatı diye sunarlardı.

O sırada bir ben miydim o eserlerin değersiz, bayağı şeyler olduğunu bilen, anlayan? Elbette bir ben değildim. Hikayecilerimiz kendilerine örnek diye fransızca Le Journal’in, Le Petit Parisien’in, daha bilmem hangi gündelik gazetenin hikayecilerini seçerlerdi. Bir ben miydim bunun gerçek Fransız edebiyatı olmadığını bilen, Fransız edebiyatının yüz karası olduğunu anlayan? Hayır. Benim yazı yazmaya başladığım yıllar, Bay Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Bay Yahya Kemal Beyatlı’nın genç oldukları yıllardı, benim söylediklerimi onlar benden daha iyi bilir, benden daha iyi anlarlardı. Ne var ki kendi eserlerini yazmaya çalışırlar da o kötü edebiyatla, Fransızlann kötü edebiyatı ile savaşmazlardı. Brieux’nün bilmem hangi eserinin saçma bir şey olduğunu yazdığım gün şaştılar çevremdekiler. Nasıl? Academie Française üyelerinden Monsieur Brieux’ye dil uzatılır mıymış ? O günün gazetecilerinden biri “Biz öyle kimselerin terine dahi saygı göstermeliyiz” gibilerden bir şeyler yazdı. Çekinmeden ben bildiğimi söylemekten. Bunu kendimi göstermek için yaptığımı sandılar, Delphoi tapınağını yakan. Zemzem kuyusuna işeyen adam gibi…

Bugün de, ünlü yazarlardan birini beğenmediniz mi, gene öyle söyleyenler çıkar.

Türk tiyatrolarının o bayağı yazarları bırakıp da daha iyilerine, daha yükseklerine geçmesini ben sağladım demiyorum. Olacaktı o iş. Dedim, o eserleri beğenmiyen, bayalığını bilen daha nice kimseler vardı, elbette etkilerini göstereceklerdi. Ama benim de o işte, küçük de olsa, bir payım vardır.

Arkadaşlık, dostluk güzel, büyük bir duygudur. Ulu yazarlar arasında o duygunun aşktan da üstün olduğunu söyleyenler vardır. Doğrudur. Arkadaşlık, dostluk duygusunu yermeye kalkacak değilim. Ama şunu sorayım size: edebiyatta, sanatta, düşünce işlerinde arkadaşlık, dostluk duygusundan daha tiksinç ne vardır? Şu adamın yazdıklarını beğenmeyeceksiniz, onları okurken güleceksiniz içinizden, sonra da kalkıp o adam arkadaşınızdır diye o yazıları öveceksiniz. Sorarım, bu yalan kadar kötü ne vardır?… Bizim gençliğimizde adı daha anılan bir Fransız resim eleştirmecisi vardı: Jean Dolent. Şimdi büsbütün unutuldu. O Jean Dolent için “Hep arkadaşlarım, dostlarını övüyor” demişler, “Ben bütün iyi ressamlarla dost olurum, kötüleriyle de konuşmam” demiş. Fransa’da belki olabilir bu, bizde olamaz. Yalnız iyi şairler, değerli yazarlarla konuşacağım dediniz mi, üç beş, en çok yedi sekiz kişiyle yetineceksiniz. İyisi mi, dostlukla edebiyatı ayırırsınız biribirinden. Ben ayırdım. Belki duygularım güçlü olmadığındandır, yargılarıma dostluğumu karıştırmadım. Ancak büsbütün sevmediğim kimselerin şiirlerini, yazılarını sevmediğimi söyliyemiyorum, belki o yargıda duygumun da bir payı var diye.

Bu yolda, dostluk, arkadaşlık tanımamak yolunda bana uyanlar pek olmadı. Çevreme, edebiyat acununa bakıyorum, arkadaş birlikleri günden güne genişliyor. Gerçek arkadaşlığın ne olduğunu bilmedikleri için. Edebiyatı, sanatı kendilerine dert edinmedikleri için. Edebiyatı, sanatı kendime dert edinmiş bir adamım. Gece gündüz edebiyat düşünürüm, şiir düşünürüm. Sevdiğim bir şiiri tanıdıklarıma okumadığım, yahut bir edebiyat sorusu üzerine tartışmaya girişmediğim günler, yaşadım saymam kendimi. “Bugün Türkelinde en tam edebiyat adamı kimdir?” diye sorarlarsa, beni gösterebilirsiniz, övünmek için söylemiyorum bunu, yazdıklarım iyidir, kötüdür, o başka, iyiyse de, kötüyse de inanarak yazarım, övmem de, yermem de bir çıkar kaygısıyla, dostluk, arkadaşlık düşüncesiyle değildir. Benim için “Herkesin ak dediğine kara demeyi sever” derler, beni hiç anlamayanlardır bunu söyleyenler, hiçbir şeye ak olduğunu bilerek kara demedim. Belki yanılıyorum da kara görüyorum, ama kara gördüğüm için kara diyorum, kendime de, başkalarına da yalan söylemiyorum.

Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, dil devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu!… Erken olsun, geç olsun, giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar çok oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem de bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için. Alıklar benim şu, bu buyurdu diye, şuna, buna yaranmak için öz-türkçeye özendiğimi sanırlar. Oysa ki ben, öz-türkçe için nice kazançlarımı teptim, rahatımı kaçırdım. Üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz-türkçeye özenişim de duygularımın etkisil ile değildir. Lâtince, yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (akil, akla uygun) yolun öz-dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu tuttum. Düşünmeyenler “Beynelmilel kelimeler” deyip dursunlar, “Kamunun bildiği, türkçeleşmiş kelimeler” deyip dursunlar, bu sözler ancak düşünmediklerini, düşünemediklerini, kendilerinde dil duygusu, dil anlayışı olmadığını gösterir. Birçok kimselerin bana uyması, benim dil işine gerçekten inandığımı, inandığım için de sarıldığımı anlamış olmalarındandır. Ben bildiğim gibi onlar da bilir benim öyle üstün bir sanat adamı olmadığımı, benim güçsüzlüğümü onlar da görür, bana benzemeye çalışmazlar, tuttuğum yolda giderler, işte o kadar. İçlerinde beni geçenler oluyor, bilseniz ne kadar seviniyorum.

Benim önemimin gerçek yanı… Kısaca söyleyeyim onun ne olduğunu: doğruluğum. Edebiyatta, dil işinde yalandan kaçınıp düşündüğümü bezeksiz, donaksız, olduğu gibi söyleyişim. Büyük bir şey değil ya, pek de küçümsemeyin.

Nurullah Ataç
Diyelim-1954

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz