Barış İçinde Bir Arada – Rıfat Ilgaz

rifat-ilgazKara gömlekli İtalyanlardan telif ücreti bile ödemeden aldığımız bir kanunun herhangi bir maddesine uydurularak işten çıkarıldığım gün, parmağımı dayadım şakağıma: “Çocuk okutmaktan başka ne iş yapabilirsin sen?” diye başladım düşünmeye. İlk iş olarak aklıma avukat yazıhanelerini beklemek geldi. Çok arkadaşlarım vardı avukatlardan.

“Avukat bey mahkemede!”
“Avukat bey hacze gitti!”
“Avukat bey tam saat on ikide gelecek!”

“İşiniz çok mu acele! Bekleyin telefon edeyim!” Gelenlerin her birine cevap yetiştirmek, yer gösterip çay söylemek, benim için yapılması zor bir iş değildi.

“Şu halde” dedim, “bir avukat yazıhanesini idare edebilirim.” Başvurdum bir arkadaşa. Uzun uzun düşündükten sonra:

“Ben kanun adamıyım!” dedi. “Geçimim bu yüzden… Ekmek yediğim şu Ceza Kanunu seni tutmuş işinden atmış. Alamam seni, kusura bakma kardeşim!”

Şu halde kanunsuz iş gören, kanundışı işlerde çalışanların yanlarına girebilirdim. Sıradan, bakkalı, kasabı, manavı, manifaturacıyı, ithalatçıyı, ihracatçıyı dolaştım:

“Defterinizi tutayım!” dedim. “Hesabınızı çıkarayım!”

Kimse başını çevirip yüzüme bile bakmadı.

Okuryazarlığımın yüzü suyu hürmetine, bir depoya girebildim en sonunda. Haliç taraflarında bir depoydu bu… Sağlam temeller üzerine kurulmuş, yangına bile boş veren, kale gibi bir binaydı bu çalıştığım yer. Hala üçüncü, dördüncü katlarında ustalar çalışıyordu.

Bir sabah bir şilep yanaştı kıyıya. İki yük işçisinin zor taşıdığı demirleri boşalttı. İşçiler katlanmış çuvalları omuzlarına yerleştirerek, biri önde, biri arkada uygun adımlarla demirleri günlerce taşıdılar bizim depoya… Ben her sefer ellerine birer fiş veriyor, akşam oldu mu da bu fişleri sayarak kimin ne kadar taşıdığını hesaplıyordum. Kalın bir ambar defterim de vardı. Ne girerse depoya yazıyor, kuş uçurtmuyordum.

Aradan bir hafta geçince, bu sefer kamyonlar buğday çuvalları çekmeye başladılar. Yeni bir sayfa açtım, başladım kilolarını, tonlarını deftere geçirmeye.

Birinci kat demirle dolmuş, ikinci kat buğday çuvalları ile tıklım tıklım olmuştu.

Bu çuvallarla birlikte bizim depoya yepyeni bir canlılık da gelmişti. Bütün Haliç’in fareleri kokuyu almışlar, depoya yerleşmişlerdi. Kendi paramla eczanelerden fare zehirleri aldım. Çuvalların aralarına, pastırmalara bulayarak yerleştirdim. Gözümün önünde afiyetle yiyorlar, daha var mı gibilerden yüzüme bakıyorlardı.

“Hele durun siz!” dedim. “Bu iş kedisiz olmayacak!”

Mahalleden en azılı kedileri seçtim, getirdim… Bu pastırmaları farelere yedireceğime kedilere veriyordum. Ama bu yeni konuklar bizim deponun farelerini görünce, kuyruklarını altlarına alıp çuvalların arasına gizleniverdiler!

“Mahalle kedisi az gelir bunlara!” dediler. “Balıkpazarı’ndan bulacaksın!”

Bir kuyrukları vardı ki farelerin, kırbaç sanki! Yalnız bu kamçı kuyruklar yeterdi kedileri kaçırmaya!

O zaman Balıkpazarı daha yıkılmamıştı. Pastırma kangallarının arasından, bir arkadaşın aracılığıyla, öylesine bir kedi bulmuştum ki… Toraman’dı adı. Salıverdim üzerlerine Toraman’ı… Bir savaştır başladı. Daha ilk günden bizim Toraman bir gözünü kaybetti. Ama ne olursa olsun, toplamı on ikiye varan kedi çetesi, bir kolbaşı bulmuştu. Bir cesaret geldi üzerlerine… Ama yine de çok geçmeden birer ikişer gözlerini kaybederek emekliye ayrılmak zorunda kaldılar.

O günlerde depoyu teftişe gelen heyetin başı bu kedileri görünce:

“Nasıl olur!” diye küplere bindi. “Yanlarından fareler geçiyor da kedilerin kılları bile kıpırdamıyor. Bir anlaşma mı var aralarında! ”

“Hayır, beyefendi!” dedim. “Her şeye rağmen görevlerini yapacaklar, ama… görmüyorlar!”

“Ne demek görmüyorlar?”

“Fareler bu hale getirdiler onları! ”

İri bir fare, belki de büyükbabası Bizans devrini görmüş, adamcağızın ayakları arasından geçince, ister istemez kabul etti bu acıklı durumu:

“Atın bu kedileri!” dedi. “Yerlerine yenilerini bulun!”

“Bulalım, ama bunların sigortaları?”

“Ne sigortası!” dedi.

“Görevleri başında gözlerini kaybettikleri için…”

Adam ters ters yüzüme baktı.

“Efendim!” dedim. “Zaten biz atsak bile onlar kapıdan ayrılmazlar ki…”

Yürüdü gitti.

Deponun üçüncü katı da bitmişti. Bu kat, pastırma, sucuk, yağ, deri gibi, farelerin işine daha çok gelen maddelere ayrılmıştı. Buğday çuvallarını ikinci katta bırakan fareler, hemen ilk günde bir kat daha yükseliverdiler. Kediler aşağı katta kalmışlardı. Nasıl olsa işkembeleri ayaklarına geliyordu.

Yepyeni bir örgüt gerekirdi üçüncü kata. Depo müdürünü yola getirerek, kediler için büyük ödenekler çıkarttırdım. Fransızların ücretli askerleri gibi, para ile kedi devşirmiş, sıkı bir kedi lejyonu kurmuştum. Deponun alt katlarında fare yavruları üzerinde stajdan sonra, bir gün hepsini birden çıkardım üçüncü kata… Öylesine bir savaş başladı ki kan gövdeyi götürüyordu! Beş altı tane fare cesedini denklerin arasından çıkarıp attım denize. Kedilerden sadece beş ağır yaralı vardı, o kadar!

Savaştan sonra kedilere bir durgunluk gelmişti. Ortalarda fare görünmüyordu, ama miskinleşivermişlerdi kediler, habire uyuyorlardı!

Korkmuşlar mıydı? Şurada burada tek tük gerilla savaşları oluyor, kısa bir patırtıdan sonra fare kaçıyor, kedi de peşinden üç beş adım kovalıyordu, o kadar. Sonra kıvrılıp bir dengin üzerinde uyuyordu. Hatta getirdiğim işkembelere, ciğerlere bile dönüp bakmıyorlardı. Ne olmuştu küçük kaplanlarıma?

Aradan bir ay kadar geçince, fareler gizlendikleri deliklerden birer ikişer çıktılar, ortalarda dolaşmaya başladılar. Bizim küçük kaplanlar onları adeta dost bakışlarla süzüyor, yavrusu ile oynayan bir mahalle köpeği gibi, başlıyordu şakalaşmaya…

Pastırma toptancılarından birinin ihbarı beni kendime getirir gibi olmuştu. Depodan tam iki yüz kilo pastırmasının çalındığını iddia ediyordu. Tecrübeli müdürüm:

“Aç gözünü!” dedi. “Pastırmaları sıçanlar yiyor!” Ben gözümü öylesine açmıştım ki iki gün içinde pastırmaları, sucukları, yağları, hatta derileri sıçanlar kadar kedilerin de yediğini meydana çıkarıvermiştim! Ne yapmalıydım şimdi? Kedileri atsam, farelerle işbirliği etmiş duruma düşecektim. En doğrusu fareleri atmaktı, ama o güç de bende yoktu!

Müdür bey, teftiş heyetinin geleceğini bildirdi bir sabah. Depoları sildirttim, süpürttüm. Denkleri, çuvalları, peynir tenekelerini, yağ tenekelerini ip tutmaca hizaladım. Fareleri sopa ile kovaladım. Kedileri atamazdım. Ödenekle alındığı için demirbaşa kayıtlı idiler. Tüylerini taradım, çapaklarını sildim.

Heyet, soluk soluğa merdivenleri çıkıp da deponun düzgünlüğünü, temizliğini görünce rahat bir nefes aldı.

“Güzel, güzel! Eline sağlık!” dedi başmüfettiş. “Getir bakalım şu ambar defterini!”

Sonra ilk sorusunu dayadı:

“Kaç ton pastırma var depoda!”

Baktı deftere, gene kendi verdi cevabını:

“Tam sekiz ton!” dedi. “Çağır yük işçilerini de tartalım!”

Baskülü çektik deponun ortasına. Yük işçileri indirdi, ben tarttım. Başmüfettiş de gözlüğünü takmış, ensemde gram sektirmiyordu. Tartı bitince bir toplamını çıkardı:

“Altı ton, dört yüz kilogram!”

Yüzüme kuşkulu kuşkulu bakmaya başlamıştı: “Nerde bu bin altı yüz kilo pastırma?”

Gözlüğünün içinde fıldır fıldır dönüyordu gözbebekleri. Yüzümden ceketime, ceketimin ceplerine kaydı bakışları. Dolgun bir cüzdan aradı. Bulamayınca ayaklarıma, ayakkabılarıma kaydı. Altları pençeli, üstleri yamalı pabuçlarımı görünce yüzü buruştu. Ayağımın dibinde kıvrılıp yatan kedilere gözü ilişti. Sonra denklerin üstünde yalanan fareleri gördü.

“Olmaz böyle!” diye bağırdı.

“Anlayamadım efendim!” dedim.

“Nihayet şu depoda farelerle kedileri barıştırıp uzlaştırdın ha!”

“Ben mi! Ben… ben yapmadım, ben…”

“Kedileri savaşmaz hale getiren sen değil misin?” “Hayır! Ben değilim!”

“Farelerle kedileri kardeş yapan?”

“Eğer pastırmalar, sucuklar gelmeseydi depoya…” “Hadeeee! Bütün düzeni bozan sensin! Sen, 142’nci madde kaçkını!”

“Aynı ortamda ve aynı koşullar içinde yaşayan…” diye iri kıyım laflar edecektim ki başmüfettiş merdivenleri gösterdi:

“Zaten gözüm seni geçen sefer de tutmamıştı… Seni burada çalıştırdığımıza çok hata etmişiz! Buyur!”

Ben kös kös inerken, besili farelerle kediler şakalaşıyorlardı merdiven başında!

Rıfat Ilgaz
Barış İçinde Bir Arada

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz