Aziz Nesin’in Aziz Nesin’den Seçtikleri: Altı Bekçi Atlıkarıncada

Alaturka prelüd
Yaaaaar yaaar… yelleliii yeleliiii yellelliiiii… lel lel lel liiiii…
Geri kalmış ülkede prolog
Benim memleketimde ancak zenginler çocukluklannı yaşayabilirler.
Benim memleketimde ancak zenginler, gençliklerini yaşayabilirler.
Benim memleketimde ancak zenginler, yaşlılıklarını yaşayabilirler.
Benim memleketimde… Yellelli yeleliiiii… Yellelli yaaaar yaaa-aa…
Monolog
Yaşayamadığım çocukluğumun özlemi hâlâ içimde kıpırdaşır.
Çocukluğumu hiç yaşayamadım. Hiçbir oyuncağım olmadı, ne oyuncak tirenlerim, otomobillerim, ne leğendeki suda işleyen oyuncak vapurlar…
Mile oynayamadım, bitek zıpzıpım olmadı.. Hiç uçurtma uçurtmadım. Hiç çember çevirmedim. Hiç salonum olmadı.
Annemle bir zengin evine bayram ziyaretine gitmiştik. Zengin çocuğunun bidolu, bidolu, biçok, biçok oyuncakları vardı. Raylar üstünde giden tirenine tirenine tirenine tireni tiren tir… dokunmak istedim. Elimi uzattım, Annem fısıldayarak payladı:
-Şışşt, bozarsın!
Çektim elimi…
Koro
Çocukken içimden hep derdim ki:
Büyüyünce zengin olacağım, çok, çok zengin… Zengin olunca da oyuncaklar, oyuncaklar alacağım kendime, bidolu, bidolu… biçok, biçok…. üüüüü, dünya kadar. Öyle çok oyuncaklarım olacak kiii, oyuncaklarlarlarlar…
Kocaman adamların oyuncaklarla oynamasını ayıplarlar. Onun için ben oyuncaklarımı bir odaya dolduracağım. Çalışmadığım, işe gitmediğim günler, geceleri oyuncak odama girip kapıyı arkadan kilitleyeceğim; oyuncaklarımla oynarken kimse görmesin de alay etmesin benimle… Tirenlerim olacak bidolu, kuracağım: Düüü-ütt!… Çih, çuf, çih, çuff, çihh çufff!..
Milelerim, cicozlarım, cinalilerim, gazozlarım… Renkli balonlarım, düdüklü balonlarım…
Kağıt fenerlerim, fırıldaklarım…
Benim memleketimde Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu 23 Nisan Çocuk Bayramı’dır.
Birinci olay
Çocuk Bayramı günü evde oturmaktan canım sıkıldı. Akşama doğru çıktım evden. İskele Caddesi üstünde bir evde oturan doktor arkadaşıma gittim. O da sıkılmış evde oturmaktan.
Geniş camlı pencereden sokağı seyrediyorduk. Aşağıdan arabalar geçiyordu. Birden arabalar arasında bir mavi balon çıktı ortaya; balon zıplaya zıplaya karşı yaya kaldırımına doğru gidiyordu. Yaya kaldırımı tenhaydı. Uzaktan bir kundura boyacısı geliyordu: Otuzbeş, kırk yaşlarında bir adam, sarkık bıyıklı, yalınayak, uzun saçları dağınık, yırtık pırtık gömlek giymiş… Boyacıyla balon arasında aşağı yukarı kırk adım var. Ağır ağır yürürken, yerde yuvarlanan balonu görünce, hemen sırtında asılı boya sandığını çıkardı, yere koydu, sonra koşarak balona gitti. Balonu aldı yerden, baktı. Sonra yaya kaldırımında balonla oynamaya başladı. Ama balonla ayaktopu oynuyordu. Balona ayağıyla vuruyor… Duvara çarpan balon geri geliyor. Havalandırıyor balonu, sonra zıplayıp kafa atıyor balona… Bir şut daha… bir kafa… çalım atıyor. Balon patlayıp söndü. Patlak balonu aldı, boya sandığının yanına gitti. Sandığı omuzladı. Balonun patlak parçalarını ağzında şişirmeye çalışarak yavaş yavaş geçip gitti önümüzden…
Doktor gülüyordu, ama nasıl, boğulacak gibi gülüyor… Gözlerinden yaşlar geliyor
gülmekten.
– Ne gülüyorsun? diye soruyorum.
Cevap veremiyor gülmekten… Boğulacak, bayılacak diye korktum.
Koskocaman, bıyıklı adamın balonla oynamasına ben de gülmüştüm ama, onun kadar değil… Onun gülmesine bakıp ben de kendimi tutamadım; ikimiz karşılıklı gülüşüyoruz:
Hannah.. Hah… Hih… hah hih… hah hah… hihi… hoho!…
İkinci olay
Doktor anlatıyor:
Bursa’da, hastanede doktordum. Nöbetçi olduğum bir geceydi. Çok geç yatmıştım. Daha gün yeni ışırken kaldırdılar.
• Ne var?
• Altı hasta getirdiler Doktor Bey…
Giyinip gittim koğuşa. Bekçi elbiseli altı kişi, hiç arasız öğürüp duruyor. Uzun zamandır öğürüyor olmalılar ki, dermanları kalmamış, altısı da bitik…
– Neyiniz var? diyorum.
Öğürmekten cevap veremiyorlar. İlkin zehirlenmiş olmaları aklıma geldi. Kalaysız, bakır kapta yemek yedilerse zehirlenmişlerdir. Ama zehirlenmeye de pek benzemiyor, zehirlenme belirtisi yok… Bir öğürmedir gidiyor, kusmuyorlar…
Teskin edici iğne vurdum, altısı da kendinden geçti, uyuyakaldı.
Bekçilere ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bir cankurtaran arabasıyla sabaha karşı polisler hastaneye getirip bırakmışlar.
Deliksiz onbeş saat uyuduktan sonra içlerinden biri uyandı, öbürleri daha geç uyandılar.
Bekçilerden biri anlatıyor
Lunapark var ya… Hani Vali konağının tam karşısında… Ben işte o Lunapark’in olduğu yerlerin bekçisiyim… Üç yıl oldu bekçiliğe gireli.
Yaz geceleri Lunapark gece yarılarından sonraya kadar çalışır, sonra içerde kendi adamları vardır, yani çalışanlar, onlar kendi mallarını beklerler. Yani yazın benim işim daha kolaydır.
Ama kışın öyle değil… Kışın zor. Çünkü kışın işlemez Lunapark. İçerde de bir sürü salıncak var, oyuncak var, atlıkarınca var, kayıksalınca-ğı var, dönmedolap var, pavyon var. Herbişey var… Bunlar hep size teslim, öyle ya… Çoluk çocuk takımı, serseri takımı, ipsiz sapsız takımı, bıraksak dolar Lunapark’a salıncaklara binerler, atlıkarıncaya binerler, herşeyi bozarlar. Bozmalarını da bırak, küçük çocuklar doluyor içeri, biri düşer allah korusun, bir kaza olur, ondan sonra hesap ver, al başına belayı… Yani kışın benim işim daha zor… üstelik bölgem, Vali konağının ta karşısı… Karakol da Lunapark’in hemen yanında. O yüzden öteki bekçi arkadaşlar gibi kay-taramam da…
Yazın işim kolay olduktan başka keyifli ve de eğlencelidir. Çünkü Bey’im, lambalar ışıl ışıl yanar, dönmedolaplar döner, herkes salıncaklara biner, oynar güler… Kadını kızı var, çocuğu büyüğü var, iyidir yazın… Bizim memlekette böyle eğlence ney yok… Benim en çok o atlıkarınca hoşuma gider… Nasıl da döner fırfır… Pek keyifli canım. İçimden, şuna bir binsem derim… Hey Allah binsem ya, nasıl binsem?… Biz buranın bekçisiyiz… üstümüzde resmi devlet elbisesi… Hem de ayıp canım bu yaştan sonra… Gelir dinelirim atlıkarıncanın dibine, bakar dururum… Şuna bir binsem? Yalnız başıma kalsam bineceğim de… ama öteki bekçiler de dolar Lunapark’a geceleri… “Yahu”, derim, “sizin burda işiniz ne? Gitseniz ya kendi mahallenize…” Giderler, aradan yarım saat geçmez, döner gelirler Lunapark’a. Bu bizim Aptullah var ya, hastaneye benimle gelenlerden, taa yukarı mahallenin bekçisidir, bir gece dedi ki: “Yahu” dedi, “şu fırfır dönen cenabete bir de biz binsek…” dedi.
Ben onların hepsinin dönmedolap için Lunapark’a geldiklerini zaten biliyorum. Yoksa kış gecesi fırın külhanında uyuklamak varken, Lunapark’ta işleri ne?
Bu Lunapark benden sorulur. Aptullah’a, “Ulan bıyıklarından utan, sen çocuk musun da atlıkarıncaya bineceksin?” dedim. Hemen ordan Ahmet, o da bizimle hastaneye yatanlardan, “Canım binsek ne olur ki…” dedi. Ötekiler de, “Bir binelim canım…” diye tutturdular. Allah’ın bildiğini kuldan ne saklamak, ben onlardan çok istiyorum atlıkarıncaya binmeyi ama, hem utanıyorum, hem de buranın bekçisi olarak, bana “Olmaz” demek düşer…
İkinci bekçi anlatıyor
Doktor Bey, biz sonunda Lunapark bekçisi Arifi kandırdık. “Hadi binelim… Yalnız polisler görürse yandık,” dedi. Ben de, “Bineriz, bindikten sonra fırt fırt düdük öttürürüz ki, polisler nöbette olduğumuzu bilsin,” dedim. Arif razı geldi ama, bekçiler atlıkarıncaya binmiş, diye duyulur korkusundan, “Arkadaşlar, bikez bineJim, ama bir daha yok…”
dedi. Ben hem binmek istiyorum, hem de korkuyorum. Çünkü dönmeye başladı mı, gayet yüksek havalanıyor. Biz atlıkarıncaya bindik. Binmesine bindik ya, yürütemiyoruz. Yahu bu meret nasıl gidecek? Yusuf var, bir arkadaş, o kadah uyanmadı, “Elle iteleyelim,” dedi. Arif, esas Lunapark bekçisi olduğundan, o yazın atlıkarınca işlerken görmüş, onun için, “Bu elektrikle işler, bir düğmesi olacak ya, nerde bulamam gece karanlığında… Ben yarın gündüz gözüyle düğme yerini bulurum. Yarın gece bineriz.” dedi.
Bir başka bekçi anlatıyor
O gece de Emniyet Müdürü’nün teftişe çıkacağını ben biliyorum. Ama Müdür Bey sabaha karşı teftişe çıkacak… Bazı bekçiler simitçi fınnında uyuyorlar diye şikayetler olmuş da, Müdür Bey bekçileri kollayacak…
Biz, atlıkarıncaya binip, ondan sonra yerlerimize gideceğiz…
Müdür Bey’in gelmesine daha çok var; teftişe yetişiriz. Arif, “Ben bunun düğmesini öğrendim. Düğmeye basıp, dönmeye başlar başlamaz koşup atlayacağım,” dedi. ilkin biz bindik. Arif düğmeye basmasıyla dönmeye başladık. Arif de koştu, demir kutulardan birine atlayacak ama, dönerken atlayamadı, benim bindiğim kutuya tutundu. Elinden yakalayıp çekmesem, demire çarpıp yuvarlanacak… Çektim aldım içeri bunu…
Başladık dönmeye… Bir de keyifli ki hiç sorma… Döndükçe dönüyor ve de hızlanıyor ve de hızlandıkça biz havaya yükseliyoruz…
Atlıkarıncayı bildin mi? ortada bir demir direk, direğe uzun zincirle bağlı demirden tekneler. Dönmeye başladı mı, zincirler havalanıyor ve tekneler yükseliyor… Biz teknelerde yükseldik, yükseldikçe hızlı dönüyor, hızlı döndükçe yükseliyor…
Bizim arkadaşlar gülmeye başladı kıkır kıkır… Yahu Vali’nin e-vi karşıda, karakol yanıbaşımızda, duyulacak… Velakin öyle bir iş ki, gülmemek mümkün değil, hep gülüyoruz…
Gülüyoruz, fırfır dönüyoruz ve hızlana hızlana yükseliyoruz. Bi zaman böylecene havada döndük…
Başka bir bekçi anlatıyor
Derken Bey… Öyle hızlandık ki biz, tekneden fırlayıp uçacağız nerdeyse… Ben korkudan gülmeyi unutup, tekneye sıkıca yapıştım, başka çare yok. Ve birden aklım başıma gelip, “Ulan Arif, şunun hızını kes, uçacağız oğlum havaya…” dedim. Arif, “Nasıl hızı kesilir, ne bileyim ben?” demez mi? Tuu, hay Allah belanı versin… Ulan altı bekçi havada altı şahin olmuş uçuyoruz. “Ulan Arif, öyleyse durdur şunu da inelim…” diye bağırdım. Arif, “Yahu, bu nasıl durdurulur?” diye bağırmaz mı? Ocağın batsın Arif, ulan havada kaldık, ne olacak şimdi? Arkadaşlar, “Durdur…” diye bağırıyor. Arif, “Ben işletmesini öğrendim, durdurmasını öğrenmedim,” diyor. Bey, bizim halimize bak, havada kaldık ve de uçar gibi vaziyette…
“Ulan Arif, bunun düğmesi aşağıda kaldı oğlum, bunu durdurmanın mümkünü yok…” Benim başım dönmeye ve de gözlerim kararmaya başladı. Benim arkamdan uçan demir kutuda Aptullah var. Aptullah “Arkadaşlar, bunun makinesi elektrikle işler,” dedi. Ulan elbet elektrikle işler, bunun canımızı kurtarmaya faydası ne? Demek herif dönerek uçmaktan aklını şaşırmış… “N’olacak elektrikle işlerse?” dedim. “Yani” dedi, “bir tek kurtuluşumuz var, hepimiz dua edelim ki şehrin umumi elektriği kesilsin, bu cenabet de dursun. Yoksa biz kıyamete dek havada dönüp duracağız…” demeye kalmadı, önümden bişey aşağı düşüyor…
Aman nedir? Öndeki kusuyormuş… Benim de dönmekten midem bulanıyor, içim kabarıyor.
Artık tutamadım kendimi, içimde ne varsa dışan verdim. Kus ha kus, kus ha kus… Biz havada dönüp duruyoruz. Kim bağırdı fark edemedim, arkadaşlardan biri, “Hakkınızı helal edin!”
dedi. Ben de kelime-i şehadet getirmeye başladım. Laf değil Bey’im, belki beş minare boyu havada jet hızıyla dönmedeyiz… Allah düşmanımın ayağını yerden kesmesin ve de hiçbir kulun altından yel esmesin; hiçbir belaya benzemiyor.
Birisi hem kusuyor hem de, “Hay bu makineyi icat edenin…” diye silme sıvama sövüyor.
Kimdir bilemedim, birisi de, “Benzinle işleseydi ya, benzini biter, dururdu, biz de inerdik…”
diyor… Bütün içim dışıma çıktı kusmaktan. Çıkaraca bişey kalmadığından içimde, barsağım, ciğerim sökülecek…
Arif, “Hep birden imdat diye bağıralım…” dedi. Bak şu akılsıza… Ulan, karşıda Vali’nin konağı, yanımızda karakol… imdat diye bağırılır mı? Sus mus dedikse de, Arif, “Imdaaat…”
diye bir nağra atmasıyla, sesi de kesildi, galiba bayılıp çöktü teknenin içine… onun arkasından Yusuf da düdük öttürmeye başladı, o da yuvarlandı teknenin içine… Karakoldan da polisler dışarı fırladı… Ve Lunapark’a doldularsa da, biz havada olduğumuzdan ve havaya bakmak akıllarına gelmediğinden, onlar da düdük öttürerek dönüp dolaşıp gittiler… Ne kadar zaman uçtuk, ne kadar zaman ö-ğürdük, bilemiyorum, ben kendimi kaybetmişim, bir de gözümü açtım ki hastanedeyim. Hâlâ kendimi havadayım ve de uçmaktayım sanıyorum…
Doktor, sözünü bağlıyor
Sabaha karşı teftişe çıkan Emniyet Müdürü mahallelerde hiçbir bekçiyi bulamayınca küplere biner. Bulunmayan bekçilerin bağlı olduğu karakola giderken, gün ışımaktadır; bir de bakar ki, karakolun yanında havada bir acayip sesler… Karga sesi değil, a-ğaçkakan sesi değil… Bunlar ne kuşu, diye meraklanır. Bir de görsün ki, Lunapark’in atlıkarıncası dönüp duruyor, kendinden geçmiş altı bekçi de durmadan öğürüyor. Kimin başı sarkmış, kiminin kolu, bacağı…
Epilog
Eve geldim. Bizim evdekilerin yüzünde acılı bir üzüntü….
• Ne oldu, biliyor musun?
• Ne var?
• Karşıdaki elektrik tellerine bir uçurtma takılmış… Bir çocuk ağaca tırmanıp, uçurtmayı almak için, ağaçtan elektrik direğine geçerken… “Susun!” dedim.
Pencereden baktım. Kuyruğu elektrik tellerine dolanmış uçurtma, hâlâ rüzgârda pırpır edip duruyordu.
Koro
Çocukken içimden hep derdim ki: Uçurtmalarım olacak büyüyünce.
Bidolu, bidolu… biçok, biçok… uçurtmalarlarlar… üüüü, dünyalar kadarlarlarlar…
Final
Benim memleketimde ancak zenginler yaşayabilirler… Yellelli yelelelli, yelelelelniiii…
Yeeeeeeeleleli…

Aziz Nesin
Sizin Memlekette Eşek Yok mu?

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz