Ne ahlak, ne insaf, ne vicdan, ne Allah korkusu hiçbir şey kalmış! – Aziz Nesin

Aziz-NesinŞimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz.
Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz. Bu zübükler heryerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orda…

Büyük iş hanının alt katı ticarethanesi, ikinci katı da yazıhanesiydi. Kırçıl sakallarını üç yıl önce kestirmiş, ama sakalsız çenesine hâlâ alışmadığından, sakalını sıvazlamak için elini her atışında sakalını bulamayışını yadırgıyordu. Üzeri camlı masasının arkasındaki döner koltuğuna her zamanki gibi bağdaş kurmuştu; mesli ayaklarından birini altına almıştı. Geniş mendilini dizine yaymıştı; aradabir bu mendille yağlı yüzünün, gerdanının, ensesinin terini siliyordu. Uygarlığın, alafranga hela ile ütüden başka hiçbir zararını görmemişti. Alafranga helaya bitürlü alışamamıştı. Şişman olduğu için, alafranga helanın üstüne çıkıp tüneyince dengede durması zor oluyordu. Bir de ütüden yakınırdı. Bacağının birini kıçının altına alıp bağdaş kurmadan rahat edemediği için, ayağındaki pantolonun ütüsü bozulurdu. Bu yüzden ütüyle alafranga heladan başka uygarlık araçlarının hiçbirinden yakındığı yoktu.

Sosyetedeki kadınlara “Hamfendi” demesini öğrenmişti, boyunbağı da takıyordu, daha ne!.. Boyunbağını bağlamak zor geldiğinden, hazır düğümlü, kopçalı boyunbağı kullanıyordu. Bu dünyanın işlerini yoluna koyduğu gibi, öbür dünyanın işlerini de yoluna koymuştu. Nasıl uygarlığın şartlarını yerine getirmişse, İslamın beş şartını da yerine getirmişti. Önceki yıl hacı olmuştu. Yılın iki din bayramında kesinlikle camiye gider, bayram namazlarını hiç kaçırmazdı. Dünya işlerinden zaman bulabilirse, arada bir cuma namazlarına gittiği de olurdu. Yanında çalıştırdığı insanlara ödediği aylıkları zekât, devlete verdiği vergiyi fitre, düşürüp kaybettiği parası olursa onu da sadaka sayardı. İslamın dördüncü şartı olan oruç tutmayı ramazan aylarında yerine getiremiyorduysa da, zayıflamak için perhiz yaparak oruç eksiğini gidermeye çalışıyordu. Ama İslamın beşinci şartı olan “kelime-i şahadet” getirmekte herhalde rekor ondaydı; enaz saatte bikaç kez “kelime-i şahadet” getirir, üstelik her geğirdikçe -yine saatte bikaç kez geğirirdi-“estağfurullah” demeyi de unutmazdı.

Geçen yıla dek saçları iki numara saç makinesiyle tıraşlıydı. Şapkasını başından çıkarınca altından beyaz takkesi çıkardı. Şapkasını, masasının yanında duvardaki çiviye asar, başında takkesiyle koltuğuna bağdaş kurarak otururdu. Sakallarını kestirdiğinden-beri saçlarını biraz uzattığı gibi, takkesiyle de otur-muyordu artık.
Yazıhanesinin kapısının üstünde, işinin bereketini artırması için, camlı çerçeve içinde Karınca Duası asılıydı. Yazıhanenin her duvarı da “Ya sabır”, “Errızk-ı alellah”, “Elkâsib ü Habiballah”, “Men sabere zafere”, “Ya Hafız”, “Bugün peşin, yarın veresiye” yazılı levhalarla donanmıştı. İlle şu tespih çekmekten bitürlü vazgeçemiyordu.
Karşısındaki koltukta oturan genç adamla, kehribar tespihinin iri tanelerini şakırdatarak konuşuyordu: -Memlekette sözünü tutan adam kalmamış. Bir söz verdin mi, ölsen bile sözünü tutacaksın. Söz ne demek? Söz demek, namus demek… Borcumu şu gün ödeyeceğim diyorlar, nerdeee… Biz sözü namus biliriz. Birisine falan zamanda filan yerde buluşacağız dedik mi, iki elimiz kanda olsa gideriz. Söz bu… Sözden dönmek yok… Şimdi nerde, sözünü tutan kalmamış… Eskiden böyle namussuzluk yoktu. Allah rızası için, işi görülsün de sıkıntıdan kurtulsun diye birisine yardım ediyorsun, diyelim borç para veriyorsun, ondan sonra ardından koş dur işin yoksa. Elinle ver, ayağınla al… Sözünü tutan bir kişi yok vallahi!..
Konuşmasını daha bitirmemişti ki, yan kapı açıldı, kâtibi elinde telefon alıcısıyla göründü. Telefonda birisiyle konuştuğu belliydi. Telefonda konuştuğu adam duymasın diye, alıcıyı eliyle kapatarak,
-Beyefendi, Hurşit Bey sizinle görüşmek istiyor… dedi.
Altına alıp oturduğu bacağını değiştirerek, -Ne görüşecekmiş benimle… Yok de, yok burda de… Atlat pezevengi! dedi.
Kâtip, telefonda konuştuğu adama,
-Hurşit Beyciğim, az önce burdaydı ama, gitmiş…
dedi.
Karşısındakinin sözlerini dinledikten sonra, yine eliyle alıcıyı kapatıp patronuna,
-Beyefendi, bugün için söz vermişsiniz… Bu saatte… Bir para işiymiş, para vereceğim diye randevunuz varmış da…
Tespih tanelerini daha hızlı şakırdatarak bağırdı:
-Yahu, atlat dedik ya be… Atlat işte… Hasta maşta de… Birden hastalandı filan de be!.. Kâtip, elinde telefon alıcısıyla çekilip ara kapıyı kapatınca, patron karşısında oturan delikanlıya, -Haa, nerde kaldık?.. Ne diyordum? diye sordu. Delikanlı,
– Bu zamanda kimse sözünde durmuyor diyordunuz… dedi.
-Haaa… Evet, onu diyordum… Yalnız söz mü, Allah korkusu da kalmamış. Bankacılık nedir? Faizcilik, düpedüz faizcilik, hem de resmi faizcilik… Haram diyen, günah diyen yok… Ahlak kalmamış, ahlak… Yine ara kapı açıldı, kâtip,
– O işi sorup öğrenmişler… dedi. Patron, -Hangisini? diye sordu.
HİÇBİŞEY KALMAMIŞ
-Yüzellibin lira borç isteyen… Yüzde yirmibeşe kadar veriyormuş.
-Bu zamanda yüzde yirmibeş faizle para verilir mi oğlum? Varsa veren ben alırım…
– Ama altı ay için beyefendi.
Patron, tıraş ettirdiğini unutup yine alışkanlıkla sakalını sıvazlamak için elini çenesine attı; sakalını yerinde bulamamanın şaşkınlığı yüzünden silinmeden,
– İpoteği sağlam mıymış? diye sordu.
– Evet, apartmanı su içinde beşyüzbin ediyor… -İyi öyleyse… Allahtan borcunu ödeyemez de… Kâtip çekilip ara kapıyı kapayınca patron, konuştuğu delikanlıya,
-Ne diyorduk? diye sordu.
– Kimsede Allah korkusu kalmamış, ahlak kalmamış, diyordunuz.
-Eveeet, kalmamış… Yalnız o kadar mı? İnsaf var mı, insaf? O da yok. Yahu, koca memlekette hile karıştırılmamış bitek mal bulamıyorsun. Süt alıyorsun, yarısından çoğu su… İyi su diye şişe suyu alıyorsun, musluk suyu… Yünlü kumaş diyorlar, vallaha pamuklu keten… İnsanlarda insaf da kalmamış… Yine açılan ara kapıdan kâtip göründü,
– Beyefendi, dedi, son parti verdiğimiz yağları muayene komisyonu geri çevirmiş.
– Neden?
Kâtip, yabancının yanında söylemek istemez gibilerden delikanlıya bakıp,
– Şey, dedi, yağlarda…
-Karışık diye mi? Yüzde kaç karıştırdık ki?..
– Eski parti yüzde yirmiydi, siz az buldunuz da, yüzde otuz karışıktı bu kez…
– Töbeee… Muayene komisyonu başkanına ne verdiniz?
– Otuzbin…
– Tuuuu… Şimdi anlaşıldı neden malı geri çevirdikleri. Adam haklı. Bu zamanda otuzbin lira nedir ki… Cömert olun, cömert… Biz ne kadar verirsek Allah da bize o kadar verir…
Kâtip, odasına girince patron, delikanlıya sordu: -Ne demiştim?
-İnsanlarda insaf kalmadı demiştiniz…
-Evet… Din-iman da kalmadı. Hiçkimse öbür dünyayı düşünmüyor. Fakiri fukarayı düşünen yok. Zekât veren, fitre veren, sadaka veren kalmadı. Fakire verirken de kısmetinden fazla vermeyeceksin, sonra şımarır haaa… Allah ona ne kadar kısmet etmişse o kadar vereceksin… Yoksula yardım eden yok… Kâtip, başını yan odadan uzatıp,
– Bir hanım sizinle görüşmek istiyor… dedi. Patronun cevap vermesine kalmadan iki kadın girdi.
Kadınlardan biri,
– Beyefendi, Yoksul Çocukları Barındırma Derneği adına bir ricaya geldik, diye söze başlarken patron,
– Hanım, şimdi iş zamanı, ne alacaksan çabuk söyle… Bir tondan aşağı olmazsa yüzde iki ikram yaparız.
Yoksul moksul herneyse, daha aşağı olmaz… Babam gelse on para kıramam… Söyleyin içeriye siparişinizi, versinler…
Öbür kadın, yoksul çocuk filan gibilerden bişeyler söylemeye çalışırken patron,
-Aklınız varsa bugünden alın, dedi. Benden size iyilik bu kadar. Yarın ne olacağı belli olmaz; ya bir zam gelir, ya mal bulunmaz… -Ama bizim ricamız…
-Estağfurullah… Zati elimizde iki çeşit mal kaldı. -Makbuzlarımız elli liralık da var, onar liralık da… -Yoo, komisyon veremem… Bizde yok…
Kadınlar çıkınca, döner sandalyesine yayılı pösteki üstüne iyice yerleşip delikanlıya,
– Ben ne diyordum? diye sordu.
– Yoksula yardım eden yok, diyordunuz. -Haa… Yok ya…
Yine dalgınlıkla elini, olmayan sakalına atıp çenesini avuçlayarak,
– Vicdan kalmadı, vicdan… diye bağırdı. Rüşvet aldı yürüdü… Heryerde rüşvet geçiyor. Hele bir rüşvet verme de gör, işin yürüyor mu? Yürümez. Kimsede vicdan kalmadı…
Kâtip, ara kapıyı aralayıp,
– Almanya’ya sipariş ettiğimiz malların konşimentosu geldi. Malları çeksinler mi? diye sordu. Patron, kehribar tespihini daha sert şaklatarak,
-Bekletin, dedi. Kaçtır söylüyorum; gümrükte bekletilen malın hergün kendiliğinden kârı artar durduğu yerde…
– Peki efendim. Lastik lisansının çıkması için yüz-bin lira istiyorlarmış.
– Önce bir onbinin ucunu gösterin, sonrasını düşünürüz… Kâtip çekilince,
– Ben ne diyordum sana? diye sordu. Delikanlı,
– Vicdan kalmadı, diyordunuz.

-Yalan mı? Ortada bişey kalmamış… Ne ahlak, ne namus, ne vicdan var. Ne Allah korkusu var, ne insaf var, ne merhamet var… Bunun sonu felaket… Batacak bu memleket, batar hem de…
Elini çenesine attı kızgınlıkla, sakalını yerinde bulamayınca tespih tanelerini daha hızlı şakırdattı.
– Ne ahlak, ne namus, ne vicdan, ne merhamet, ne din, ne iman… Hiçbişey kalmamış! diye bağırmıştı ki, telefon çaldı.
Telefondan gelen sesi duyunca, az önce kızgınlıkla bağıran o değilmiş gibi birden sesi de, yüzü de yumuşadı. Telefonda konuşanı dinleye dinleye, arada susarak, konuştu:
-Merhaba canım… Merhaba hayatım… Emret! Estağfurullah… Yok, o kadar körpesini istemem… Körpeler acemi oluyor. Dullarda da iş yok şekerim, kaşarlı oluyor; kaçtır denedik… Sen gene dediğimden
şaşma, evli olsun; aile kadını başka ne de olsa… Nasıl? Sarışın mı? Biterim vallaha… Tombul? İyi, iyi… Sen herbişeyi hazır et, ben şimdi geliyorum canım… Görüşmek üzere gülüm… Telefonu kapadı. Delikanlıya,
– Ne diyordum sana? diye sordu. Delikanlı,
– Hiçbişey kalmamış, diyordunuz… dedi. Kalktı yerinden, duvardaki çiviye asılı şapkasını alırken,
– Evet, dedi, hiçbişey kalmamış…

Aziz Nesin
Zübüklüğün Sonu Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz