Amin Maalouf: Dili, kişinin kimlik bütünlüğünden ayırmak mümkün değildir

Neden insan kültürlerinin çeşitliğine, hayvan ve bitki türlerinin çeşitliliğine karşı olduğumuzdan daha az dikkatli olalım? O çok meşru, çevremizi koruma istemimiz insan çevresine kadar da uzanmak zorunda değil mi?

Bugünkü uygarlığın karşımıza ne zaman bir sorun çıkarsa her defasında, Hızır gibi yetişip bize onu çözecek çareleri de verdiğini söylemeye çalışmış olabilir miyim? Bu konuda açıklanabilecek herhangi bir yasanın olduğunu sanmıyorum. Gene de bilimin ve modern teknolojilerin insana verdiği muazzam gücün, biri yıkıcı, öteki onarıcı, birbirine zıt iki kullanıma yaradığı doğru. Sözgelimi, doğa asla bu kadar kötüye kullanılmamıştı; ama biz onu eskiden olduğundan çok daha iyi koruyabilecek durumdayız, çünkü müdahale olanaklarımız daha önemli ve bilinçlenmemiz eskisinden çok daha güçlü.

Ne yazık ki bu, ozon tabakası ya da hâlâ soyu tükenme tehlikesi altındaki çok sayıdaki türler şeklinde pek çok örneğin gösterdiği gibi, onarıcı eylemimizin her zaman için zarar verme kapasitemizle aynı düzeyde olduğu anlamına gelmiyor.

Çevreden başka alanları da anabilirdim. Çevreyi seçmemin nedeni, bu alanda rastlanan tehlikelerden bazılarının dünyalılaşmanın bizi yüz yüze getirdikleriyle benzerlikler taşıması. Her iki durumda da çeşitlilik tehdit altındadır; tıpkı milyonlarca yıl yaşadıktan sonra gelip gözlerimizin önünde yok olan türler gibi, yüzlerce, binlerce yıl dayanmayı başaran nice kültür, önlemini almazsak aynı şekilde gözlerimizin önünde sönüp gidebilir.

Bazıları kayboluyor bile. Diller son okuyucularının ölümüyle artık konuşulmaz oluyorlar. Tarih boyunca bin bir buluşla -kıyafetler, tıp, resim, müzik, jest ve davranışlar, zenaat, mutfak, anlatı geleneği alanında… – özgün bir kültür dokuyan insan toplulukları topraklarını, dillerini, belleklerini, bilgilerini, özel kimliklerini, onurlarını kaybetme tehdidi altında.

Çok uzun zamandan beri tarihteki büyük hareketlerin geniş çapta uzağında kalmış toplumlardan söz etmiyorum sadece, Batı’dan ve Doğu’dan, Kuzey’den ve Güney’den, hepsi de kendilerine has özelliklere sahip sayısız topluluktan söz ediyorum. Benim anlayışıma göre, birini ya da ötekini gelişmesinin bir anında dondurmak, hele onu bir panayır seyirliği haline çevirmek söz konusu değil; ortak bilgi ve etkinlikler mirasımızı, olanca çeşitliliği içinde ve Provence’tan Borneo’ya, Louisiana’dan Amazon’a kadar bütün gökler altında korumak söz konusu; bütün insanlara bugünün dünyasında dolu dolu yaşama, ne kendi özel belleklerini, ne de onurlarını yitirmeden teknik, sosyal, entelektüel gelişmelerden dolu dolu yararlanabilme olanağının verilmesi söz konusu.

Neden insan kültürlerinin çeşitliğine, hayvan ve bitki türlerinin çeşitliliğine karşı olduğumuzdan daha az dikkatli olalım? O çok meşru, çevremizi koruma istemimiz insan çevresine kadar da uzanmak zorunda değil mi? Sadece artık “yararlı” türlerle, bize “dekoratif” gelen ya da simgesel değer kazanmış olan birkaç başka tür kalsaydı, gezegenimiz kültür açısından olduğu kadar, doğa açısından da çok kasvetli olurdu.

İnsan kültürünün bütün bu veçhelerini hatırlarken, bu kültürün aynı zamanda iki farklı mantığa bağlı olduğu da apaçık ortaya çıkıyor; gitgide dur durak tanımayan bir rekabete doğru uzanan ekonominin mantığı ve koruma düşüncesinden kaynaklanan çevrebilimin mantığı. Birincisi açıkça zamanın gidişine uygun, ama ikincisinin daima bir amacı olacak. En katı biçimiyle serbest ekonomiye en sıcak bakan ülkeler bile, sözgelimi doğal bir sit alanının müteahhitler tarafından yağmalanmasını önlemek için korumacı yasalar çıkarıyorlar. Kültür konusunda da, korkuluklarla çevirmek, tamiri mümkün olmayanı önlemek için, bazen aynı yöntemlere başvurmak gerekir.

Ama bu belki de geçici bir çözüm yolu. Sonunda biz yurttaşların bayrağı kapmaları gerekecek; bizler aynen pandaların ya da gergedanların soyunun tükenmesini önleme konusunda gösterdiğimiz inançla, kaybolma tehdidi altındaki bir dil için entelektüel açıdan, duygusal açıdan ve maddi açıdan seferber olmaya hazır olduğumuzda, kültürel çeşitlilik savaşı kazanılacaktır.

Bir kültürü ve bir kimliği tanımlayan öğeler arasında sürekli olarak dilden söz ettim; bununla birlikte söz konusu olanın sadece diğerleri gibi bir öğe olmadığı konusu üzerinde durmadım. Kitabın bu son bölümünde, belki de artık dili kümeden ayırıp hak ettiği yeri vermenin zamanı geldi.

Kendimizde kabul ettiğimiz bütün aidiyetlerimiz arasında dil, neredeyse her zaman en belirleyici olanlardan biridir. En azından, bütün tarih boyunca bir bakıma başlıca rakibi, ama bazen de müttefiki olduğu din kadar. İki topluluk farklı diller konuştuğunda, ortak dinleri onları bir araya getirmeye yetmez -Katolik Flamanlar’la Wallonlar, Müslüman Türkler’le Kürtler ya da Araplar, vs. -; dil ortaklığı da, bugün Bosna’da Ortodoks Sırplarda Katolik Hırvatların ve Müslüman Boşnakların yan yana yaşamasını sağlayamıyor. Dünyanın her yanında ortak bir dil etrafında kurulan pek çok devlet dini çatışmalar yüzünden parçalandı ve ortak bir din etrafında toplanan nice devlet de dil çatışmaları yüzünden bölündü.

Bu, rekabet konusu. Aynı zaman içinde, İslamla Arap dili, Katolik Kilisesi’yle Latince ve Luther İncili ile Almanca arasında çok eski “ittifakların” işlendiğinden de hiç kuşku yok. Gene İsrailliler bugün bir ulus oluşturmuşlarsa, bunun tek nedeni, ne kadar güçlü olursa olsun, onları birleştiren din bağı değildir, kendilerini modern İbranice sayesinde gerçek bir ulusal dille donatmayı başarmış olmalarıdır; kırk yıl İsrail’de kalıp da sinagoga adımını asla atmamış bir kişi bir anda toplum dışına atılmayacaktır; orada kırk yıl yaşayıp da İbraniceyi öğrenmek istemeyen birisi içinse aynı şey söylenemez. Bu, dünyanın her yerindeki birçok ülkede geçerlidir ve bir insanın dinsiz yaşayabileceğini ama herhangi bir dili olmadan kesinlikle yaşayamayacağını görmek için uzun ispatlamalara gerek yoktur.

Aynı oranda açık, ama kimliğin en büyük şu iki öğesi kıyaslandığı anda hatırlatılmayı hak eden başka bir gözlem: din özel ve mutlak olmaya çağrılıdır, dil öyle değildir. İnsan İbraniceyi, Arapçayı, İtalyancayı ve İsveççeyi aynı zamanda kullanabilir, ama aynı zamanda Musevi, Müslüman, Katolik ve Protestan olamaz; zaten, insan kendini aynı anda iki dine birden bağlı hissetse bile, böyle bir konum başkaları tarafından kabul edilemez.

Din ile dil arasındaki bu kısa kıyaslamadan yola çıkarak bir öncelik ya da bir seçim ortaya koymaya çalışıyor değilim. Ben sadece dilin hem kimlik etkeni, hem de iletişim aracı olma gibi o harika özelliğine dikkat çekmek istiyorum. Bu yüzden ve din konusunda ileri sürdüğüm dileğin aksine, dili kimlik bütünlüğünden ayırmak bana ne mümkün ne de doğru bir iş gibi geliyor. Dil kültürel kimliğin ekseni olarak kalma eğiliminde, dilde çeşitlilikse bütün çeşitliliklerin ekseni.

İnsanlarla dilleri arasındaki ilişkiler kadar karmaşık bir olguyu ayrıntılı olarak incelemek istemesem de, bu denemenin son derece sınırlı çerçevesi içinde özellikle kimlik kavramını ilgilendiren bazı durumlara değinmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Önce, her insanın kimliğini oluşturan bir dile ihtiyacı olduğunu saptamak için; bu dil bazen yüz binlerce kişinin ortak dili olabilir, bazen de sadece birkaç bin kişinin, bunun pek bir önemi yok; bu aşamada tek önemli olan, aidiyet duygusudur. Her birimizin bu güçlü ve güven verici kimlik bağına ihtiyacı var.

Bir insanı diline bağlayan göbek bağını koparmaya çalışmak kadar tehlikeli bir şey yoktur. Koparıldığı ya da ağır biçimde zedelendiğinde bu bir felaket halinde bütün bir kişilikte yankılanıyor. Cezayir’i kana boğan fanatizm, dinden çok daha fazla dille ilgili bir hoşnutsuzlukla açıklanabilir; Fransa Cezayirli Müslümanları Hıristiyan yapmaya asla kalkışmamıştır, ama dillerinin yerine çabuk tarafından ve karşılığında onlara gerçek bir yurttaşlık vermeden kendi dilini koymak istemiştir; bu arada belirtmeliyim ki, kendine laik diyen bir devletin uyruklarından bazılarını “Müslüman Fransız” sıfatıyla tanımlamasını ve sadece kendi dininden başka bir dine mensup oldukları için bazı haklarından yoksun bırakmasını asla anlamış değilim…

Ama bu parantezi hemen kapatıyorum, bu sadece pek çok trajik örnek arasından biriydi; sırf kendilerini etraflarında kuşku, düşmanlık, küçümseme ya da alaycı tavırlar uyandıran bir dilde ifade ettikleri için insanların bütün ülkelerde bugün dahi katlanmak zorunda oldukları şeyleri ayrıntılarıyla anlatmaya kalkacak olsam yer yetmezdi.

Her insanın kimlik dilini koruma ve onu özgürce kullanma hakkının en küçük bir anlam sapması olmadan açıkça ortaya konması ve aralıksız kollanması temeldir. Bu özgürlük bana inanç özgürlüğünden daha önemli geliyor; din bazen özgürlük düşmanı ve temel kadın ve erkek haklarına aykırı doktrinleri koruyor; ben, kendi hesabıma, özgürlüklerin kaldırılmasını savunanların ifade özgürlüğünü ve çeşitli nefret ve kölelik doktrinlerini savunmayı içime sindiremezdim; buna karşılık, her insanın kendi dilini konuşma hakkından yana tavır koymak bu çeşit bir tereddüt uyandırmazdı.

Bunun anlamı bu hakkın her zaman kolayca işlerlik kazanması demek değildir. İlke ortaya konur, ama asıl kısım geriye kalır. Her insan idari bir kuruma gitme ve gişenin ardındaki memurun onu anlayacağından emin, kendi kimlik dilini konuşma hakkını talep edebilir mi? Uzun zamandan beri baskı gören ya da en azından ihmal edilen bir dil, ötekilerin aleyhine olarak ve başka tipte bir ayrımcılığa yol açma pahasına yerini meşru olarak yeniden talep edebilir mi? Elbette burada Pakistan’dan Quebec’e, Nijerya’dan Katalonya’ya çeşitli yüzlerce örnek üzerine eğilmek söz konusu değil; söz konusu olan, yerlerini başka haksızlıklarla, başka dışlamalarla, başka hoşgörüsüzlüklerle doldurmadan geçmişteki haksızlıklardan kurtularak ve herkese kimliğinin içersinde birden fazla dilsel aidiyeti yan yana yaşatması hakkını tanıyarak, sağduyuyla bir özgürlük ve huzur dolu çeşitlilik çağına girmek.

Kuşkusuz bütün diller eşit doğmamıştır. Ama insanlar hakkında söylediklerimi, yani bütün insanların eşit derecede onurlarına saygı gösterilmesi hakkına sahip olduklarını, diller hakkında da söyleyeceğim. Kimlik ihtiyacı açısından, İngiliz dili de, İzlanda dili de tamamen aynı işlevi görüyor; dilin öteki işlevi, yani karşılıklı ilişkilerde bir araç olma işlevi göz önüne alındığında, dillerin eşitliği sona eriyor.

Amin Maalouf  
Ölümcül Kimlikler

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz