Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden Adem’le Havva’nın hikayesi

havva ademI Büyük hurma yapraklarının, acayip bambuların, tepesi nemli duran okaliptüslerin, akşam güneşi meyvalı narların, incirlerin, ağır akışlı berrak suların arasında kendisini, hâlâ eskisi gibi sanmak istiyordu. Fakat birçok şey değişmişti. Uykusunda Rabbı görmüştü. Rab üstüne doğru eğilmişti. O zaman vücudu her zamankinden başka türlü kımıldamış, meleklerin kendisine öğrettiklerinden gayrı dualar mırıldanmışlardı. O zaman Rab ona gülmüş ve geniş, yaratıcı eli sol böğrüne kapanmıştı ve o, henüz kıvamını bulmamış muhayyilesinin etrafındaki şeylere bulanık bir ayna olan yarım uykusu içinde birdenbire bir tarafının boşaldığını, sonra yanıbaşında küçük, beyaz bir şeyin kımıldadığını, kendisine üşür gibi, korkar gibi sokulduğunu duymuş ve bu duygu ile kendisini tekrar uzandığı su başında, büyük geniş yapraklı otlar üstünde bulmuştu.

Etrafında bir yığın hayvan vardı. Hepsi uzaktan hiç görmedikleri bir şey gibi ona bakıyorlardı. Başının üstünde bir sürü kuş uçuyor, gidiyor, geliyorlardı. Fakat o bunların farkında değildi. Arkasına yapışan, yumuşak varlığı düşünüyordu. ilk defa bakmaktan, görmekten korkuyordu. İlk defa içinde bir telaş vardı. Önce gözlerini yummuş, kendi kendine “Acaba nedir?” diye düşünmüştü. Sonra dayanamadı, döndü ve kendi böğründen çıkan bu sıcak yumuşak varlığı, benliğine doğru bir düşünce, bir vehim, bir azap, bir haz gibi sokulan varlığı gördü. Bilmeden onu kendisine doğru çekti. Ve bir eli, az evvel eşyanın tembelliğinden başka bir şey olmayan uykusu içinde böğrüne kapanan Rabbın eli gibi, onun beyaz vücudu üzerine kapandı. Sıcak, yumuşak bir şey avucunun şeklini aldı. Fakat o bu sıcaklığı, yumuşaklığı düşünmüyordu bile. Kendi içinden yanı başına geçen, avucunun içine hapsolan parmaklarının arasında ezilen bu aydınlık tenden ziyade kendi elini seyrediyordu. Sert, toprak renkli eli bu yumuşak aydınlığın üzerine şaşırtıcı bir kudretle kapanmıştı.
Adem kendi eline bakıyordu. Avucunun açılışı ber şeyin ütüne böyle kapanışı onu şaşırtmıştı. Sonra yerinden doğruldu. Artık aydınlığın malı olan rüyasının üstüne eğildi. Saçlarının arasına gömülü yüzüne baktı.
Hayır, bu bir melek değildi.Yıldızlardan biri de olamazdı. Onların köpüğüyle yıkanmış onların parıltılarını almıştı. Fakat kendisi yıldız değildi. Hiçbir yıldıza, hiçbir meleğe bu kadar yakınlık duymamıştı. Burada bütün yakınlıklar Rabba giderdi. Ondan gayrısına kimse kendini yakın bulmaz, hiç bir şey ondan gayrısına bağlanmazdı Halbuki şimdi bu küçük mahlûka kendisini çok yakın buluyordu. İçinde Rabdan ayrı, onun iradelerini kabule hazır, fakat ondan uzak, bu küçük ve canlı aydınlık parçasının etrafında yeni bir âlem kurulmuştu. Sanki Kadîm Nizam’dan kopmuştu.
Kendi kendine “Acaba nedir?” diye gökyüzüne baktı. Bir şimşek çaktı. Büyük billur menşurlar bir saniye için tutuştu. Fakat hiç bir cevap gelmedi O zaman etrafına baktı. Her zaman yanıbaşında dolaşan ayaklarının dibinde otlayan, koynunda çöreklenip uyuyan hayvanların kendisinden uzaklaştıklarını gördü.
Ne olabilir? diye tekrar sordu. Ve rüyasını olduğu gibi hatırladı; Rab üstüne eğilmiş ona gülüyordu. Büyük yaratıcı eli böğrüne kapanmıştı Sonra yanıbaşında bu küçük, kımıldanan, saçlarıyla örtünen, uzun kirpikleriyle düşünen mahlûku bulmuştu. Eliyle saçlarını ayırdı, yüzüne baktı; kollarını, göğsünü, Küçük bir güneş kurşuna benzeyen karnını, kalçalarını, pembe topuklarını uzun uzun seyretti. O seyrettikçe kadın sanki çok derin bir uykudan uyanıyor, kat kat perdelerden sıyrılıyordu. Tekrar gözlerini göğe çevirdi. Tekrar aydınlığın kaynağına sordu. Tekrar Büyük Tavus, içinde yüzdüğü mücevher tasta kımıldandı. Tekrar büyük ağaçların tepeleri dehşetle tutuştu Her tarafta görünmez avizeler yandı. Yine bir cevap gelmedi.
Fakat bu sefer aydınlığın bu dehşet tecellisinde ikisi birbirine sarılmıştılar. Kadının beyaz gül yaprağı erkeğin göğsüne gömüldü ve erkeğin elleri onun kalçasına kapandı. Adem tekrar
eline ve elinin altında kımıldayan, ürperen bu şeye baktı.
O zaman ona sordu:
Kimsin? dedi.
Benim, senden bir parçayım, dedi.
Evet, ama nesin?
Kadın cevap vermeden ona sokuldu. Fazla bilmek için büyük bir iştihası yoktu. Ondan bir parça idi. Başlarının ucunda bir yığın kanat hışırtısı, aydınlığı üstlerine eleyen uçuş gördüler. Bunlar meleklerdi. Her türlü mücevher parıltısı içinde her an değişerek onları seyrediyorlardı. Hayretten hepsi Rabbı teşbih ve tahmid etmeği unutmuştular. Adem onlara sordu: Yalnızlığının aynası, dediler. Adem, içinde hiç bir şey değişmemiş gibi onlara:
Ben yalnız değilim ki. Sizlerle beraberim, dedi.
Şimdiden sonra bizden ayrısın… Yalnızsın, diye cevap verdiler. Ve bu, yalnızlığının aynasıdır. Ve hepsi, Rabbın bir tasavvuru olmaktan çıkan bu son gelene hasetle güldüler.
O zaman Adem yalnızlığının aynasına yeni baştan döndü. Onu kollarının arasına aldı. Uzun uzun baktı. Daha sonra, Semuştu. Eliyle saçlarını ayırdı, yüzüne baktı; kollarını, göğsünü, Küçük bir güneş kurşuna benzeyen karnını, kalçalarını, pembe topuklarını uzun uzun seyretti. O seyrettikçe kadın sanki çok derin bir uykudan uyanıyor, kat kat perdelerden sıyrılıyordu. Tekrar gözlerini göğe çevirdi. Tekrar aydınlığın kaynağına sordu. Tekrar Büyük Tavus, içinde yüzdüğü mücevher tasta kımıldandı. Tekrar büyük ağaçların tepeleri dehşetle tutuştu Her tarafta görünmez avizeler yandı. Yine bir cevap gelmedi.
Fakat bu sefer aydınlığın bu dehşet tecellisinde ikisi birbirine sarılmıştılar. Kadının beyaz gül yaprağı erkeğin göğsüne gömüldü ve erkeğin elleri onun kalçasına kapandı. Adem tekrar
eline ve elinin altında kımıldayan, ürperen bu şeye baktı.
O zaman ona sordu:
Kimsin? dedi.
Benim, senden bir parçayım, dedi.
Evet, ama nesin?
Kadın cevap vermeden ona sokuldu. Fazla bilmek için büyük bir iştihası yoktu. Ondan bir parça idi. Başlarının ucunda bir yığın kanat hışırtısı, aydınlığı üstlerine eleyen uçuş gördüler. Bunlar meleklerdi. Her türlü mücevher parıltısı içinde her an değişerek onları seyrediyorlardı. Hayretten hepsi Rabbı teşbih ve tahmid etmeği unutmuştular. Adem onlara sordu: Yalnızlığının aynası, dediler. Adem, içinde hiç bir şey değişmemiş gibi onlara:
Ben yalnız değilim ki. Sizlerle beraberim, dedi.
Şimdiden sonra bizden ayrısın… Yalnızsın, diye cevap verdiler. Ve bu, yalnızlığının aynasıdır. Ve hepsi, Rabbın bir tasavvuru olmaktan çıkan bu son gelene hasetle güldüler.
O zaman Adem yalnızlığının aynasına yeni baştan döndü. Onu kollarının arasına aldı. Uzun uzun baktı. Daha sonra, Sebüsbütün başka duydu. Havva’nın göğsünde her şey unutuluyordu. Bu yumuşak ve kokulu yastıkta her azap dinebilirdi. Her acı burada serinleyebilirdi.
Fakat içinde korku vardı. Bilinmezin korkusu içine çöreklenmişti. O, kendi vücudundan yeni doğan bu yastıkta uyuyordu.
Dişleri birbirine vura vura:
Belki de Rabbı artık eski yüzüyle göremem, diyordu.
Ve belkemiğine doğru sert bir rüzgarın estiğini duyuyor, acayip bir sıtma içinde üşüyordu. Ayıbı çok büyüktü, meleklerin en üstünü, şimdi onu kaybetmişti. Onlar bunu biliyor, bulundukları yükseklikten onu belki de seyrediyor, ona acıyor, yahut çamurun çocuğu diye küçümsüyorlardı.
Ve Adem bunu görmemek, bunu düşünmemek için Havva’nın vücuduna doğru gittikçe daha fazla gömülülyordu. Ona:
Sakla beni!… Sakla beni, diyordu. Ve istiyordu ki başı ve bütün vücudu Havva’nın gecesine her an daha fazla gömülsün. Ve Havva ona kaybettiklerinin karşılığı olarak bütün vücudunu hediye ediyor, gizlenmek için kendi vücudunda üst üste geceler buluyor, onu en kuytu gecesinde avutmağa çalışıyordu.
Bir uğultu ikisini birden uyardı. Başlan birbirinden ayrıldı. Dudaklarında hiç tanımadıkları lezzetlerin hatırasıyla etrafa bakındılar. Artık tek başına değildiler; hiç bir şeyi yalnız başlarına yapmıyorlardı. Her hareketleri birbirinde cevap buluyordu.
Gökyüzünde siyah bir nokta vardı ve genişleye genişleye ilerliyordu. Adem’le Havva, gözleri bu siyah çemberde, bunun ne olabileceğini düşünüyorlardı.
Etraflarında meleklek telaşla kaçışıyorlardı; tüyleri solmuş, eski parlaklığını kaybetmişti. Hepsinin yüzünde bir uykudan uyanmış, çok derinlerden gelmiş olmanın hali vardı. Hepsi kainatlarını yadırgıyor, eşiğinden atlayamayacaklarını bildikleri bir haddin ötesinde duruyor gibiydiler. Sanki oradan bu gittikçe yaklaşan yuvarlağa, bu siyah dumana bakıyorlardı. Adem, utanmasını unutarak onlara sordu:
N’oldu, bu nedir?
Birisi yanlarından geçerken hırsla ona bağırdı:
Kader uykusundan uyandı. Bir başkası hasetle güldü.
Toprağın çocuklan mesut olun! Artık sizin devriniz başlıyor Değişmez Şevkler bahçesinin bütün hayvanları bir tarafa
sinmiş. Edebiyetin neşesini teganni eden kuşlar susmuş. Adların tecellisi Remizler ferlerini kaybetmişti. Büyük ağaçlar boyunlarını bükmüşler, renkli çiçekler ışıklarını kısmış, bu yuvarlana yuvarlana yaklaşan kalabalığı görmemek için, kendi üstlerine kapanıyorlardı.
Yalnız Havva ile Adem ona büyülenmiş gibi bakıyorlardı. Bu siyah çığı, gittikçe büyüyen karanlığı, nerede ise çarparak her şeyi kül edecek ayrı ve bilinmez varlığı, onun döne döne yaklaşışını seyrediyorlardı. O, kendileriyle başlayan bir şeydi O, manasını henüz bilmedikleri, fakat adını tanıdıkları Kaderdi. Aden bahçelerinin çok uzağında, büyük karanlıklarda mahpus imkânlar silsilesi idi.
O, Rabbin tasavvuru olan bu ebedî şevkler diyarının biricik sırrı ve masalı idi.
Nihayet büyük yuvarlak geldi ve Adem’le Havva’nın önünde durdu. İkisi birden korka korka ona baktılar. Adem, Aden bahçesinin birdenbire sararmış otları üstünde diz çökmüş, korkudan büyümüş gözlerle bir taraftan ona bakıyor, öbür taraftan korumak istermişçesine Havva’yı kollarıyla tutuyordu.
Önce birşey görmediler. Sanki iç ve dış gözleri beraberce sönmüştü. Sonra siyah yuvarlak cilalanmış bir abanoz sathı gibi parladı; orada ilk önce kendilerini, demin beraber oldukları zamanki halleriyle gördüler. Sonra yeryüzünü gördüler.Aden bahçesinin, büyük, her şeyin ilk kaynağı ve aynı ebediyet remizlerinden, mücevher parıltılı çiçeklerinden, acayip ve rüzgârsız ağaçlarından başka remizler, başka türlü çiçekler, başka türlü ağaçlar gördüler.
Ve otların arasından kıvranan, atılan, bükülen avlanan, yavrularını emziren hayvanları ve cins cins kuşları gördüler. Coşkun dereleri, ağır başlı büyük nehirleri, köpüre köpüre akan selleri, dumanlı dağ başlarını, yeşil ovaları, sararmış tarlaları gördüler. Sonra denizi gördüler, fırtınalı havalarında büyük dagaların göğe doğru kalkışını, küçük çırpıntıların her türlü hayal oyununa elverişli köpüklerini, dalgaların sedef rengi kumsallarda ilerleyip gerileyişini, denizi ve onun değişik yüzlerini gördüler. Kulübeden başlayıp şehirlere doğru genişleyen mahşer yığınını, büyük ve aydınlık sarayların yoksulluğunu ve can sıkıntısını, fakir evlerinin kanaatli sabrını ve sükûnunu tattılar. Akşamın altın tozlan arasında sürülerin dönüşünü, arslanlanların sabah saatlerinde derelerden su içişlerini, boğa yılanlannın büyük ağaç gövdelerine sarılmış halkalannı, arıların kaya kovuklarında bal yapmalarını gördüler. Çeşitli meyvaları seyrettiler.
Sonra Gece ile Gündüz önlerine geldi. Birinin başı ucunda beyaz güvercinler uçuyordu. Öbürünün gözlerinde bilmedikleri kuşlar tünemişti, belinde yıldızlarla süslü siyah bir atlas vardı ve vücudu dinlenmenin hazları içinde gevşemişti. Arkasından dinç ve kaygısız Gençlikle, muztarip ve bîçare ihtiyarlık ve daha sonra siyah ölüm geldi. Onları mevsimlerin geçidi takip etti. Hepsi önlerinde kuşaklarını çözdüler ve onlara sepetlerindeki hediyeleri uzattılar. Böylece her şey, bütün hayat teker teker gözlerinin önünden geçti. Onlar geçtikçe Adem’in alnı üzüntüden kınşıyor, acayip bir korku içini sarıyordu. Fakat Havva’nın içi gururla dolu idi. Karnı sevinçten ve gururdan bir güneş gibi parlıyordu. Adem bunu görünce üzüntülerini ve korkusunu unuttu. Oluşlar âleminin düğümünü, bu güneş parıltılı imkânlar peteğini öptü ve onu öptükçe Kaderin aynasına daha emniyetle baktı. Sonra ikisi birden Rabbin sesini duydular. Bu ses Adem’in kalbinde büyük bir çınar gibi yeşerdi ve Havva’nın yüzünde gül, kamında su çiçeği gibi parıldadı. Rab onlara: – Yolunuz açık olsun, diyordu. İnsanoğluna ve Toprağa bizden rahmet ve selâmet… Ve ses devam etti: – Hayrın ve şerrin, Hazzın ve Istırabın, Aşkın ve Ölümün bahçeleri sizindir. Rahmet ve selâmetimiz Toprağa ve İnsanoğluna olsun. Ve ses devam etti: – Sizi kendi suretimce yarattım. Size Arzı bahşettim… Ayı ve Yıldızlan ve Güneşi bahşettim. Sizi Hayatın ve Ölümün efendisi yaptım. Rahmet ve selâmetimiz Toprağın ve İnsanoğlunun üzerine olsun. Ve Rab onların içinde böyle üç defa bağırdı. Birincisinde Aden bahçeleri Adem’le Havva’nın etrafından ve başları üstünden, yorgun uyuyan çöl yolcusunun başı üstünden fırtınanın birdenbire aldığı bir çadır gibi kalktı. Ve onlar boşlukla hayretten titreşip kaldılar. İkincisinde siyah, yuvarlak, çok kalın bulutlar gibi etraflarını aldı. Onlar kendilerini Kaderin mahpusu bildiler. Üçüncüsünde Rabdan sonra melekler hep birden çığrıştılar: – Arza ve Melekûta rahmet, dediler, Rabbim rahmeti ve selâmeti Toprağın ve İnsanoğlunun üzerindedir. Arza ve Melekûta rahmet, dediler. Ve hepsi birden secde ettiler. Ve Melekût İnsanoğlunu böyle uğurladı. Ve böylece siyah, yuvarlak bir gemi gibi yerinden kımıldadı, henüz yolunu arayan yıldızlarn yer yer parçaladığı karanlıklar içinden inmeğe 38 başladı. Büyük rüzgârların, yıldız kasırgalarının arasından geçtiler. Korkunç derinliklerden atladılar. Adem bu karanlığın içinde Havva’nın vücuduna sığmıyordu. Nergis gibi bir aydınlık görüyor, Havva onun kollan arasına gömülüyordu. Rabbim takdis ettiği aşklarını toprağa götürdükleri için ikisi de mesuttu. Sonra birbirlerini görmemeğe başladılar. Adem’le Havva’ya birbirinden ayrılmanın hüznü çöktü. Adem Havva’nın inci dişlerine, gül yaprağı yüzüne, çizgisiz alnının bilmecesine, sıcak nefesine, beyaz kollarına hasret duydu. Havva onun kollarının kuvvetini, kendisine hüviyet veren korku ve azaplarını özledi. Bu yakıcı azabı içlerinde duyar duymaz, o kadar uzaktan görmeğe alışmadıkları yıldız parıltılarının kimsesizliği arttırdığı bir gece saatinde kendilerini yeryüzünde buldular. Havva Ye-men’de bir kuyu başında idi. Adem Serendib’te bir dağ tepesinde idi. Havva Adem’i nasıl arayacağını, Adem Havva’yı nerede bulacağını düşünüyordu. O zaman ikisi birden birbirlerini çağırmağa başladılar. Yıldızlara doğru iki feryat birbirini karşılıyordu: – Havva Havva… – Adem Adem… Ve yeryüzünü dolduran çeşit çeşit hayvanlar oldukları yerde bu hiç duymadıkları sesi işittikçe ürküyor, büyük kartallar avlarını bırakıp kaçıyor, yırtıcı hayvanlar otlar ortasına başlarını sokup saklanıyor, ilk yaradılış çağlarının tecrübesi canavarlar toprağın efendiliğini kaybettiklerinden küskün, ölmek için kendilerine köşe arıyorlardı. Ve karşılıklı çığlık devam ediyor, Havva çağırıyor, Adem yürüyor, Adem sesleniyor, Havva kuyusunun başında onu bekliyordu. Ve insan sesine susamış toprak bu sesleri dinledikçe ısınıyor, değişiyordu.

Hikaye: Adem’le Havva 
Ahmet Hamdi Tanpınar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz