Ahlaki Açıdan İnsanın Yabancılaşması: İkiyüzlüler! Sizin oyununuz bu mu? – Alan Woods

Çalmamalısın” emri özel mülkiyete dayanmayan bir toplumda pek bir anlam taşımaz. “Zina yapmamalısın” emri yalnızca erkeklerin özel mülkiyetin bizzat kendi oğullarına miras kalacağından emin olmak istedikleri erkek egemen bir toplumda anlamlıdır.

Öldürmemelisin” emri her zaman o kadar çok şerhle çevrelenmiştir ki, doğrudan doğruya tümüyle farklı bir şeye hatta tam tersine dönüşür…

“Kim Musa, İsa ya da Muhammed’e geri dönme derdinde değilse, kim eklektik salatalarla tatmin olmuyorsa, ahlâkın toplumsal gelişmenin bir ürünü olduğunu; bu konuda değişmez bir şey olmadığını; toplumsal çıkarlara hizmet ettiğini; bu çıkarların çelişkili olduğunu; ahlâkın diğer tüm ideoloji biçimlerinden daha fazla bir sınıf karakterine sahip olduğunu kabul etmek zorundadır.” (Troçki)

“Marksizm ahlâkı reddeder!” Aslında salt Marksizmin ABC’sinden bihaber oluşu açığa vuran bu tür ifadeleri ne kadar da çok duyduk. Doğru, Marksizm tarih üstü bir ahlâkın varlığını reddeder. Ama insan davranışlarını düzenleyen ahlâki kanunların bir tarihsel dönemden diğerine esaslı bir şekilde değiştiğini göstermek fazla çaba gerektirmez. Bir zamanlar savaş esirlerini yemek ahlâka aykırı sayılmazdı. Daha sonraları yamyamlık tiksintiyle değerlendirildi, ama savaş esirleri kölelere dönüştürülebilirdi. Büyük Aristoteles bile kölelerin bir ruha sahip olmadığı ve bu nedenle de tam olarak insan olmadıkları düşüncesi temelinde (aynı argüman kadınlar için de kullanılmıştı) köleliği haklı çıkarmaya hazırdı. Daha da sonraları, bir insanın bir başkasına bir mülk parçası olarak sahip olması ahlâken yanlış olarak değerlendirildi, fakat feodal lordlar için, toprağa zincirlenmiş ve gerdek gecesinde gelini lorda sunmaya varıncaya dek tamamen efendilerine tâbi kılınmış serflere sahip olmak tümüyle kabul edilebilir bir şeydi. Günümüzde tüm bunlar barbarca ve ahlâk dışı olarak görülüyor, ama bir insanın kendisini, kendi emek-gücünü canının istediği gibi kullanacak bir patrona parça parça sattığı ücretli emeğin kurumsallaşması asla sorgulanmıyor. Bu her şeyden önce özgür emektir. Serf ve köleden farklı olarak işçi ve patron kendi özgür iradeleriyle bir uzlaşmaya varırlar. Hiç kimse işçiyi belli bir patron için çalışmaya zorlamaz. Eğer bundan hoşlanmıyorsa ayrılabilir ve herhangi bir başka yerde iş arayabilir. Dahası serbest piyasa ekonomisinde yasa herkes için aynıdır. Fransız yazar Anatole France “hem zenginleri hem de yoksulları köprü altlarında uyumaktan, sokaklarda dilenmekten ve ekmek çalmaktan men eden muhteşem yasa eşitlikçiliği”nden bahseder.

Modern toplumda, sömürünün eski açık biçimleri yerine, insanlar arasındaki gerçek ilişkinin şeyler arasındaki bir ilişkiye dönüştürüldüğü –küçük kâğıt parçalarının kendilerine sahip olanlara yaşam ve ölüm gücü verdiği, çirkin olanı güzel, zayıf olanı güçlü, aptal olanı zeki, ihtiyarı genç kıldığı– üstü örtük, ikiyüzlü bir sömürüyle karşı karşıyayız.

Troçki, para ilişkileri insanların zihnine o denli derinden işlemiştir ki der, bir insanın bilmem kaç milyon dolar “değerinde” olduğundan bahsederiz. Böylesi ifadelerin doğru olarak kabul edilmesi günümüz toplumunda mevcut yabancılaşma derecesinin bir ölçüsüdür. Parasal bir kriz sırasında televizyonda birilerinin paradan sanki hastalıktan kurtulan bir insanmış gibi bahsetmesi (“pound/dolar/mark bugün biraz daha güçlüydü…”) kimseye şaşırtıcı gelmiyor. Nesneler ve özellikle de para, vahşilerin kendi totem ve fetişlerine ilişkin dini tavırlarını hatırlatan batıl bir korkuyla karışık bir saygıyla ele alınırken, insanlar şeyler olarak görülüyor. Bu meta fetişizminin nedeni Kapital’in birinci cildinde Marx tarafından açıklanmıştı.

Mutlak bir ahlâk arayışı tümüyle beyhudedir. Burada değişmez mantık yasaları da bize yine yardımcı olamaz. Biçimsel mantık kendini doğru ve yanlış arasındaki değişmez antiteze dayandırır. Bir fikir ya doğrudur ya yanlış. Yine de doğruluk, Alman şairi Lessing’in işaret ettiği gibi, darphanede hazır basılan ve her koşulda kullanılabilen damgalı madeni paraya benzemez. Belli bir an ve koşullar altında doğru olan, bir başka an ve farklı koşullarda yanlış haline gelir. Aynı şey “iyi” ve “kötü” gibi kavramlar için de geçerlidir. Bir toplumda “iyi” ve övülmeye değer olan şey bir başka toplumda tiksindiricidir. Üstelik belli bir toplumda bile iyi ve kötü kavramları koşullara ve belli bir sınıfın çıkarlarına göre sık sık değişir.

Eğer neredeyse tüm toplumlarda tabu olarak görülen ensest ilişkiyi bir tarafa bırakırsak, ebedi ve ezeli ve mutlak görülebilecek çok az ahlâki yasak vardır. “Çalmamalısın” emri özel mülkiyete dayanmayan bir toplumda pek bir anlam taşımaz. “Zina yapmamalısın” emri yalnızca erkeklerin özel mülkiyetin bizzat kendi oğullarına miras kalacağından emin olmak istedikleri erkek egemen bir toplumda anlamlıdır. “Öldürmemelisin” emri her zaman o kadar çok şerhle çevrelenmiştir ki, doğrudan doğruya tümüyle farklı bir şeye hatta tam tersine dönüşür; örneğin meşru müdafaa olmadığı sürece öldürmemelisin, ya da başka bir kabile/ulus/din vs.den olmadıkça öldürmemelisin gibi.

Her savaşta bir ulusun orduları diğer ulusların ordularını katletmeye giderlerken papazlar tarafından kutsanırlar. Öldürmemelisin şeklindeki mutlak ahlâki yasağın, daha yakından bakıldığında, savaşan devletlerin ekonomik, bölgesel, politik ya da stratejik çıkarlarıyla ilişkili olduğu ortaya çıkan kimi farklı mülahazalara bağlı olduğu birden bire anlaşılır. Tüm bu ikiyüzlülük, büyük İskoç şair Robert Burns’ün Ulusal Zafere Şükretme Üzerine adlı şiirindeki birkaç dizede gayet güzel ifade edilmiştir:

Siz ikiyüzlüler! Sizin oyununuz bu mu?
İnsanları öldürmek ve Tanrıya şükretmek?
Ayıptan vazgeç! Gitme daha ileri:
Tanrı kabul etmez senin cani teşekkürlerini.

Savaş yaşamın (ve ölümün) bir gerçeğidir. İnsanlık tarihi boyunca birçok savaş olmuştur. Gerçekler acı verebilir ama yadsınamazlar. Dahası, uluslar arasındaki en önemli meselelerin tümü eninde sonunda savaşla bir çözüme bağlanmıştır. Pasifizm hiçbir zaman hükümetlerin rağbet ettikleri bir doktrin olmamıştır, hükümetin gerçek niyetleri konusunda herkesi kandırmak gibi özel bir amaca sahip küçük diplomasi değişiklikleri hariç. Yalan söylemek diplomatlar için her an kullanılmaya hazır bir stoktur. Onlara bu yüzden para verilir. “Yalancı şahitlik yapmamalısın” emri onların defterinde yoktur. Kendi niyetleri hakkında düşmanı aldatmak için elinden gelen her şeyi yapmayan bir ordu komutanı kötü ya da aptal bir komutan olarak değerlendirilir. Ama bu alanda yalan söylemek, övgüyü hak eden bir şey –bir askeri hile– haline gelir. Düşmana kendi planları hakkında gerçeği anlatan bir general hain diye kurşuna dizilir. Grevin ayrıntılarını patrona açık eden bir işçi de kendi iş arkadaşlarından aynı muameleyi görür.

Bu birkaç örnekte bile gayet açıktır ki, ahlâk tarih üstü bir soyutlama değil, tarihsel olarak evrimleşen ve hatırı sayılır değişimlerden geçen bir şeydir. Ortaçağda Roma Katolik Kilisesi tefeciliği ölümcül bir günah olarak mahkûm etti. Bugünlerde Vatikan’ın kendi bankası var ve faiz karşılığı borç para vererek hayli yüklü miktarda para kaldırıyor. Diğer bir deyişle ahlâk sınıfsal bir temele sahiptir. Egemen toplumsal sınıfın değerlerini, çıkarlarını ve bakış açısını yansıtır. Şüphesiz, ahlâk eğer yurttaşların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmezse zorunlu bir toplumsal kaynaşma düzeyini korumayı beceremez. Bu nedenle de ihlal edilmeleri durumunda tüm toplumsal yapıyı çökertecek mutlak ve sorgulanmaz doğrulardan oluşuyor görünmek zorundadır.

Hali vakti yerinde beyefendi ve hanımefendilerin, halkı ahlâk, din, aile planlaması ve tutumluluk konusunda eğitmelerinden daha tiksindirici çok az şey vardır. Bencil açgözlülükleri yöneticiler için yapılan muazzam ücret artışlarında açığa çıkan bu insanlar, işçilere fedakârlık yapma gereği üzerine ders verirler. Zaten şişkin olan banka hesaplarını daha da arttırmak için kendi ülkelerinin para piyasalarını kaosa sürüklemekte tereddüt etmeyen bu aynı spekülatörler bizlere vatanseverlik dersleri verirler. Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da milyonlarca insanın acımasızca suyunu sıkmaktan sorumlu olan bu aynı bankalar, çokuluslu şirketler ve hükümetler, işçi ve köylüler ne zaman kendi hakları için savaşmak üzere silaha sarılsalar dehşete kapılarak ellerini kaldırırlar. Dünyaya barışın gerekliliği konusunda dersler verirler. Ama öldürücü silah stokları için muazzam meblağları savurganca harcamaya devam etmeleri onların pasifizminin de tamamıyla izafi olduğunu gözler önüne serer. Şiddet, ancak yoksul ve ezilen insanlar ona başvurduğunda bir suçtur. Tüm tarih, egemen sınıfın kendi iktidar ve ayrıcalıklarını gerekirse her zaman en vahşi araçlarla savunacağını göstermektedir.

Aile, Düzen, Özel Mülkiyet ve Din her zaman statükonun muhafazakâr savunucularının bayraklarında yazan sloganlar olmuştur. Yine de bu sözümona çiğnenmez kurumlardan yalnızca biri, özel mülkiyet, egemen sınıfın gerçek çıkarını ifade eder. Din, Rees-Mogg’un sözünü sakınmaksızın işaret ettiği gibi, yoksulları düzen içinde tutmanın zorunlu bir silahıdır. Üst sınıfların çoğu onun tek bir kelimesine bile inanmaz, ama Kiliseye giderler, tıpkı son moda giysileriyle caka satmak için operaya gittikleri gibi. Teolojiden anladıkları, Wagner’in Nibelungların Yüzüğü çevriminden anladıkları şey kadar kıttır. Burjuvalar özel yaşamlarında “ölümsüz ahlâk yasaları”na pek az itibar ederler. İtalya, Fransa, İspanya, Britanya, Belçika, Japonya ve Birleşik Devletler’de politik kurumları sarsan skandal salgını aslında buzdağının yalnızca su üstündeki kısmıdır. Ama yine de “ebedi ahlâki doğrular” hakkında biteviye gevezelik etmeye devam ediyorlar ve nahoş bir kahkahayla karşı karşıya kaldıklarında şaşırıyorlar.

Tüm bunlar ahlâkın var olmadığı anlamına mı geliyor? Ya da Marksistlerin bir ahlâkı olmadığı anlamına mı? Hiç ilgisi yok. Ahlâk vardır ve toplumda gerekli bir rol oynar. Her toplumun, güçlü bir bağ hizmeti gören ve büyük çoğunluk tarafından kabul edilip saygı duyulan etik bir kanunu vardır. Eninde sonunda mevcut ahlâk ve onu pratiğe geçirmeye çalışan yasalara, alabildiğine üstü kapalı olarak da olsa egemen sınıf ya da tabakanın çıkarlarını yansıtan devletin tüm gücüyle arka çıkılır. Mevcut sosyoekonomik düzen toplumu ileri taşırken, egemen katmanın değerleri, fikirleri ve bakış açısı büyük çoğunluk tarafından sorgusuz kabul edilir. Ahlâkın sınıfsal temeli Troçki tarafından şöyle açıklanıyordu:

Egemen sınıf kendi amaçlarını topluma dayatır ve toplumu kendi amaçlarıyla çelişen tüm araçları ahlâkdışı olarak değerlendirmeye alıştırır. Resmi ahlâkın baş işlevi budur. “Mümkün olan en yüksek mutluluk” düşüncesini çoğunluk için değil, küçük ve gittikçe küçülen bir azınlık için hayata geçirmeye çalışır. Böylesi bir rejim sadece güç kullanarak bir hafta bile ayakta kalamazdı. Onun ahlâk çimentosuna ihtiyacı vardır.

Onu sorgulama cüreti gösteren birkaç kişi münafık olarak damgalanır ve zulme uğrar. “Ahlâksız” insanlar olarak görülürler; ahlâki bir bakışa sahip olmadıklarından değil, mevcut ahlâka denk düşmediklerinden. Sokrates, baldıran içmeye zorlanmasından önce Atina gençliği üzerinde zararlı etkide bulunmakla suçlanmıştı. İlk Hıristiyanlar her türlü ahlâksız eylemle itham edilmişlerdi, bunu yapan da, Kilisenin liderlerini soysuzlaştırmak için bu yeni dini kabul etmenin daha iyi olacağına karar vermeden önce onlara acımasızca zulmeden köleci devlet idi. Luther, Ortaçağ Kilisesinin yozlaşmasına saldırmaya başladığında şeytan olarak damgalanmıştı.

Marksistlerin suçu, kapitalist toplumun toplumsal gelişmenin gerekleriyle çatışma içine girmiş olduğuna; insan ilerlemesinin önünde katlanılmaz bir engel haline geldiğine; çelişkiler içinde bulunduğuna; ekonomik, politik, kültürel ve ahlâki olarak iflâs ettiğine; bu hasta sistemin sürmesinin gezegenin geleceğini ciddi tehlikelere attığına işaret etmeleridir. Toplumsal servete sahip olanlar ve hükmedenler açısından bu fikirler “kötü”dür. Bu çıkmazdan bir çıkış yolu bulmak için gerekli olan şey açısındansa bunlar doğru, zorunlu ve iyidirler.

Kapitalizmin uzun süreli bunalımının ahlâk ve kültür üzerinde çok olumsuz etkileri vardır. Toplumsal parçalanmanın belirtileri her alanda açıkça görülüyor. Burjuva aile parçalanıyor, ama onun yerine konacak herhangi bir şey olmadığında bu durum milyonlarca yoksul aile açısından yoksulluk ve aşağılanma kâbusuna yol açıyor. Birleşik Devletler’in ve Avrupa’nın çürümüş kentleri, işsizlik ve mahrumiyet bataklarıyla, uyuşturucu, suç ve her çeşit karabasanın üreme zeminidir.

Kapitalist toplumda insanlar vazgeçilebilir metalar olarak ele alınır. Satılamayan mallar çürüyünceye kadar atıl kalır. Neden insanların bir farkı olsun ki? Tek şey insan söz konusu olduğunda durumun o kadar basit olmamasıdır. Toplumsal sonuçlarından duydukları korku nedeniyle, çok sayıda insanı açlıktan ölmeye terk edemezler. Böylece, kapitalizmin temel çelişkisi gereği, burjuvazi işsizlerden beslenmek yerine onları beslemek zorunda kalır. Gerçekten de anlamsız bir durum: insanlar çalışmak, toplumsal zenginliğe katkıda bulunmak istiyorlar, ama “piyasa kanunları” tarafından bunu yapmaktan alıkonuluyorlar.

Bu, insanların nesnelere tâbi kılındığı insanlık dışı bir toplumdur. Bu insanların bir kısmının insanlık dışı bir tarzda davranmasında şaşılacak bir şey var mı? Boyalı basın her gün toplumun en zayıf, en savunmasız kesimlerine –kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar– yönelik korkunç suistimallerden oluşan şiddet hikâyeleriyle doludur. Toplumun ahlâki durumunun tam bir barometresidir bu. Büyük mülkiyete karşı işlenen suçlar genellikle insanlara karşı işlenen suçlardan çok daha enerjik bir biçimde polis takibine uğrasa da, kanunlar bazen bu suçları da cezalandırır. Ama her halükârda suçun derin toplumsal kökleri mahkemelerin ve polisin gücünün ötesindedir. İşsizlik her türden suçu beslemektedir. Ancak farklı ve çok daha derinden işleyen başka etkenler de vardır.

Bencillik kültürü, açgözlülük ve başkalarının acılarına karşı vurdumduymazlık, özellikle Reagan ve Thatcher tarafından onay gördükleri –her ne kadar ne ölçüde etkili olduklarını ölçmek çok kolay olmasa da– son yirmi yılda şüphesiz bir rol oynadılar. Bu, kapitalizmin, daha doğrusu tekellerin ve finans kapitalin gerçek yüzüdür: acımasız, kaba, açgözlü ve zalim. Bu, gençlik gücünü yeniden edinmeye çabalayan, bunama dönemindeki kapitalizmdir. Reel zenginlik üretimi yerine, finansal ve parasal spekülasyona öncelik tanıyan asalak kapitalizmdir. “Hizmeti” sanayiye tercih etmektedir. Tüm toplumları ve sanayileri acımasızca yıkarak fabrikaları kapatmakta, madencilere ve metal işçilerine hamburger dükkanlarında iş bulmalarını öğütlemektedir. “Ekmek yoksa pasta yesinler” yaklaşımının 20. yüzyıldaki karşılığıdır bu.

Bu doktrin, canavarca toplumsal ve ekonomik sonuçları tümüyle bir yana bırakılsa bile, toplum dokusuna ölümcül bir ahlâki zehir yayıyor. Bir iş bulma ihtimali bile olmayan insanlar, para kazanma ve para harcama eyleminin hayatta sıkıntıya girmeye değer yegâne faaliyet olarak sunulduğu “tüketim toplumunun” gülünç manzarasıyla karşı karşıya kalmaktalar. Bu toplumun örnek modelleri, “muvaffak olmak” için her şeyi yapmaya hazır olan türedi takımı, çabuk zenginleşen ayaktakımıdır. Bu, “hür teşebbüs”ün, monetarist gericiliğin gerçek yüzüdür; bu, ilkesiz bir maceracının, bir dalaverecinin ve bir dolandırıcının, bir kara cahilin, pahalı elbiseler içindeki bir zorbanın, açgözlülük ve bencilliğin canlı örneğinin yüzüdür. Bir yandan okulların ve hastanelerin kapatılmasını, emekli aylıklarının ve diğer “kâr getirmeyen” harcama kalemlerinin kısıtlanmasını alkışlayan bu insanlar, öte yandan toplumun yararına kullanılacak hiçbir şey üretmeksizin bir telefonla servet ediniyorlar.

İnsanların “doğal olarak” kendi çıkarlarına göre hareket ettiği sık sık öne sürülür. Hemen ardından dar görüşlü bir biçimde kişisel bencillik olarak yorumlanır bu. Bu tür bir yorum, açgözlülük ve kişisel çıkar peşinde koşmanın “bireysel özgürlük” uygulamasına denk düşen büyük bir ahlâki ilke olarak savunulduğu bugünkü sosyoekonomik sistemin savunucularına yakışır. Eğer durum bu olsaydı, insan toplumu asla gelişemezdi. “Çıkar” (interest) sözcüğünün kendisi, “iştirak etmek” anlamına gelen Latince “inter-esse” kelimesinden türer. Bir çocuğun entelektüel ve ahlâki evriminin tüm temeli “bencillikten” uzaklaşmaya ve başkalarının ihtiyaçlarının ve taleplerinin artan bir duyumsanışına dönük bir harekettir. İnsan toplumu, toplumsal üretim, işbirliği ve iletişim gereğine dayanır.

Kapitalizmin çıkmazı, insan kültürünü sözcüğün en kötü anlamında çocukvari –bunakça çürümüşlüğün çocukluğu– bir düzeye geriletmekle tehdit etmektedir. Uzak görüşten, ahlâktan, felsefeden, ruhtan yoksun atomize olmuş ben merkezci bir toplum, “dişten yoksun, gözden yoksun, tattan yoksun, her şeyden yoksun” bir toplum.

Alan Woods
Aklın İsyanı
Yabancılaşma ve İnsanlığın Geleceği

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz