Siyasi iktidarlar ve sansür ilişkisi, 12 Eylül sonrasında Türkiye’de sansür…

27 Mayıs 1960’dan beri Türkiye’de üç askeri darbe oldu. Bu darbelerin hiçbirisi toplumun haberi olmadan ve toplumsal tartışmalara konu olmadan yapılmadı. Her birinde darbe bekleniyordu, kamu tarafından bilinmeyen sadece darbenin zamanı ve niteliği oluyordu. Her bir darbenin hazırlanması sırasında Türkiye-ABD yetkilileri arasında sıkı görüşmeler oluyordu, bir tür iç içe planlama da denilebilir. Ancak gerek 27 Mayıs ve gerekse 12 Mart darbeleri kısa sürmüş, seçimler yapılmış ve ardından giderek yükselen bir sol dalga Türkiye’ye damgasını vurmuştu. Dünyanın gidişatında söz konusu darbeler döneminde sol bir yükseliş vardı.

12 Eylül’e geldiğimizde dünyada giderek bir sağ dalga yükselmesi vardı, hatta militarizm, savaş çığırtkanları, yeni darbelerin planlanması ve darbelerin ardından kitlesel katliamların yapılmasıyla ancak solun bastırılabileceği anlaşılmıştı. Bu anlamda ABD ile ortak girişilen her darbe, gerek Asya’da gerekse Latin Amerika’da olsun, önce bir kitlesel katliam yapıyor ve ardından dini söylemin ağırlığı altında toplumlar bir bütün olarak gericileştiriliyordu. Türkiye’deki bu darbe bu ülkelerdeki deneyimlerin ışığında çok kapsamlı, aşırı şiddet kullanan ve toplumu dincileştirmeye çalışan eğilimi kendi içinde taşıdı, dahası darbeden sonra seçimler yapılsa bile darbenin sürekliliği esas alındı ve darbe çok uzun yıllara uzadı. Türkiye’de darbeden sonra bütün çalışan sınıfların gelirleri büyük oranda azalırken ve sosyal güvenceler köklü bir biçimde budanırken, toplumu tevekkül ve itaatkarlığa yönelten söylem olarak merkezi iktidar tarafından dine en büyük yatırım yapıldı. Ülkemizin ilk kez 1960 sonrasında ciddi olarak yaşadığı Aydınlanmaya büyük saldırılar yapıldı. Her türlü gericiliğin yanı sıra hurafeler, sahte din adamları, din kisvesi altında sömürücüler, dini konuların sahte bilirkişileri bu toplum için sıradan bir unsur olmaya başladı; insanlarımıza kabul etmekten başka seçenek bırakılmıyordu. İsyan eden ya da eleştiri gören her kesim ölçüsüz bir saldırıya uğruyordu. Dolayısıyla toplumumuz için seçenek darbeciler tarafından düşünülmüş ve dayatılmıştı. Kenan Evren’in konuşmalarında sürekli solla polemik için Kuran’dan alıntılar yapılıyor, kelimenin tam anlamıyla ahmakça verip veriştirmeler birbirini izliyordu. Peki, kültür sanat alanında neler oluyordu?

İlk söylenmesi gereken şudur; Türkiye’de edebiyat, şiir, sinema, tiyatro, müzik, resim gibi temel sanat alanlarının hepsinin izleyicisi-okuru-yorumcusunda tümden bir gerilemenin yaşandığıdır. Bütün alanlarda düzenlenen kültürel etkinliklerde bir azalma yaşandı. Sinema ve tiyatro’da ise bu gerileme doruk noktasına ulaştı; izleyici sayısı yıldan yıla sürekli olarak gerilemeye başladı, bunların eleştirileri basından yavaş yavaş kalktı, örneğin büyük gazetelerden Milliyet ve Hürriyet tümden kültür-sanat sayfalarını kaldırdılar. Bunların yerlerine ise popüler kültürün haberleri ve magazini yer almaya başladı. Artık sinemalarda oynayan filmler ve tiyatrolarımızdaki oyunların haberleri değil, sürekli bir köşe olarak televizyon köşeleri, haberleri basında yer almaya başlamıştı. Bir bütün olarak aslında 1980’lerde kaybettiğimiz özelliklerimizden birisi de nitelikli eleştiri oldu, eleştiri kimliksizleşti ve daha çok halkla ilişkiler bürosu gibi medyatik etkinliklerin ve aptalca oyunlarla birbirinden berbat filmlerin duyurusu işlevini görecek tanıtım yazılarına dönüştü. Türkiye’de basının 12 Eylül yıllarına gelirsek köklü bir haddini bildirme süreci yaşandı, hemen herkes soruşturmalardan, tutuklamalardan ve hapislerden payına düşeni aldı; Türkiye bu yıllarda giderek artan oranda eski solcu-yeni besleme sol düşmanı basın mensupları tarafından ve kesinlikle söz hakkı verilmeden yerin dibine geçirildi ve gerektiğinde hiç çekinilmeden haklarında yalanlar söylendi. Bu inanılmaz baskı ortamında baskının gerekçesi olarak terör gösterilirken ve Türkeş ilginç bir açıklamasını savunması sırasında yaptı; “biz içerdeyiz, fikrimiz iktidarda”. Türkiye bir bütün olarak terörün kaynağını kurutma önermesiyle toplumsal meşruiyetini ararken ülkemizde devletin yaptığının en sarih açıklaması şuydu; “Her türlü terör merkezileştirilmeli ve devletin ihtiyaçları için kullanılmak üzere kontrol altına alınmalıydı”. Bu anlamda Türkiye’de geçmişin faşistleri gizli olarak hapislerden tek tek çıkarıldılar ve yeni milli görevleri için terör eylemleri için aktif olarak kullanılmaya başlandılar. Bu arada içlerinden birkaçına göz boyamak için biraz mariz atıldı. Sol ise kelimenin gerçek anlamıyla işlenmemiş insan hakları suçları kalmayıncaya kadar ve hiçbir hukuk tanınmadan baskı gördü. O kadar ki, bu yıllarda yaşanılanları insanların anlatması istense bugün yaşayan insanlarımızın çoğu bunları dinlemeye bile dayanamaz.

Sinemaya ve tiyatroya gelirsek, bu kadar baskının yoğun olduğu dönemde birinci elden bir yandan Nuri Alço’yu icat etti, öte yandan inanılmaz arabesk filmleri ortaya çıktı. Diğerleri içinse köklü baskı köklü bir oto-sansürü doğurdu. Görünürde geçmişe göre eski sayıda sansür vakası olmuyordu, ama zaten insanlar neyin yapılabileceğini iyi bellemişlerdi. İlginç bir vaka olarak 1982 yılında Yol filmi Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü aldı; Türkiye’nin buna yanıtı Yılmaz Güney’i yurttaşlıktan çıkarmak ve bütün Yol filmi çalışanlarını yargılamak oldu. Türkiye’de genel kültürel iklimde her gün yeni diziler ve bu dizilerin haberleri, tiyatroda büyük seyirlik şarlatanca oyunlar haber olurken, muhalif Ortaoyuncular’ın tiyatrosu yakılıyordu. Yol, Hakkâri’de bir Mevsim gibi filmler yıllarca gösterilmiyorken, Türkiye’de patlayan video furyasında ikinci sınıf Amerikan filmleriyle yarışan ve açık ara önde olan tek filmler porno salgınından geliyordu. Türkiye’de sinema alanında o kadar köklü bir gerileme yaşandı ki, geçmişin en silik figürlerinden ve en berbat filmlerinin yönetmeni Yücel Çakmaklı’yı TRT keşfetti. Yaptığı diziler elbette “kutsal Osmanlı’nın Kuruluş’uydu”. Bu ortamda sinema sektörünün toplam gerileyişi için rakamlara baktığımızda Türkiye’de 1969’da toplam 3000 sinema salonu vardı, 1990’a geldiğimizde bu sayı 300’e düşmüştü (% 90’lık azalma), bunların yanı sıra sinema salonları küçülmüş ve yazın soğutma kışın ısıtma yapılmaz olmuştu. Bu koşullarda Türkiye’ye Amerikan şirketleri UIP ve Warner Bros doğrudan girdiler. Bir anlamda yeniden doğduğu 1994 sonrasına kadar Türkiye’de sinema ölüyordu. Kültür alanı bir bütün olarak ABD’nin hâkimiyetine geçmişti. Darbe yapmak için ABD’den icazet alanların son hizmeti Türkiye’yi tümden ABD kültürünün hâkimiyetine teslim etme noktasında doruğa çıktı.

Zahit Atam (Siyasi iktidarlar ve sansür ilişkisi)

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz