“Aynı ırmağa bir kere daha girmeğe geldim” | En Büyük Hazinemiz Aklımızdır (2) – Oğuz Atay

<öncesi] Aynı ırmağa bir kere daha girmeğe geldim. Yorgun ve hazırlıklıyım. İnsan aşağılık bir hayvan olduğu için kendimi korumak için geldim. (Dokunaklı bir konuşma.) Sevgi, beni gördüğünü ve benimle konuştuğunu sizlere söylemiştir. Yoksa biraz şaşırırdınız. Fakat Hikmet konusu da artık ilginç olmaktan çıkmıştı. Sevgi’yi de çok sık görmüyordunuz artık. Heyecan yatışmıştı. Zaman her şeyi halletmişti. Sevgi’yi yolda gördüğüm için mesele belki biraz alevlenmiştir, o kadar. Sevgi, kahve tepsisiyle girdi; kahveyi önce ona uzattı. Hikmet fincanı tuttu. Buraya geldiğime göre, bunun bir anlamı var: Elbette kahve, önce bana verilecek. Fincan elinden kaydı. Çok yavaş tutmuşum demek. Fincanın düşüşünü ve kırılışını seyretti. O sırada düşünmeseydin; iki işi aynı zamanda yapamadığını bilmem sana nasıl anlatmalı? Zarar yok, denildi. Var. aklıma çok zararı var.

Eskiden telaşa kapılırdım. Şimdi yerin temizlenişini de fincanın düşüşünde olduğu gibi, aynı kayıtsız gözlerle seyrettiğime göre demek öldüm; duygularım öldü, duygularımla ilişkili aklım öldü. Demek zarar var: Aklıma zarar var. Çünkü sevgi, sen de çok iyi bilirsin ki, en büyük hazinemiz aklımızdır. Şu şarkıyı koro halinde tek sesle söylemeliyiz. Böyle programlar düzenlemeliyiz. Tanıdığım bir fincandı bu kırılan. Oysa onu, tanımıyormuş gibi seyrettim. Hiç bir tepki göstermedim. “Affedersin,” dedi Sevgi’ye: Kırmak istemedim. Ne yaptığımı bilmiyorum. Ne yaptığımı bilsem, buraya gelir miydim? O başka, dedi Sevgi, gözleriyle. O halde heyecandan oldu. Her şeyin farkında olmak, aklımı korumak isterken, epsini birden kırdım. Yerde hafif bir ıslaklık kaldı, yer bezinin ıslaklığı.
Birazdan kurur.

“Yalnız mı oturuyorsun?” diye sordu Nursel Hanım. Bilge’yle birlikte gördüler beni. Sen evlenmişsin, demişti biri de galiba bana. Yoksa çok eskiden mi söylenmişti bu söz. Yalnız mı oturuyorsun? diye sordular sana. Üst katta albayım var. “Evet,” dedi. Alt katta Nurhayat Hanım var. “Çalışıyor musun?” dedi Ergun. Bu soru değil. Çalışmadığımı biliyorsunuz. Fakat hiç bir şey olmamış gibi kabul edemezler ya beni; biraz hesap vermeli. Ben sana gösteririm. Bir karşı saldırıya geçelim: “Aynı evde mi oturuyorsun Ergun?”
Ergun aldırmadı: “Selim Bey öldükten sonra biraz oturduk. Selim Beyin öldüğünü biliyorsun, değil mi?” “Duymuştum,” dedi zayıf bir sesle. “Cenazesinde bulunmak isterdim.” “Bir yapıp satıcıyla anlaştık ev için,” dedi Ergun. “Bize iki kat verecek.” Peki Sevgi’ye ne bıraktı Selim Amca? Miskin ölü, ne olacak?
O halde ne hakla bulunuyorsun bu zavallı kızın evinde Ergun? “Sevgi, Selim Amcayı çok severdi,” dedi hırsla. Neden çekip gitmiyorsunuz? Bizi yalnız bırakın artık. “Sevgi, ye gelemedi.” İyi yapmış. Demek, Sevgi’nin anlattığı ev yok artık. Bir daha o sokaktan geçemem. “Büyük bir evde oturmak çok masraflıdır,” dedi Sevgi. Duygularını belli etmez, iyi kızdır. Sevgi’ye baktı, ne giymiş diye. Belki bir gün sorarlar bana:  Bu tarihi günde Sevgi’nin üzerinde ne vardı? Yağmurlu bir gündü; bir şala sarınmıştı. Bilirsiniz Sevgi çok üşür. “Birden kayboldun,” dedi Nursel Hanım. Bu da ne demek? “Bana hiç uğramadın.” Doğru. Dizlerinize kapanarak, ben Sevgi’yi bıraktım Nursel Hanım, demeliydim; çok ıstırap çekiyorum.  Kendimi ele vermeliydim. Nursel Hanım, bütün bunların sebebini biliyorsunuz. Nursel Hanım, ben aslında sizi seviyorum. (Saçmalama.) Bu yasak aşkı kalbime gömmek için buradan uzaklaşıyorum: Gemilere tayfa giriyorum (Hiç de yapamam.) Şimdi oturun da beni maskara edin bakalım. Albayım, size ihanet ediyorum. Çünkü Nursel Hanımı seviyorum. Bacakları da fena sayılmaz. Kendine gel.

“Bu kadar zaman ne yaptın?” dedi Nursel Hanım. Seni düşündüm; başka işim kalmamıştı da. “Yazmak istiyordum,” dedi; “Kafamda bazı oyunlar vardı.”  “Biz bu hafta Gogol’un bir piyesini seyrettik,” diye gülümsedi Nursel Hanım. “Çok güzel oynuyorlardı.” Oyunun güzel oynandığı, gülümsemenizden belli oluyor Nursel Hanımcığım; hemen kulise koşup sanatçıları tebrik etmiş bir insanın mutlu görünümü içindesiniz. Daha kendinize gelememişsinizdir. Hepinizi kovacağım bu evden! Ben geldim çünkü. Benim gelişimin ne demek olduğunu bilirsiniz. Nursel Hanım, oyuncuların adlarını saydı. “Onlar Gogol’u oynayamazlar,” dedi Hikmet. “Görmeden nereden biliyorsun canım? Sen de kimseyi beğenmezsin.” Beğenmezdim. “Gogol,” dedi, vazgeçti. Kimse de, Hikmet’in kafasındaki Gogol’u merak etmedi. Gogol yaşamıyor ki artık canım. Oyuncular yaşıyor, kulisler yaşıyor, gazetelerdeki eleştiriler yaşıyor. Gogol’dan bize ne? Sözün gelişi Gogol dedik. Sevgi de bu oyunu beğendiyse ben gidiyorum. Bir adam, eski bir koca, bile çıkıp geliyor, daha yarım saat olmadan ona Gogol’den söz ediyorsunuz. Hepiniz aklınızı kaçırmışsınız. Siz ne duygusuz insanlarsınız. Neredeyse beni de çarklarınızın arasında ezecektiniz.

Birden karşısındaki öteki yabancıları gördü. Hepsiyle tanıştırılmıştım ama, adlarını unuttum işte. Bu kadını tanıyorum. Terlediğini hissetti. Kadın, Süleyman Turgut Beyin son karısıydı. Onu tanıştırmamışlardı elbette: Bu kadını tanıdığımı sanıyorlardı. Odadakilerin yüzlerini inceledi. Hayır, kimse, Süleyman Beyin iki aylık karısını daha yeni tanıdığımı farketmemiş. “Emekli bir albay var,” dedi. Sevgi, Hikmet’e doğru eğildi: “Efendim?” Hikmet, kolunu eski koltuğunun yanına dayadı: “Oyunları yazarken bana yardımcı oluyor. Üst
katta oturan emekli bir albay var da. Hüsamettin Bey. Tiyatroya ve tarihe meraklı.  Beni çok destekliyor.” Sevgi başını salladı, “Hep yazmak isterdin,” dedi. Öyle mi? Hiç hatırlamıyorum. Albayıma ne diyeceğim şimdi? Eski karımla barıştım albayım. Ne kötü söz.  Söylemek, yapmaktan daha zor. “Beni çok teşvik etti oyunlar için,” dedi. “Dünyaya gücümüzü göstermek için çok çalışmamız gerektiğine inandırdı beni. Beni sabırlı bir dikkatle izledi. Sürekli ve düzgün bi de çalıştırdı. Önce, oyunların hangi esaslara dayandığını incelemek gerekiyordu. Genel kuralları öğrenmeliydim. Bunun için de ilk olarak, nelerin oyun olmadığını, gerçekten ve oyuna benzemeyen başka şeylerden oyunu nasılayırmak gerektiğini incelemeğe başladık. Albayın derin tarih bilgisi, bize bu konuda çok yararlı oldu. Çünkü tarihte birçok oyun oynanmıştı, birçok oyun tekrarlanmıştı.

“Albay Hüsamettin Tambay da tiyatroya küçük yaştan heves ederek babası Mirliva Hasan Paşanın (Müsellah Hasan Bey, ölümü 1343 – 1947) vazifeten bulunduğu Sazandağ Askeri Sultanisinde mesleki öğreniminin ilk hazırlık dönemini idrak ederken mektebinin yaz tatili münasebetiyle babası ile birlikte bir akrabasını ziyaret için gittikleri İstanbul şehrinde o zamanki adıyla Darülbedayi (aslı: dar-ül-bedayi) bugünkü adıyla Şehir Tiyatrosu’nda seyrettiği bir temsil vesilesiyle yukarıda bahsi edilen tiyatro tutkunluğu nüksetmiş ve sonradan bu şehre temelli yerleştikleri zaman Mektebi Harbiye’ye devamı sırasında bu temsil heyetine gizlice katılarak figüranlık yaptığı günlerde sanata büyük bir aşkla bağlandığı gibi bu meyanda tesirinden kurtulamadığı Otello Arabın İntikamı) ve Hamlet (Hain Baba) piyeslerine özenerek bazı manzum dramlar kalme almaklabirlikte bu hevesi sani, ondaki oyunculuk hevesi evveline mani olmamış ve bir fırsatını bularak Darülbedayi rejisörü M.T.R. Hakkı Bey (rahmetli H y) ile tanışmaya muvaffak olmuş ve yaz mevsimi temsilleri için namzet sıfatıyla imtihana katılan birçok heveskar arasında temayüz ederek ‘Darülbedayi baş rejisörü M.T.R. Kemal’ imzasıyla verilen ve ‘I teşrinievvel tarihine kadar muteber’ olduğu kaydını taşıyan ‘heveskar sınıfı alisine muvakkaten şehir emaneti sanayii aliye ve terakkiyinefise encümeni daimisinin muvaffakatiyle’ verilen bir karar mucibince sahneye dahil olduğunu öğrenince o gece sabahlara kadar uyumamış ve sokaklarda dolaşmış ve baba mesleği askerliği dahi kısa bir müddet için unutmaktan kendini alamayarak babasının sert tenkitlerine muhatap olmuştu. Büyük şehirde kalmış oldukları ilk yaz zarfında, birçok oyundabirbirine karşıt karakterleri olan figüran rollerini de büyük bir başarıyla canlandıran Hüsamettin Bey,  Polonius’un öldürülmesi olayına karışan Hamlet’i tutuklamak üzere gelen Rosencratz ve Guildenstern’in emir ve kumandasındaki askerlerden biri olarakgörevini gereği gibi yaptıktan başka, sert bakışlarıyla da bir çok seyircinin dikkatini çekti. Piyesin müellifi izin verseydi, Hamlet’i tutuklamak için hemen üzerine atılacağından kimsenin şüphesi yoktu. Aynı oyunda -kadro darlığı yüzünden- aynı zamanda bir adam, bir oyuncu, bir yüzbaşı, bir haberci ve birgemici gibi isimsiz rolleri de büyük bir hevesle oynamaktan çekinmedi. Bunun dışında, başka bir figüranın hastalanması üzerine, Cornelius rolünü de geç vakitlere kadar çalışarak ezberlediği halde, tek konuşmasını kendisiyle birlikte konuşan Voltimand’ın erken davranması yüzünden söyleme fırsatını bulamadı. Perde kapandığı zaman onu arayanlar, bir köşede tek başına ağlarken gördüler. Bütün ısrarlara rağmen, o gece tekrar sahneye çıkmadı ve ikinci perdede kıral, ‘Hoş geldiniz dostlarım,’ yerine, sadece Voltimand’a ‘Hoşgeldiniz dostum,’ demek zorunda kaldı.”

“İnsanlar istedikleri işlerle uğraşamıyorlar, ne yazık,” dedi birisi. “Bu albayınız da belki tiyatroda kendine önemli bir yer yapardı.” Hikmet itiraz etti: “Albayım bu emelini gerçekleştirmek için, bütün görev süresince çalışmaktan ve bir gün arzusuna kavuşacağını bildiği için ümit etmekten geri kalmamıştır. İnsan, içinde böyle yüksek bir gaye taşırsa, yaptığı her iş ona bu alanda yararlı olur.  Ayrıca albay, emekliliğine her gün bir adım daha yaklaştığını ve yaşamakla amacına ulaşacağını hissetmiştir. Bir gün emekli olacağını ve bütün gücünü tiyatro üzerinde toplayacağını bildiği için inancını hiç bir zaman kaybetmemişti. Yıllar boyunca piyesleri izlemiş, bütün tenkit yazılarını okumuştur. Bu arada zaman bulabilmiş olsaydı, Cornelius hakkında başlı başına bir oyun da yazacaktı: İçindeki bu eski yarayı tedavi etmek istiyordu. Askerlikten emekliye ayrıldıktan sonra, gene bu büyük tiyatro ülküsünü gerçekleştirebilmek için karısından ayrıldı; kendini oyunlara verdi.”

Hikmet çevresine baktı: Tanımadığı misafirler gitmişti. Galiba yerimden kalkmıştım bir aralık, birilerinin ellerini sıkmıştım diye düşündü. Sevgi de odada yoktu. Hayır, gitmemişler; tepsiler tabaklar ve yiyecekler arasında göründüler. Başı dönüyordu, insanlar üzerinde dikkatini toplayamıyordu. Herkes yerini aldı. Onu dinlemek üzere hazırlandılar. Benimle boy ölçüşmeyi düşünemezler. Öğrenmek hevesiyle tutuşan öğrencilere benzer bunlar. İnsan konuşurken kendini daha kuvvetli hisseder böyle öğrencilerin yanında. Hiç bir söz boşa gitmez. Yıllar sonra, birdenbire ‘Hatırlıyor musunuz?’ derler. ‘Çaylarımızı içerken bize oyunlardan ve albaydan ne güzel bahsetmiştiniz, ne kadar heyecanlıydınız, sizin büyük bir oyun yazarı olacağınızı daha o gün anlamıştık.’ Fincanlarını aynı kibarilgiyle tutarlar; size, beklemediğiniz bir anda, sözlerinizi çoktan unutmuş olduğunuz bir sırada mutluluk verirler. Birden gecekondunun rahatlığını içinde duydu, Kirkor’un meyhanesindeki yumuşaklığı yaşadı. Bura bir gecekondu. İşte dul kadın, işte sevdiğim kadın. Albay nerede? Albayı içimde taşıyorum. Siz, gerçekten benim dışımda yoksunuz albayım, kızmayın bana.

“Albayım olmadan ben hiç bir şey yapamam,” dedi. “Albayım yıllarca düşünmüş, albayım yıllarca okumuş. Ben onu dünyaya tanıtmak için bir aracıyım. Benim yaşımda bir insan, tek başına böyle bir görevin üstesinden gelemezdi elbette. Yüzyılların ağırlığını omuzlarında taşıyamazdı. Ben onun yarışçısıydım, daha doğrusu yarış atıydım. Kendi bacaklarında eski güç olsaydı, bana ne ihtiyacı vardı? ‘Oğlum Hikmet,’ dedi: ‘Sen istekli bir oyuncusun, sana bütün bildiklerimi öğreteceğim.’ Önce tekniği iyi bilmek gerekiyordu. Büyük oyun yazarları bize örnek oldu. Onları tanıdık. Albayım da bilgilerini benimle birlikte yeniden değerlendirdi. ‘Oyunlar,’ dedi, ‘Oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır.’ Neden gerçeklerden kaçtığımı ben de böylece anlamıştım. Artık kendimi geliştirmeliydim: soluğumu oyunlara göre ayarlamalıydım. Bu amaçla her şeyi kullanmalıydım. Bunun için de, önce her şeyi kulanmasını öğrenmeli. En küçük bir ayrıntı bile önemliydi.

“Birer oyun yazarı olarak yaşamağa başladık. Albayım hayatla ilgili her şeyi biriktirmişti: İnanılmaz bir koleksiyoncuydu. Bütün hayatını, sonunda oynayacağı büyük oyun için biriktirmişti. Albayım, bir hayat koleksiyoncusuydu. Hayatının hiç bir bölümünü çöp sepetine atmamıştı; bir gün lazım olur diye bir köşede saklamıştı. Kendisine yazılan bütün mektupları biriktirmişti. Kendi yazdığı mektupları da bir süre sonra geri almıştı. Tanıdıklarıa gider ve ‘Mektuplarım zaman aşımına uğradı, onların üzerindeki hakkınızı kaybettiniz,’ derdi. Evet, hayatını büyük bir kıskançlıkla, büyük bir cimrilikle biriktirmişti. Kimse ondan bir şey alamamıştı. Büyük ve yüksek amaçlar uğruna her dakikasını, her saniyesini bir kenara koymuştu. Başkalarını bile, onunla ilgili şeyleri biriktirmeğe zorlamıştı. Kendisine gönderilen pusulalar, onu evde bulamayan tanıdıklarının kapı altından attıkları-kartvizitler, makbuzlar, küçük notlar, cep defterleri gibi önemsiz şeyler bile bir kütüphane dolduracak kadar . İnsanın bir yerde muhakkak kendini ele vereceğini bildiği için, en beklenmedik zamanlarda zayıflık göstereceğini tecrübesiyle tespit etmiş olduğu için, hiç bir belgeyi küçümsemezdi. Albayım, yorulmaz bir koleksiyoncuydu. Yolda yürürken başı daima önüne eğik gezerdi.
Birinin yırtıp attığı bir mektup, balkondan düşen bir ev ödevi, arkadaşlarının can sıkıntısıyla üzerlerine anlamsız şeyler yazdıkları kağıt parçaları, şaşmaz bir kesinlikle yerini bulurdu. Durmadan cümle biriktirirdi albayım; insana ait her şeyi bir köşeye koyardı. Oyun alanını genişletmenin gereğine içten inanmıştı.
Beni de, hafızam kuvvetli olduğu için, bu işte kullanmağa başlamıştı. Gerçeği, iyi oynanan bir oyun haline getirebilmek için hiç bir fedakarlıktan çekinmemek gerekiyordu. İnsanların arasına karıştığımız zaman da, sabırlı bir yönetmen gibi onlara oyunların kurallarını öğretmeliydik. İnsanlar, çok kötü oyunlar oynuyorlardı genellikle. Her şeyi ancak bir kere, o da prova yapmadan, oynamak fırsatını buluyorlardı; üstelik, iyi bir oyuncuda bulunması gereken özelliklerden de haberleri yoktu. Böyle uzun bir oyunu, bu kadar sorumsuzca oynamayı, albayımın aklı almıyordu. İnsanların mimikleri ve jestleri son derece acemiceydi; diksiyonları inanılmaz bir şekilde bozuktu. Birçok kelimeyi yanlış söylüyorlardı. Başarısızlıkları bu yüzdendi. Birçok insan da kendisine uygun olmayan rolü benimsiyordu. İyi bir yönetmenin varlığına büyük ihtiyaç vardı. ‘Anladım albayım,’ diye bağırdım bir gün. ‘Demek bunun için insanların arasında bulunmaya katlanamıyorum. Bu yüzden, onlar kötü oyunlarına başlayınca, kaçacak delik aryıroum.’ ‘Sende doğuştan tiyatro sezgisi var,’ dedi albayım. ‘O halde ne yapalım albayım?’ diye ümitsizce sordum. ‘Oyunları düzeltelim,’  dedi kısaca.

“Yaşadığı hayat, onu hemen pratik sonuçlara götürürdü. Ben korkuyordum. Bu korku, birçok oyuna başlamamı engellemişti. ‘Yalnız bu sefer dikkat edelim albayım’ diye yalvardım. ‘Bu sefer bir oyuna gelmeyelim. Son fırsatı da elimizden kaçırmayalım. Bütün ihtimalleri hesaplayalım. Bütün teknikleri öğrenelim. Göründüğümüz kadar olmayalım. Hiç olmazsa, göründüğümüzden az olmayalım. Hemen tükenmeyelim. Bütün milletlere rezil olmayalım. Bizden iyi bir oyun çıksın. Mış gibi yapmaktan usandım albayım.’ Albayım, benim gibi telaşa kapılmadı. Her şeyi yeni baştan nasıl ele alacağımızı anlattı. ‘Bütün bildiklerini unut,’ dedi bana. ‘Zaten fazla bir şey bilmiyorum albayım,’ diye itirafta bulundum. ‘Her şeyden önce nefesimizi iyi ayarlamalıyız oğlum Hikmet,’ dedi bana. ‘Evet albayım!’ diye heyecanla bağırdım. ‘Hemen içkiyi, sigarayı ve boş düşünmeyi bırakıyorum. Bedeva düşünmek yok artık!’ ‘Heyecanlanma,’ dedi albayım. ‘Heyecanlarını boş yere harcama.’ Kendimi tutmak istiyordum. İnanın çok istedim. Gene de dayanamadım, bağırdım: ‘Anlıyorum albayım! Her yeteneğimizi hesaplı kullanmalıyız.

Batılılar, kendilerini tutmasını bildikleri için büyük başarılara ulaştılar, değil mi? Ölsen bir yudum su vermezler. Tabii şimdi anlıyorum: Bakalım bu suyun sana verilmesi doğru mu? Bakalım sen kimsin? Ya Goethe’nin de aynı suya ihtiyacı varsa? İlerleme başka türlü olmaz albayım. Onlar da önce çok hesapsız davranmışlar; bir sürü esaslı insan bu yüzden yok olup gitmiş. Ben de eskiden, şu zenginler -ama çok zenginler- servetlerinin küçük bir parçasını da neden bana vermezler? Neden böyle sürünüp dururum? diye içimden onlara itiraz ederdim. Elbette albayım: Önce, suyu hakettiğimi göstermeliyim. Kağıtları biriktirdiğimiz gibi, heyecanlarımızı da biriktirmeliyiz bundan sonra albayım. “Büyük bir durgunluk gelmişti bana. Artık bağırmak istemiyordum. İyi bir yetiştirici olan albayıma kendimi teslim etmenin zamanı gelmişti.” “Müzikte de böyledir,” diye atıldı Nursel Hanım. “İyi bir yetiştirici olmadan sonuç alınmaz.” “Ergun “Ben de bir zamanlar spor yapmıştım,” dedi. “Atletizme çalışmıştım. Antrenör, her şey demektir.” “Değil mi?” diye bağırdı Hikmet. “İngilizlerin neden sustuğunu artık anlamıştım. Kendimden utanıyordum. Bütün hayatımca konuşmuştum. Bir cümlesi aklımda kalmamıştı. Birden dehşete düştüm. Sonra, yok canım, dedim kendi kendime. Birkaç cümle kalmıştır elbette. Bütün gücümle düşünmeğe çalıştım. Hayır aklıma bir cümle bile gelmiyordu. Bazı atasözleriyle, çok dinlediğim için bir kısmı ezberimde olan kötü şiirlerden başka bir şey hatırlayamadım. İngilizlerin sözlerini bile hatırlayamıyordum; demek onları da okurken kendimi boş düşüncelere kaptırmıştım. Boş düşünceler bile bir yerde kullanılabilirdi.

İnsan onları olduğu gibi koruyabilseydi titiz bir koleksiyoncu gibi biriktirebilseydi, onlardan da bir şey çıkabilirdi. Hayır, boş düşüncelerimi de unutmuştum. Albayım sakindi, ‘Her şeyin birden unutulmasına çok ihtiyacımız var,’ diyordu. ‘Ya hepsini unutmamışsam albayım? Yarım yamalak bildiklerim ya engel olursa bana?’ diyerek, bir endişemi daha açıkça belirttim. ‘Her şeyden önce, soğukka alısın,’ dedi. ‘Soğukkanlı olmalıyım albayım!’ diye bağırdım. Heyecandan yerimde duramıyordum, hem de soğukkanlı olmak istiyordum. ‘Kendini yakıp bitirme,’ dedi albayım. Ben de kendimi yakıp bitirmedim. Hayır, hiç bitirmedim. Soğukkanlı, soğukkanlı, soğukkanlı dedim. Kendime. ‘Bir de İngilizlere soğuk deriz,’ diye acı acı güldüm. Her şeyi ne kadar yanlış biliyorduk canım. Bizim bu durumumuz kısaca rezaletti. Ellerimle sandalyenin kenarına sıkı sıkı tutundum; çok soğukkanlı ve çok sağlam bir biçimde durdum orada. Kendimi o kadar sıkmışım ki, bir süre sonra adelelerim ağrımaya başladı. ‘Elbette albayım,’ dedim. ‘İdmanımız yok da ondan.’
“Bu yüzden bütün yarşımaları kaybederiz,” diye görüşünü belirtti  Ergun.
“Evet, bu yüzden kaybediyorduk; birçok yüzden kayediyorduk. Bu nedenle bacaklarımın ve kollarımın ağrıması pahasına soğukkanlı olmalıydım. Kendime acımamalıydım. ‘Evet, acımak albayım!’ diye bağırdım. Henüz bağırmalarımı kontrol edemiyordum. Henüz, her düüşnceyi, aklıma gelir gelmez söylemek gibi bir yanlış davranıştan kurtulamamıştım. Kant, elli iki yaşına kadar sabretmişti. Ben sabredemediğim için, onun yazdığı bir kelimeyi bile anlamıyordum. Sandalyeye daha sıkı tutunarak: ‘Düşüncelerini olgunlaştırıncaya kadar beklemelisin Hikmet,’ dedim kendime. Ağrılara ve kendine acımaya boşvermelisin. Biraz düşündüm ve sabrettim; sonra, “Bizi bir de bu acımak mahvediyor albayım,’ dedim. ‘Başkalarına acımakla başlayan bu tehlikeli duygu, her zaman kendimize acımakla son buluyor. Kendimize acımaktan, başka işlere zaman kalmıyor. Acımak, ancak soyut bir düşünce olabilir. Ya da Batılılar gibi davranır insan: Acıdığı kimse için bir şeyler yapar. Buradan bir yere varır. Batılılar neden bize bu ğretmiyor? İşin esasını bana söyler misiniz albayım?”

“Hiç bir şeyin aslını öğretmez onlar,” dedi Sevgi. “Sonra bizi pazar olarak kullanamazlar. Onların yanında yetişsek bile, işin esasını öğrenemeyiz. Temel bilgileri büyük bir titizlikle saklarlar. İşte durum meydanda: Bizim kumaşlarımız neden bu kadar çabuk soluyor?”

“Her şeyimiz soluyor,” diye heyecanla atıldı Hikmet. “Alçaklar! Hayır, soğukkanlılığımı kaybetmemeliyim. Onlara kızmak da, bir çeşit kendine acımaktır. ‘Kendimize acıyacağımıza kendimizi tanıyalım albayım,’ dedim. ‘Kendini tanı derler ya; bu sözün gerçek önemini kavrayalım.’ ‘Doğru,’ dedi albayım. ‘Fakat albayım, ben kendim olalı yıllar geçmiş; kendimi tanımadan geçen yılları unutmuşum. Onları nasıl öğrenmeli acaba?’ Birden ümitsizliğe düştüm. ‘Üzülme oğlum Hikmet,’ dedi albayım. İşte iyi bir yetiştirici böyle olmalıydı, değil mi? İnsanın kendini bırakmasına engel olmalıydı. Bu yüzden de kaybediyorduk. Zaten hangi yüzden kaybetmiyorduk ki? Bunların hepsini saymak bile güçleşmişti. Fakat, artık ümitsizliğe kapılmaktan korkmuyordum. Albayım her şeyin çaresini buluyordu. Bununda çaresini buldu, ‘Kendimizi başkalarına sorarız oğlum Hikmet,’ dedi. Albayım bu kadar söyledi; ben onun sözlerini hemen çoğalttım. Zaten her sözü çoğaltıyordum; kötü alışkanlıklarımdan henüz vazgeçmemiştim. kapı dolaşırız albayım,’ dedim. ‘Bizi bize anlatın, bizi durmadan kötüleyin’, diye yalvarırız. Bize acımayın. Bize kendimizi tanıtın. Durun acele etmeyin: Önce kendinizi tanıyın. Önce kendinizi,sonra bizi kötüleyin. Bize vurun. Kendimize gelmemiz, kendimizi tanımamıziçin bizi iyica hırpalayın. Artık kaybedecek durumda değiliz. Bu ülkenin artık kaybetmeğe tahammülü yok. Kendimizi tanıyalım da sonunda yok olalım, zarar yok.’ Albayım itiraz etti, ‘Bir uçtan öteki uca geçme hemen,’ dedi. ‘Kendini aşırıuçlar arasında kaybetme.’ ‘Etmem albayım,’ diyerek hemen razı oldum. Kendimi, yetiştiricime teslim etmiştim. ‘Orta yol, değil mi albayım?’ diye sevinerek sordum. Aslında, hemen her söze cevap yetiştirmemeliydim. Ne var ki, söylenenleri anladığımı o anda göstermek istiyordum. Bu davranışım da, yeni baştan kurmak istediğim öz varlığıma zararlı oluyordu. Hayır, bir bakıma da yararlıydı: Kötü huylarımı, dolayısıyla kendimi tanıyordum. Kendimi, bir de başkalarına sorsaydım, kim bilir ne kadar esa slı olacaktım? Evet, çok akıllı ve kavrayışlı görünmemeliydim. Çünkü böyle değildim. Biraz aptal olmasını öğrenmeliydim. ‘Bir de Batılıları aptal buluruz, değil mi albayım?’ diye gülerek sordum. ‘Onların acelesizliğini, meselenin esasını öğrenmek isteyen sabırlı durgunluğunu, aptallıkla nitelendiririz. Oysa acele etmek yüzünden kendimizi bir kere daha ele veririz. Aptal olmalıyız albayım, aptal! Bütün kurtuluşumuz buna bağlı.’

“Kurtuluşumuzun bağlı olduğu niteliklerin sayısı bir çığ gibi büyüyordu. Neredeyse ilk nitelikleri unutacaktık. Bu nedenle, bilimsel de olmak için, hemen bunları kaydettik.Büyüklü küçüklü otuz yedi neden çıktı ortaya. Üstelik, işin daha başındaydık. Ben, sayının yüze yaklaşmasından korkuyordum. Fakat bu meselenin üzerinde durmak gereksizdi. Ön yargıyla yola çıkılamazdı. İşin gittikçe zorlaştığını albay da görüyordu. Ayrıca, yeni ilkelerimize göre, biraz da aptal görünmemiz gerekiyordu; aptallar gibi ortaya atılmak da tehlikeliydi. Bu bizim için kavranması güç bir durumdu. Albayım, ‘Eskiler buna tecahülü arifane derler oğlum,’ dedi. ‘Anlamadım albayım,’ dedim. Oysa anlamıştım; çok duyduğum bir sözdü. Fakat, hemen anlamış görünmek istemiyordum; bu huyumdan çok çekmiştim. Artık, ilk ortaya koyduğumuz ilkeleri uygulamağa başlamıştım. Kendimle biraz gurur duydum; çok değil. Çünkü bizim ilerlememizi engelleyen otuz yedi durumdan on yedincisi, gereksiz gurura kapılmaktı. Yirmi ikincisi on yedinci ilkenin aşırı uygulanması sonunda, kendini küçümsemek gibi başka bir yanlışlığa sürüklüyordu insanı. Böylece iki ilkeyi daha uygulamış oluyordum ki, insan biraz kendini tutarsa otuz yedi ilkeyi birden uygulamak işten değildi. Fakat albayım fazla heyecanlanmamı istemiyordu; başlangıç için bu kadarı yeterdi. Yirmi dokuzuncu ilke de bize, iyi başlangıçların tarihimizde çok görüldüğünü, önemli olanın iyi bitirişler olduğunu bildiriyordu. Baştan çok yorulmamalıydım. Fakat idmanlarımı da hemen bitirmek istemiyordum. Soluklu olmalıydım. Bunun üzerine albayım, ‘Baştan itibaren tekrarlayalım ki, iyice yerleşsin bunlar,’ dedi. Çok haklıydı; her zaman o durum için gerekli olanı hemen bulup çıkarıyordu. Bana örnek olmak için, kendisi de bu çalışmalara katıldı; onun yaşında, benimle birlikte koşmak büyük bir fedakarlıktı. ‘Susmalıyız,’ dedik ‘Susmalıyız.’ ‘Acele etmemeliyiz, acele etmemeliyiz.’ Ben, ‘Heyecanlanmamalıyız,’ dedim. Sesim biraz yüksek çıktı gene. Albayım uyardı. Fısıldayarak , ‘Aptallaşmamalıyız,’ dedim. ‘Kendimizi tanımalıyız, kendimizi başkalarından sormalıyız.’ Oluyordu. ‘Unutmalıyız albayım,’ dedim. ‘Kötü günleri unutmalıyız.’ Gözlerim yaşarmıştı.”

“Piyano çalarken de,” dedi Nursel Hanım, “Tekrar çok önemlidir. Başlangıçta da önemlidir, ilerledikten sonra da.” “Nasıl başlanır?” diye sordu Hikmet, heyecanla. Nursel Hanım gülümsedi: “Önce tırnaklarını kesmelisin.” dedi. “Uzun tırnakla olmaz.” “Duymuştum,” diye sevindi Hikmet. “Evet, belki piyano çalmasını da öğrenebilirim. Hemen bir makas bulalım.” Düşündü.”Acele ettim gene,” dedi. “Hayır, dağılmamalıyım. İnsan bir şeyi ciddiye almalı. Bir kadın arkadaşım vardı, bir gün benim gibi piyano meselesinden heyecanlanıp tırnaklarını kesmişti hemen. Fakat piyanoyu bıraktı sonra; çünkü kendini ciddiye almıyordu. Böyle bir şeye hakkı olduğuna inananamıyordu. Tırnaklarını kestiği halde kendini ciddiye almadı. Fakat belki de bu yüzden heyecanı, ciddi insanlarınkinden daha güzeldi. Neyse. Albayımla ben kendimizi ciddiye alıyorduk. Otuz yedinci ve en önemli ilkemiz buydu. Evet, biz kendimizi ve bunları düşünürken aklımızı ciddiye alıyoruz. Çünkü bütün ilkelerimizi aklımıza dayandırıyoruz. en büyük hazinemiz aklımızdır. Bunu unutmadıkça, mantığımızı da sağlam tuttukça, onun üzerinde her şeyi kurabiliriz. Piyano da çalabiliriz, atletizm de yapabiliriz.”

Hikmet, çevresinin boşaldığını hissetti: Ergun odada yoktu, başkaları da yoktu. Belki içeri gitmişlerdir gene, diye düşündü. Evi dolaşıyormuş gibi yaparak odalara göz attı: Kimse yoktu. Demek ellerini sıktım. Odaya döndü: Nursel Hanımla Sevgi’den başka kimse yoktu. Olabilir, dedi kendi kendine; biraz dalgın olunabilir, bunda bir zarar yoktur. İnsan sonunda hatırlıyor işte. Kadınların elbiselerine baktı. Bu elbiseleri de hatırlamalıyım. İnsanın düşünce ve hafıza gücü sonsuz değildir; onu korumalıyım. Kendimi iyi hissediyorum.  Gülümsedi.

Nursel Hanım da gülümsedi: “Çok çalışmışa benziyorsunuz.” Evet çok çalıştık. Bu bakımdan kendimizi korumadık; buna tenezzül etmedik. Benim endişeye düştüğüm zamanlar oldu: ‘Albayım,’ dedim, ‘Kendimizi acaba boş yere harcamıyor muyuz? Ya başaramazsak?’ aslında bu korku yersizdi; otuz üçüncü ilkeye göre, kendini harcama korkusu ve olduğu gibi koruma endişesi de zararlıydı. Albayım beni yatıştırdı. ‘Birilerinin başlaması lazımdı oğlum Hikmet,’ dedi. Aynen böyle söyledi. Çok yorgun olduğumuz bir sırada konuşuyorduk. Ben kahve pişirmiştim; sigara molası vermiştik. O gün oldukça yol almıştık. Herhalde yorgunluktan olacak, belirsiz kuruntulara düşmüştüm. Ayrıca bir odanın içinde, kendi başımıza ve yardımsız çabalamanın da korkusu vardı. Ülkede kimse bizi desteklemiyordu.  Kimse, ne yaptığımızı bilmiyordu.
‘Bizi tanıyacaklar mı albayım? Sesimizi duyurabilecek miyiz? Yoksa bir tecrübe tavşanı ya da bilinmeyen bir bilim adamı gibi, kendimizi kendi üzerimizde deneyerek yok olup gidecek miyiz iştiğimiz işin altından kalkılabilir miydi? ‘Giriştiğimiz işin temelleri sağlam,’diyerek endişelerimi dağıttı albayım. ‘Aklın temelleri üzerine oturuyoruz.’ Ben heyecanlandım. Akıl sözünü duyunca heyecanlanıyordum. Aklı çok seviyordum. İkimiz de heyecanla ayağa kalkarak ‘En Büyük Hazinemiz Aklımızdır’ marşını hep bir ağızdan söylemeğe başladık. Bu marş, Akıl Cumhuriyetinin milli marşıydı. Bu marş, bizim derinliklerimizden kopup gelen bir sesti. Albayım zamanında askeri bandoda çalmış olduğu için müzikten anlıyordu. Marşı o bestelemişti. Hep bir ağızdan söylüyorduk:

En büyük hazinemiz aklımızdır
Aklımıza güvenmek hakkımızdır
Hayatta aklımızdır en güzel şey
Akılsızlar bize kulak verin hey!

Biz bu aklı bulmadık sokaklarda
Görevimiz onu korumaklarda
Kurtulduk, başka akıllar bize yük
Aklımızdır hazinemiz en büyük.

“Ben, aynı zamanda marşın güftesini de yazan albayıma itiraz ettim: Müzikten anlamakla birlikte şiire aklı ermiyordu: Korumaklarda denir miydi? Albayım kızdı, daha henüz eski akılların etkisinden kurtulamadığımı ileri sürdü. İkinci kıtanın üçüncü mısrasını anlamamış mıydım? Bu albayımla ben başa çıkamazdım.”

Hikmet gözlerini yeniden kaldırdı: Nursel Hanım da gitmişti. Bunu da görmemiş olamam, diye homurdandı içinden:  Giderken haber vermedi bana. Zarar yok, ne yapalım? Daha iyi oldu: Benden sıkılanlarla işim yok. Yalnız, Sevgi’nin hangi elbiseyi giydiğini unutma.  Görmek istediklerini hatırla yeter.

“İşte bunun için Sevgi,” diye söze başladı, “Bu yorgunluklar beni yordu. Bir süre bunları düşündüm sadece. Fakat her zaman seni düşündüm. Ve sonunda, seni sevdiğimi söylemeğe geldim sana.” Başını kaldıramıyordu. “Çünkü benim durumumu en iyi sen anlarsın. Yalnızlığı ve korkuyu en iyi sen bilirsin. Yorgunluklar vardılar, fakat ümitsizlik yoktular. Sen bir yerde bulunuyordun. Yumuşak bir yerdeydin. Sert köşelere çarpmaktan yorulan aklımın durgun ve sürekli bir aşk içinde ancak seninle birlikte dinleneceğini biliyordum. Bizi başkaları anlamaz Sevgi. Başkalarının aklı başkadır. Bu yüzden ikimizi hep garip bakışlarla süzmüşlerdir. Şimdi beni de garip bakışlarla süzenler var. Ben onlara aldırmıyorum. İnsanların beni beğenip beğenmemeleri umurumda değil artık. Ben kendimi tanımakla ilgiliyim. Albayımın tavsiyelerini tutmakla ilgiliyim.

“Para meseleleriyle de ilgili değilim. Albayımla birlikte bir şeyler yaparız nasıl olsa. Çünkü bu arada yazıcılığımızı çok geliştirdik. Nerede ne söylenmesi gerektiğini çok iyi inceledik. İnsanlara bunu öğreterek hayatımızı kazanabiliriz. Onları yanlış sözlerin tehlikelerinden kurtarabiliriz.
Hüsamettin Bey yanlış konuşmalar hazırlıyor. Bir daktilo kiraladık; ben de çoğaltıyorum bu konuşmaları. Törenler için güzel söylevler hazırladık. Nişan törenlerini izliyoruz gazetelerden. Onlara nikahta, düğünde gerekli olan konuşmaları, postayla gönderiyoruz. Kitap gibi ödemeli gönderiyoruz. Daha önce bir mektup yazıyoruz, durumu açıklıyoruz. Postaya parayı ödeyen rahata kavuşacak. Aşk mektupları, kısa ve uzun yolculuk mektupları da yazdık. Bunları kırtasiyecilere satmayı düşünüyoruz. Mektup yazmak için zarf-kağıt almaya gidenler, isterlerse bu hazır mektuplardan da yararlanacaklar. Her birinin üstünde çok çalıştığımız için, akla gelebilecek bütün ihtimaller üzerinde durduğumuzu sanıyorum et konuşmalarıyla tiyatro ve sinemadan dönerken yapılacak yorumların kalıpları üzerindeki çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kitapları okumadan öğrenmeleri ve üzerinde konuşabilmeleri için insanlara yararlı olmak amacıyla da çeşitli incelemelerde bulunuyoruz. Bu konuda meslekten eleştirmecilerin başvurdukları yollardan kaçınmaya çalışıyoruz. Çünkü görmüşümdür ki, insan bir şey üzerinde çalışır, onu hakkıyla başarırsa, sonunda muhakkak bir yararını görür. Bunu da albayımdan öğrendim. İnsan parayı kendine dert edinmemeliymiş; kimse aç kalmazmış.

“Ben kendimi tanımak için, daha çok başkalarıyla görüşüyorum. Albayımın da yardımıyla eski dostların bir listesini yaptım; onlarla kendim hakkında konuşuyorum. Geçen gün annemin ve babamın mezarlarını ziyaret ettim. Taşın üstüne oturup onlarla bir süre konuştum. Onlara sitem edebilirdim. Neden albayım kadar olamadınız? Benimle uğraşmadan beni hayata gönderdiniz? diyebilirdim. Demedim. Neden bu kadar erken öldüklerini de yüzlerine vurmadım.
Yalnız kendimle hesaplaşmak istiyordum. Onlar öldükten sonra neler yaptığımı anlattım: Senden ayrılmıştım, gecekonduya yerleşmiştim, çalışmıyordum, param gittikçe azalıyordu, kötü rüyalar görüyordum. Sonu belirsiz bir takım işlere girmiştim, belki de ölüme yaklaşmıştım, evet onların ölümleri bana da bulaşmıştı, yakınımdan geçmişti. Bana inanılmaz gelen bu ölümlerden sonra başka ne yapabilirdim? Annem, benim ölümden korktuğumu bilirdi; bunu bildiği halde gene de ölmüştü. Tabii ben, bu ölümlerin hesabını sormadım onlardan. Benim onlara karşı çıkacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi düşünüyorlardı. Beni yalnız bıraktıkları için fazla üzgün görünmüyorlardı; öldükleri için yaşayanlara acımıyorlardı. Belki ben sizin kadar yaşamam, dedim onlara. Benim ne olacağımı bilebilir misiniz? Ben de size acımıyorum işte, dedim.

“Başka tanıdıklara da uğradım. Onların ayağına gittim. (İnsanlar bundan hoşlanırlardı.) Nazmi evlenmişti. Şehrin uzak bir yerinde, karanlık bir mahallede oturuyordu. ‘Yakında elektrik verecekler buraya’ diye ümitliydi. Oturduğu daireyi satın almıştı. İki çocuğu olmuştu. Küçük çoçuğunu kucağına alarak, bana uzattı. Çocuk, ‘Be-ba,’ gibi anlamsız sesler çıkardı elini bana uzatarak. Bir zamanlar kimseyi beğenmeyen Nazmi, bu seslere hayrandı.
Anlattığına göre Behçet’in oğlu daha iki sesi bir araya getiremiyordu. Bu çocuk muhakkak büyük adam olacaktı. Radyo çalarken de başını o tarafa doğru uzatıyordu. Demek müziğe de kabiliyeti vardı. Sonra, saman gibi sarı bir kadın mutfaktan çıktı; sıcak sudan kızarmış elini bana uzattı ‘Oğlumu nasıl buldunuz?’ diye sordu. Ben çocukları sevmiyordum; onları çok aptal buluyordum.
Allahtan ben hiç çocuk olmamıştım. Bir yıl sonra Nazmi’nin oğlu üç heceyi bir arada çıkaracaktı; bu, ömür törpüleyici bir işti. İnsan da çocukla birlikte aptallaşıyordu zam geçikçe. İşte Nazmi de başını çocuğun karnına dayıyor ve ‘Ulu-dulu’ gibi sesler çıkarıyordu; çocuk gibi anlamsızlaşıyordu. Başını kaldırarak, ‘Karım bize güzel yemekler yapar şimdi,’ dedi. Bir başka anlamsız yaratık olan karısı da çok kötü yemekler yaptı. Yağsız ve çorba gibi sulu olan bu tatsız tuzsuz şeyleri yemek boyunca övdü durdu Nazmi. Ev yemeğinin iyiliklerini sayıp döktü. Oysa, lokantalarda daha iyi yemek yapıyorlardı.
Sonunda ben de onlar gibi aptallaştım, lüks lambasının ışığında yediğimiz yemeklerin iyi olduğundan, insanın kendi evinde oturmasının yararlarından söz ettim. Nazmi de bana, ‘Alay mı ediyorsun?’ demedi. Ben de ona, ‘Nedir senin bu durumun?’ demedim. Birbirimize birşey demedik. Ben ona, kendimi soracaktım; yemekler, be-ba’lar, sarışın kadınlar arasında ne diyeceğimi unuttum. Yemekten sonra, lamba ışığında kitaplarımızı okumağa çalışırken ona, eski günlerden, çatışmalarımızdan filan bahsettim; bütün suçun bende mi olduğunu sordum. Soruyu anlamadı: Benim ona yaptıklarımı hatırlamıyordu. En kötüsü bana yaptıklarını da unutmuştu. Ben anlattıkça, artık önden üç tanesi altın olan dişlerini göstererek gülüyor, ‘Söylemişimdir herhalde,’ ya da ‘Bak sen şu işe,’ diyordu. Bizi anlamadan dinleyen karısına da ‘Bak neler söylemişim bir zamanlar, insanların kalplerinde ne fırtınalar yaratmışım,’ der gibi baktı. Bu sırada çocuk, yerden bitti birdenbire. Babasına bir kalem uzattı. ‘Yemekten sonra bilmece çözerim de,’ dedi Nazmi, ‘Akıllı oğlum, bana bunu hatırlatıyor.’

“Biz böyle olmamalıyız. Sevgi; böyle olmak istesek de böyle olmamalıyız. Biliyorsun, albayımla çalışmağa başladıktan sonra, kötü oyun yazmak ve oynamak yasak, dedik. Ülkemize ve insanlarımıza karşı bir görevimiz var. Nazmi gibi, çocuk akıllı olsun diye, mutfak raflarına üstün mamalar dizemeyiz. Ne tedbir alınırsa alınsın, çocuklar aptal olur. Sen de karnındaki böyle bir çıkıntıyı bol elbiselerin altında saklayamazsın. Biz albayımla her şeyi kararlaştırdık, nasıl yaşayacağımızı tespit ettik. Bundan sonra hata yapmayacağız. Çılgın bir kalabalığın ortasında nereye döneceğimizi bilmeden koşup durmayacağız. Kime ne söylediğimizi çok iyi bileceğiz. Kendimizi tanıyacağız.

“Sonra ayrıldım Nazmi’den. Benimle otobüs durağına kadar yürüdü, elindeki fenerle bana yol gösterdi. Tam zamanında çıkmıştık evden: Son otobüs ışıklarını yakmış, beni bekliyordu. Nazmi her şeyi ayarlamıştı; oğlu gibi o da akıllıydı. Ben otobüse binerken sarıldı bana, öpüştük. (Bu adama bir zamanlar kızardım.) Otobüs köşeyi dönünceye kadar bana el fenerini salladı. (Belki biraz daha salladı sonra.) Otobüse binerken, ‘Yalnız oturuyorum, istersen bir gün uğra bana,” dedim Nazmi’ye. Biletçi’nin surat asmasına rağmen, adresi yazdırıncaya kadar otobüsü beklettim.

“Bir gün de Dumrul’a gittim. Karışık bir sokakta, çok yüksek bir apartmanın çatı katında oturuyordu. Burası daha önce bir çamaşırhaneymiş. Kapıcı Dumrul’un en üst katta oturduğunu söyledikten sonra ben merdivenleri çıkarken ters ters bakmıştı bana. Kapıcılar, sevmedikleri kiracıların ziyaretçilerine böyle bakarlar. (Dünyada çok sevgisizlik vardı.) Dumrul beni karşısında görünce çok şaşırdı. Çoktandır kimse beni görünce böyle şaşırmamıştı. Çıplak bir masanın üzerine gazete kağıdı sermiş, sucukla şarap içiyordu. Önce konuşamadı, dili dolaştı. Birkaç şişe devirdiği anlaşılıyordu.
Odada perde yoktu. (Çok yüksekte oturduğu için onu kimse görmüyormuş.) Ayakta sallanıyordu. İki sokak köpeği gibi bakıştık. Birbirimizi kokladık . ‘Allah allah şuna bak’ dedi. Başka bir sözedemedi. Bana dokundu, her tarafımı yokladı. Beni eksenim etrafında çevirdi her doğrultudan baktı bana. ‘Otur  birader,’ dedi. Bir çay fincanı da bana getirdi, fincana şarap doldurdu. ‘Ben çok içemiyorum artık, Dumrul dedim’ ‘Allah allah olur mu?’ diye güldü. ‘içince kötü rüyalar görüyorum Dumrul,’ dedim ona. Beni dinlemedi, ‘Haydi bakalım içelim,’ dedi. Neden geldin? Nereden çıktın? diye sormadı. Beni görünce, kimsenin şaşırmadığı kadar şaşırdığı halde, böyle sorular sormadı. Odanın çıplaklığı için özür dilerdi, ‘İnsana lazım olan bir yatak,’ dedi ‘Bir de kitaplar.’ Ukalalık için böyle söylemedi. Bütün eşya bundan ibaretti. ‘Bir de daktilo tabii,’ ‘Fakat çabuk yazamıyorum daha.’ ‘Ben karımdan ayrıldım, Dumurl’a,’ dedim. ‘Yaa,’ dedi, ‘Çok şaşırdım.’ dedi. ‘Hiç tahmin etmiyordum.’ Oysa, biliyorsun Sevgi, seninle ilk kavga ettiğimiz sabah bizimle birlikteydi. ‘Eeee ne var ne yok?’ dedi ve güldü. Çok içki içmiş olduğu için gülüyordu.
Elindeki çay fincanını, çay fincanıma vurarak, ‘Haydi bakalım,’ dedi. ‘İçki bize de dokunmuyor mu sanıyorsun?’ Bana hemen nerede oturduğumu sordu, adresimi aldı. Birdenbire gelişime ve senden ayrılışıma, durmadan şaştı. Başkalarına da gittim Sevgi. Hemen hepsiyle bir takım küçük olaylar yaşamıştım, bana bir zamanlar dokunan küçük olaylar. Bunun dışında onlara kendimden pek bir şey vermemiştim; bu yüzden onlardan da pek bir şey alamadım.

Çoğunu güldürmüştüm bir zamanlar; bu yüzden, beni gülerek karşıladılar. Oysa ben insanları ağlatmak istiyordum. Hiç olmazsa ben ağlayabilseydim. Babamla annemin sağ olduğu sırada bize çamaşıra gelen bir Fatma Hanım vardı, radyoda okunan mevlüde ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben onları paylardım. ‘Sen anlamazsın,’ derlerdi. Gerçekten anlamıyordum. Nasıl ağlıyorlardı, hiç bir şey anlamadıkları halde? Şimdi ben de, söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. Belki de sözlerimin tam anlaşılammasını, gene de benim için ağlanmasını istiyorum. İnsanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim. Aslında, kendimi de ağlatamıyordum. Kendimi heyecanlandırma yeteneğinden yoksun kalmıştım. Bir bakıma iyiydi bu: Otuz yedi ilkemize uygundu. Fakat ben de kupkuru olmuştum işte. Sonunda büsbütün kuruyup yok olacaktım. İşte Sevgi, bu acıklı sona varmadan önce buraya gelerek, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Bunu kafamda çok kurdum, içimde çok yaşadım; kaç kere kapıya kadar geldim. Uzun provalar yaptım. Albayımla da bu meseleyi üstü kapalı konuştum. Sonunda seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Söze başlamak için, bundan iyi bir giriş bulamadım: Seni eskisi gibi seviyorum Sevgi. Belki uzun bir süre susmalıydım önce. Sonra gözlerine bakmalıydım. Ya da boşluğa bakarak boğuk bir sesle konuşmalıydım. Hepsini düşündüm, hepsini oynadım. Sonunda, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. Bundan daha iyisini bulamadım bulamadım. Arkadaşlarım da bana yardımcı olmadı. Onlara da sormak isterdim ne yapmak gerektiğini. Oysa bir zamanlar benimle bu konuda çok uğraşmışlardı: Yolda gördüğüm kadınlara, bir toplantıda tanıştırıldığım kadınlara, bir barda masama gelen kadınlara neler söylemem gerektiğini bana uzun uzun talim ettirmişlerdi. Buraya gelmeden önce, aynanın karşısında  kendimi çok seyrettim, fakat uygun bir davranış bulamadım. Daha önce de seyretmiştim aynada kendimi: Arkadaşlarımın öğrettikleri sözleri denemiştim. Fakat kadınlar, acemi bir oyuncu olduğumu hemen anladılar: Lütfen yerinize oturun, dediler. Söz birliği etmiş gibi hep bir ağızdan, ‘Lütfen yerinize oturun,’ dediler. Ben de lütfen yerime oturdum. Çünkü, ben söz dinleyen bir erkektim. Herkesin sözünü dinledim. Kendini kötülersen sana acırlar bütün kadınlar, denildi bana. Ben de kendimi acındırmak için gittim kadınların oynama: Lütfen yerinize oturun, dediler. Lütfen yerinize oturun. Sonunda kendime, ben acıdım. Şimdi yerimden kalkmak, sana yaklaşmak istiyorum. Lütfen yerine otur, diyecek misin bana?”

Başı ağırlaşmıştı. “Başımı taşıyamıyorum,” diye söylendi. Başını kaldırdı: Sevgi yoktu. “Hayır,” dedi kendi kendine. “Gitmiş olamaz. Herkes gidebilir, Sevgi gidemez. Bunu çok iyi biliyorum. Bunun provasını çok yaptım. Burası onun evi. Hesapta bu yoktu.” Çevresini inceledi. Sevgi yoktu. Sevgi’nin evinde değildi. Bütün vücudunu bir ter kapladı. “Demek eve dönmüşüm,” diye mırıldandı. “Bu sefer de ben allahaısmarladık demişim. Elimi uzatmışım. Yatağıma uzandığıma göre demek böyle yapmışım. Sözü bir yerde bitirmesini becerememişim.”

Yatakta yan döndü, yorganı üstüne çekti, “Uykum var,” dedi.
“Uyumalıyım.”

Tehlikeli Oyunlardan Bir Bölüm –  Oğuz Atay

1 Yorum

  1. Merhaba,ellerinize sağlık… Çok severim Oğuz Atay’ı sizin sayenizde tekrar tekrar hatırlıyorum o eşsiz sözcükleri ve cümleleri…

    Merhaba Besra,
    Uyarı ve yorum için teşekkür ederiz. Gerekli düzeltmeyi yaptık tutunamayanlar üzerine de çalıştığımız için karışmış olmalı.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz