Hrant Dink: “Ölüm hiçbir şeydir, eğer ölene kadar dimdik ayakta durabildiysen…” – Canan Koçak

“…iki çocuk sahibi koca adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Amma velâkin fena koymuştu bu ayrımcılık… Elimde tuttuğum anahtarı, ağladığım duyulmasın diye oluklu tenekeden barakaya sürtüyordum yürürken… Bir o yana, bir bu yana yürüdüm ve ağladım.”

Ölüm hiçbir şeydir, eğer ölene kadar dimdik ayakta durabildiysen…(1)

“Tarih, 19 Ocak 2007…Yere yüz üstü kapaklanmış, sağ ayakkabısının altı yırtık, başında ve boynunda üç kurşun, 53 yıllık yaşamı boyunca hep insanlar için var olmuş bir adam, bilinmesi gereken ilk şey sadece, tepeden tırnağa İ-N-S-A-N…”

Haber kanalı büyük puntolarla sıra sıra altyazıları geçiyor. “Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni gazeteci Hrant Dink, Şişli Halaskargazi Caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti…”
Yanımda arkadaşım Helin, “bak! diyor Hrant’ı sırtından vurdular!”, ben “vah! diyorum, ona da kıydılar!…”

Her Ermeni bir belgedir… Hrant Dink(2)

Tuba Çandar, HrantYoklukla başlayıp, yoklukla devam eden bir hayat…
Malatya da çoğunlukla Ermenilerin yaşadığı Salköprü de 15 Eylül 1954’te doğdu. Annesi “tehcir” mağduru Erzurumlu Anto ile Sivaslı Ahçik’in kızı Nıvart, babası Malatyalı Ohannes’in oğlu Sarkis’ti. Ona Terzi Haşim de derlerdi.
Hrant’a canlı bir ateş( hur: ateş, yerant: canlılık) manasına gelen ismini dedesi verdi. Nıvart ile Sarkis’in pek öyle isteyerek olmayan evlilikleri, Sarkis’in kumar bağımlılığı yüzünden bitme noktasına geldi. Malatya’dan İstanbul’a gerçekleşen göçte sonuç vermeyince, evlilik boşanmayla sonuçlandı. Boşandıklarında Hrant 7, Kardeşi Hosrof 5, en küçükleri Yervant ise henüz 2 yaşındaydı.
Kum kapı’da tek göz odada fakirlik içinde yaşayan dayıları onları evine alamayınca ki zaten velayetleri babalarında olduğu için çaresiz kalan üç kardeş, hepten ortada kaldılar. Annelerinin sığındığı kapıdan babalarına yollaması, babalarınınsa hiç oralı olmayışı bir balıkçı sepetinde yaşamaya başlamaları ile son buldu. Sokaklarda barınan, aç karnına günlerce balıkçı sepetinde yatan Hrant ve kardeşlerine sahip çıkansa, “Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi yetimhanesi” oldu. Yani diğer adı ile Anadolulu Ermeni çocukların barınağı “Joğvaran”.
Joğvaran’da barınırken, Gedikpaşa İncirdibi Ermeni Protestan İlkokuluna devam ettiler. Hrant daha o zamanlarda liderlik vasıfları taşıyan bir çocuktu. Sadece kardeşlerine değil, diğer tüm çocuklara sahip çıkıyor ve sosyalliğiyle hep önde yer alıyordu. Kendi ürettikleri yaşama kültürleriyle yetimhane’ye bağlı, Hrant’ın tabiriyle “Atlantis Uygarlıklarını” yani Tuzla kampının yapımını, hep birlikte tamamladılar. Bu arazi Gedikpaşa Protestan Kilisesi tarafından alınmış bir araziydi. 12 Eylül 1980 darbesi ardından, “1936 yılından sonra azınlıklara ait vakıfların mülk edinme hakkı yoktur” kararı gerekçe gösterilerek, Tuzla kampı kapatılana değin, yaşamının büyük bir bölümünü burada geçirecekti. Mardin’in Silopi ilçesinden gelen eşi Rakel’le burada tanışıp birlikte büyüyecekler, hatta bir dönem kampın idaresini üstlenip, kampa gelen yoksul Ermeni çocuklara eğitmenlik yapacaklardı.

Ya ben tehlike’yi sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede masumdum da… Hrant Dink(3)

Khent Hrant
Kuşkusuz onun “khent” lakabını almasında büyük katkısı olmuş mekânların başında, Bezciyan ortaokulu ve ardından Tıbrevank Lisesi gelir. 1915 “Tehcir”i ile zamanında canlarından olmasınlar diye gizlenen, saklanan çoğu Müslümanlaşan onlarca çocuğun, 1950’lere uzanan yolculuğundan kalanlar için, İstanbul’un kapılarını Anadolu Ermenilerine açan, onların dinsel ve eğitsel gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurulan bu okullar, ekonomik durumundan ötürü, bir süre Hrant’a da ev sahipliği yapar.
Bütün Dünya’yı saran 68 kuşağının ateşi onu da sarar ve arkadaşları arasında “khent” yani “deli fişek” olarak anılmaya başlar. TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu) lideri yakın arkadaşı Diyarbakır’lı Armenak Bakır ile olan dostluğu ve daha çok sempatizanlık boyutunda kalan bu yakınlık, onun sol’a ne kadar yakın olduğunun ispatıdır. Hatta sırf Ermeni oldukları için yakın oldukları örgüte ve Ermeni halkına zarar gelmesin diye, isimlerini değiştirip, birbirlerini şahit göstererek mahkeme kararı ile Hrant Fırat, Armenak’sa Orhan ismini almışlardır.
Paylaştıkları ortak kaderse, her ikisinin farklı zamanlarda vurularak öldürülmüş olmalarıdır. Neredeyse otuz yıl arayla, her ikisi de içinde bulundukları eşitlik ve özgürlük mücadelesi için yaşama veda ettiler. Yalnızca bir farkla, Armenak doğuda dağda, Hrant İstanbul da kaldırımda…

Hiçbir şeyin yoksa bir şey olabilmek için çapından çok fazla düşünüp atak yapabiliyorsun. Hiçsin çünkü kaybedecek bir şeyin yok. Ama bir şey olmaya başladığın zaman, çok daha dikkatli, temkinli hareket etmeye başlıyorsun. İşin bütün özü buydu…Yervant Dink(4)
Üniversite eğitimiyle birlikte sürdürdüğü iş hayatında hep kardeşleri ile birlikte çalıştı. Onların koruyucusu, kollayıcısı, gölgesiydi adeta. Yaratıcı fikirlerin sahibi hiç kuşku yok ki genellikle Hırant’tı. Feriköyde fotoğraf stüdyoculuğu ve saat pazarlamacılığı ile başlayan iş hayatları, Bakırköy’de 1979’da Beyaz Adam Kitapçı dükkânını açmaları ile devam etti. Bir dönem Antalya da esnaflıkta yaptı fakat Beyaz Adam’la bağı hiç kopmadı.
“Kitapçı dükkânı Beyaz Adam hayatımın akışını kökten değiştirdi. Zaten çok okuyan bir insandım, artık okumak işim olmuştu. Bakırköy gelişmeye açık bir semtti, o yüzden orayı seçtim. Kitapevinde ilginç bir yenilik başlattım ve sanıyorum İstanbul’a iyi bir şey kattım.” (5)diyordu Agosta yer alan köşesinde. Bugün hala ayakta olduğunu bilmekte eminim onu çok mutlu ederdi. Her geçen gün biraz daha büyüyerek devam ettirdikleri Beyaz Adam’ın, bugün hala merkezi Bakırköy’de, bir diğer şubesi Pangaltıdadır.

12 Eylül’le tanışma…
Bu yıllar öyle yıllardır ki, çok acı çekmen için sadece sol’cu olman yetmez, Aleviysen, Kürtsen, hele bir de Ermeniysen vay haline, senin göreceğin işkence başka türlü olur elbette. 12 Eylül askeri darbesiyle, Samandra askeri topçu alayı gözetim evi haline getirildikten sonra, ziyaretçilerinden birisi “Ermeni komünist” Hrant olur, diğer tüm kaderdaşları ile birlikte. Tuvaletten bozma hücrelerde maruz kaldıkları çok ağır işkencelerin yanı sıra, bir de işin “psikolojik işkence” tarafı vardır. Anlamsız olan bu ülkenin vatandaşlarına birer yabancıymış gibi davranılması ve o çok değerli bildikleri marşların tuvalette seslendirilmesidir. Üstelik zor yoluyla. “Asıl utanması gerekenler bize o tuvaletlerde İstiklal marşı öğretmeye kalkışanlar… Bizleri bu ülkede kendilerine tuvaletlerde zorla İstiklal Marşı öğretebilecek unsurlar olarak görenler…”(6)
12 Eylül döneminde insanlık onurum çiğnenmeye çalışıldı. Bunun faili beni yere uzatıp kundurasının öksesiyle parmaklarıma basa basa türkü söyleten işkencecimdi. Koğuşta sık sık türkü söylediğimi duymuş olacak ki benimle eğleniyordu.” Dağlarına bahar gelmiş memleketim in’i çığırmıştım acıyla…(7)
Aslında insanlık onuru yine kendi anlatımıyla iki kere çiğnenmiştir. Birincisi 12 Eylülde parmaklarını ezen işkencecisiyle, ikincisi ise ölümünden kısa bir süre önce, çok haksız bir şekilde, “Türk düşmanı” gibi gösterilmeye çalışılmasıyla olur.”…Bana “Türk düşmanı” yaftasını yapıştırmaya yeltenenler tam manasıyla işkence ediyorlar ve ben de sanki onlara, “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”i söylemek zorunda kalıyorum(8)

Üniversiteden sonra Denizli Piyade Alayına…
187. kısa dönem 12. Denizli Piyade Alayında ki bölüğünün, diğer bir adı sakıncalılar bölüğü olsa da, sırf Ermeni olduğu için, erbaş rütbesi alması gerekirken, er olarak askerliğine devam ettirilen tek kişi olarak Hrant, hayatı boyunca yaşadığı ayrımcılığın en büyüğünü yaşadı ve bu durum onu çok üzdü. Bu durumu şu sözlerle ifade diyordu:
“…iki çocuk sahibi koca adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Amma velâkin fena koymuştu bu ayrımcılık… Elimde tuttuğum anahtarı, ağladığım duyulmasın diye oluklu tenekeden barakaya sürtüyordum yürürken… Bir o yana, bir bu yana yürüdüm ve ağladım.”(9)
Sözlerinden anlaşılacağı üzere, büyük kızı Delal(Baydzar) ve oğlu Ararat o askerdeyken vardır ve eşi Rakel üçüncü çocukları Sera’ya hamiledir.

Aras Yayıncılık ve Agos…
Hrant 1993 yılında Mıgırdiç Margosyan, Ardaşes Margosyan ve Tomo ile Aras yayıncılığı kurar. Ermeni edebiyat ve kültürünü tanıtmayı ve bütün bu eserleri hem Ermenilerle hem de Türklerle buluşturmayı hedefleyerek yola koylurlar. Bu alanda yer alan büyük bir boşluk böylece anlamlı bir şekilde dolacaktır ki nitekim öyle de olur.
Yayıncılığa büyük bir istekle başlayan Hrant’ın zihninde artık bambaşka bir fikir vardır. Ermeni ve Türk dünyasına daha yakından dokunacak bir gazete. Fazla zaman kaybetmeden fikrini dostlarına anlatır ve ismini “Agos” koyduğu gazetesiyle yoluna devam eder.
Agos’un kelime anlamı, toprakta suyun aktığı, tohumun filizlendiği, bereketin fışkırdığı uzun yarık demektir. Böylece Ermeni toplumundaki tüm değerler ortaya çıkacak, Ermeni tarihi, cemaat ve dinsel yortular gibi birçok konuya değinilecektir. Bir dönem Agos gazetesi yazı işleri müdürlüğü yapan Karin Karakaşlı’nın anlatımıyla, “Hrant, Ermeni kimliği konusunda kendi toplumuna kendini hatırlatırken, onu iyice bir silkelerken, bir yandan da bu kimliğin varlığını unutmuş gözüken Türk toplumuna seslenmeye başladı.”(10)
Hrant’ın tanınıp medyada daha görünür olmasını ve hedef gösterilmeye başlanmasını sağlayanda yine çok sevdiği gazetesi Agos olacaktır.

“Türk”lüğü Aşağılamak…
Hrant, Şanlıurfa’da katıldığı bir panelde kendisine “Siz Ermeniler okullarınızda Türküm, doğruyum, çalışkanım andını söylüyor musunuz? Söylüyorsanız ne hissediyorsunuz?” sorusuna verdiği şu cevapla, “…çocukluğumda bu andı söylerken ne hissettiğimi anımsamıyorum, ama şimdi hissettiğim şu: Doğruyum, çalışkanım ama Türk değilim, bunu söylerken ki amacım, Türklüğü aşağılamak değil, sadece ruh halimi yansıtmak”(11) der ve ekler. “Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözünde kullandığı kucaklayıcı Türk kavramıyla, daha sonra bu kavrama yüklenen ırkçı ve etnik anlamlar sizce aynı mı? Ulusal birliğimizin Türklüğe havale edildiği bunca deneyimin ardından benim gönül rahatlığıyla kendimi Türk olarak görmem mümkün mü?…(11)
Yani başka bir deyişle bu ülkede “öteki” olduğun sürekli vurgulanınca, ne yazık ki bu kavramların kapsayıcılığının da azaldığı vurgusunu yapar. Sonrasında değindiği Mehmet Akif’in İstiklal marşında kullandığı “kahraman ırkıma..” ibaresini içeren mısrasına atıfta bulunarak, ulusal marşlarda ırk kelimesini telaffuz etmenin, ayrımcılığı, ırkçılığı çağrıştırabileceği yorumunda bulunur. O, bu kadar dürüst ve açık yüreklilikle kendini ifade ederken, diğer taraftan “Türklüğü aşağıladığı” gerekçesiyle Türk Ceza Kanununun 301. maddesine göre kendisine dava açılır. Aslında birçok kez 301. maddeyle muhatap olmak zorunda kalır, fakat ilkinde beraat eder ve ceza almaz.
Sabiha Gökçen’in Atatürk tarafından yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızı olduğu haberiyle bütün dikkatleri üstüne çeker. Simgeleşmiş bir Türk kadını olduğu bilinen Sabiha Gökçen’le ilgili yaptığı bu haber üzerine, ırkçı çevrelerce baskı altına alınmaya ve tehditler almaya başlar. Amacı Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine, birazda 1915’te sağ kalan ve din değiştirmek zorunda kalanlarla konuşmaktır.
Türkleri eleştirirken, Ermenilerin yerdiği ya da övdüğü, Ermenilerin eleştirirken Türklerin yerdiği ya da övdüğü adam olmaktan bir türlü kurtulamaz. Bu bir Ermeni travması ile Türk paranoyasıdır aslında. 1915’te yaşanmış acı’ya ne derseniz deyin, soykırım, tehcir, trajedi, kıyım ya da Hrant’ın tabiriyle “yıkım”, elbette tarihte olanlar gün yüzüne çıkarılmalıdır. Fakat bazı şeyleri artık tarihin karanlık odalarına gömüp, yeniden bu iki halkı barıştırabilir miyiz? Her zaman bunu tartışmalıyız der ve ölene kadar hiç vazgeçmez.
Ermeni kimliği ile ilgili bir yazısının cımbızlanarak “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerine dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” sözleri yine Türk düşmanlığı yapıyor gerekçesiyle “Türk’ün zehirli kanı” ibaresi öne çıkarılır. Her gün yeni bir sözel saldırıya maruz kalır ve medyadaki karalama kampanyası giderek daha ırkçı, daha faşizan olur. Sonuç olarak, 301. madde ile yediden karşılaşır. Bu defa insanlık onuruna dokunacak kadar ileri gidilir. Ne yazık ki mahkeme, yazının eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklaması niteliğinde olmadığına, aşağılayıcı ve incitici nitelikte olduğuna karar vererek Hrant Dink’i, Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek” suçunu işlemekten dolayı 6 ay hapse mahkûm eder.
Garip olansa şudur: Sonrasında ne dese, kime ne demeç verse suç olarak görülür ve benzeşen diğer davalarda yargılanan insanlar ceza almamışlardır. Yıllardır halkların kardeşliği için yanıp kavrulan Hrant, ister istemez şu soruyu sorar ve şöyle der:
“Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”(12)
“Çok açık ve net söylüyorum; Eğer suçum sabitlenirse, insanları tahkir edeceksiniz, sonra da onlarla beraber yaşayacaksınız, demektir bu. Hem de aynı sokak, aynı mahalle, aynı ülkede… Bu bir onursuzluktur, olmaz böyle şey. Ben bunu yapmam. Böyle bir niyetim olmadığını bu topluma anlatamıyorsam, evet bu ülkeyi terk ederim ve giderim.”(13) diyebilecek kadar da cesurdur.

“Beni vuran başımdan vurur.”
Hrant’ı yalnızlaştırmak ve zayıf düşürmek isteyenler, toplumu yanlış ve kirli bilgilerle beslemeye devam ederken, o mutlaka bir gün doğru anlaşılacağına olan güvenini hiç yitirmedi. Gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar gidecekti.
Kendisine ve ailesine yönelik tehditler arttıkça, çelik yelek alması konusunda kendisini uyaran dostlarına verdiği cevapsa gerçekten yürek parçalayıcıydı: “Beni vuran başımdan vurur.”

Eğer bir gün bu ülkeden gidecek olursam, yürüyerek gitmeyi isterim. Tıpkı geçmiştekiler gibi, kafileler halinde yollara dökülen, yolları ölsünler diye güneye yöneltilen kuzey yolcuları gibi…Hrant Dink(14)
Hrant ve “gitmek” pek öyle birbirine yakışır kelimeler olamazdı. “Git” demek, “ya sev ya terk et!” demek, böylesi bir insana edilecek laf dahi olamazdı.
“Türkiyeliyim… Ermeniyim… İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa ülkemi terk edip gideceğimi Batı denilen, o hazır özgürlükler cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu… Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz…”(15)
O kadar içten, samimi edilen bu sözler karşısında ne denilebilir? Ne yazık ki bu ülkede güvercinlere hep dokundular Hrant, hatta kolunu kanadı kırdılar mı demeli, yoksa Rakel’in dediği gibi “bir bebekten katil yarattılar…”mı? Seni vurdular, seni yok ettiklerini sandılar. Oysa bilmedikleri bir şey vardı. Başlarını gökyüzüne çevirseler ardındaki güvercin selini göreceklerdi. Görmediler, göremezler…

Canan Koçak
İnsanokur.org


(1) Tuba Çandar, Hrant s.630
(2) Tuba Çandar, Hrant s.24
(3) Tuba Çandar, Hrant s.189
(4) Tuba Çandar, Hrant s.169
(5) Tuba Çandar, Hrant s.233
(6) Tuba Çandar, Hrant s.195
(7) Tuba Çandar, Hrant s.198
(8) Tuba Çandar, Hrant s.575
(9) Tuba Çandar, Hrant s.212
(10) Tuba Çandar, Hrant s.369
(11) Tuba Çandar, Hrant s.456
(12) Tuba Çandar, Hrant s.606
(13) Tuba Çandar, Hrant s.587
(14) Tuba Çandar, Hrant s.648
(15) Tuba Çandar, Hrant arka kapak

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz