Edebiyatın Yalnız Kalemi: Sabahattin Ali Hayatı ve Sanatı – Fikret Seyhan

Sabahattin AliYaşamının İlk Dönemi
Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Bulgaristan’ın Gümülcine kentinde doğar. Ali’nin ilkokul dönemi Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde geçer. Bu dönemde Sabahattin Ali, babasının yönlendirmesiyle ilk yazma girişimlerine başlar. Sabahattin Ali’nin kendi anılarından aktardıklarına göre yazı yazma konusunda babasıyla olan girişimleri şu şekilde başlamıştır:“Babam pazarda gördüklerimi yazmamı isterdi. Bir kez yazıya şöyle başlamıştım: ‘Sabahın erken saatinde pederimin latif sesiyle uyandım.’ Babam öfkelenmiş ‘Haydi ordan, yalancı kerata. Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babanın latif sesiymiş! Sesim sana latif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz’ demişti.” (1)

1926 yılında Balıkesir Öğretmen Okulu’nu bitirmesinin ardından ilk görevi için Yozgat’a atanır. Aynı yıl babasını kaybeden Sabahattin Ali bu dönemde ebedi yaşantısına çeşitli dergilerde yazdığı yazı ve şiirlerle başlangıç yapar. 1926’da ölen babası için yazdığı ”Babam İçin” adlı şiir Güneş dergisinde yayınlanır. Aynı zamanda Servet-i Fünun, Akbaba, Hayat, Meşale, Irmak ve Çağlayan gibi dergilere şiir ve öyküler yazar.

1928 yılında Maarif Vekâleti’nin açtığı sınavları kazanan Sabahattin Ali Almanya’ya dil eğitimine gitme hakkı kazanır. Almanya’da geçirdiği 2 yıllık serüven Sabahattin Ali’nin politik dönüşümünde önemli bir rol oynar. Burada özellikle Marksist iktisat ve felsefe alanında kendisini geliştirme konusunda çaba harcar. Ayrıca Almancası onun ilerleyen yıllarda çevirmenlik konusunda önemli bir yer edinmesini sağlar.

Türkiye’ye dönüşünde Almanca öğretmenliğine başlar. Edebiyat yaşantısı Nazım Hikmet’in düzeltmenlik ve sekreterliğini üstlendiği Resimli Ay dergisinde çalışmasıyla yeni bir evreye girer. Nazım Hikmet henüz genç bir edebiyatçı olan Sabahattin Ali üzerine ilk gözlemlerini şöyle aktarır ve bu satırlar bize Ali’nin politik yönelimi üzerine ipuçları verir: “Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikâyeler yazdığını ve isminin Sabahattin Ali olduğunu söyledi. Hikâyelerinden birini bıraktı çıktı. Bu hikâye orman sanayinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesiri altında yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından Türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlarından hissediliyordu. Hikâye basıldı (…) İlk yazısını bize getirişi Sabahattin’in antiemperyalist, demokratik temayülünü gösteriyordu. Gerek dostluğumuz, gerekse Resimli Ay’ın o zamanki çevresine girişi, gerekse sonraları Sinop Cezaevi’nde parti üyelerinden bazılarıyla tanışması Sabahattin Ali’nin sosyalist idealleri benimsemesinde tesirli oldu.” (1)

Yazın hayatının başlangıcında Resimli Ay’la birlikte Yedi İklim ve Varlık gibi edebiyat dergilerinde yazıları yayınlanan Sabahattin Ali artık İstanbul’un en fazla okunan edebiyat dergilerinde adını duyurmaya başlamıştır. Nazım Hikmet gibi edebiyat ustalarının gözünde gelecek vaat eden bir gençtir. Zekeriya Sertel’de kişisel gözlemlerinde onun edebi yönelimi hakkında şu bilgileri aktarır: “…Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam, büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann’dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nazım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüştü, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı.” (1)

Baskı Günleri Başlıyor
Sabahattin Ali’nin 1930’ların başından itibaren sürdüreceği yaşam burjuva rejimin gelişimiyle paralellik taşır. Muhalif bir edebiyatçı ve düşünür olarak rejimin sopası onun da sırtından eksik olmayacaktır. Burada o dönemin politik atmosferine değinmekte de fayda var.
1929’da dünyada patlak veren Büyük Buhran Avrupa’da devrimlerin yenilgisine paralel olarak faşizmin yükselişi sonucunu doğurmuştu. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini ilerleyen süreçte İspanya’da iktidara gelen faşist General Franco’nun yarattığı dalga Türkiye gibi yeni kurulan burjuva cumhuriyetlerde de etkisini gösteriyor ve faşizmin yarattığı “güçlü devlet-güçlü lider”algısı Kemalist iktidarın milliyetçi yönelimini artırıyordu.

Bu dönemde atılan birkaç adım yeni rejimin girdiği yönelimi algılamak açısından önemlidir. Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi bu dönemde icat edilir. Örneğin Afet İnan 1930’da toplanan Türk Ocakları Kongresi’nde “Latin medeniyetinin esasını kuranlar Etrüsk denilen Türklerdir.”(2) diyecek ve tarihteki bütün milletlerin kökenini Türk ırkına bağlayan milliyetçi propagandanın önünü açacaktır. Yine milliyetçilik toplumda yansımasını 1928-1933 yılları arasında düzenlenen“Vatandaş Türkçe Konuş!” , 1929’da örgütlenen “Yerli Malı Kullan!” mitingleriyle gösterecektir. Elbette bütün bu ideolojik kampanyalar o dönem özellikle Kürtlere ve gayrimüslimlere yönelik olarak düzenlenen katliamlar ve baskılarla bir paralellik arz etmektedir. Öte taraftan dönemin muhalif aydın ve yazarları yoğun bir baskı altındadır. Sabahattin Ali’nin de yazılarının yayınlandığı Resimli Ay dergisi Nazım Hikmet’in “Putları Kırıyoruz!” başlıklı yazıları nedeniyle o dönem saldırıların odak noktalarından birisi haline gelir. 1931 yılında İsmet İnönü bir meclis konuşmasında “…devamlı kötü yayın halkı bozar… Her şeyin kötü olduğunu söyleyenler milleti zehirliyorlar.” (3) diyecektir. Kısa bir süre sonra çıkarılan Matbuat Kanunu’yla birlikte “padişahçılık, hilafetçilik yolunda ve komünistlik ve anarşistliği tahrik eden neşriyat”(2) çıkarmak yasaklanacaktır. Bu yasa asıl işleyişini muhalif-solcu yayınlar üzerinde gösterecektir. Kemalist Tek Parti İktidarı 1936 yılında tamamen faşist bir zihniyetin ürünü olan 1930 İtalyan Ceza Kanunu’nu aynen kopyalayacaktır.

Sabahattin Ali’nin böyle bir ortamda hapishanelerle tanışması çok uzun sürmeyecektir. 1931 yılında Aydın Erkek Sanat Okulu öğrencilerinin dolaplarında TKP’nin Kızıl İstanbul gazetesi bulunur, aynı zamanda Sabahattin Ali de ‘zararlı faaliyet’lerde bulunduğu yönünde ihbar edilir. Bunun sonucunda üç ay cezaevinde yatar. Bu kısa tutukluluğun ardından Konya’da memuriyet hayatına geri döner, ancak artık fişlenmiş bir komünisttir. Konya’da görevli olduğu sıralarda okuduğu bir şiirde Mustafa Kemal’i eleştirdiği gerekçesiyle ihbar edilir. Şiir aslında köylülerin yoksulluğuna ve unutulmuşluğuna yapılan bir göndermedir:

Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der enel hak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince
İskender’e bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış mıdır?

Asım Bezirci bu olayla ilgili olarak şunları yazar: “Yazık ki romancının ücreti ödenmeyince(burada Sabahattin Ali’nin bu dönemde Yeni Anadolu gazetesinde yayınlanmaya başlanan Kuyucaklı Yusuf romanı kast edilir.) tefrika yarım kaldı. Gazete sahibi buna pek içerledi. Bir komplo düzenledi: Altı yedi ay önce, Sabahattin Ali’nin bir mecliste ‘Memleketten Haber’ adlı, güya Atatürk’ü taşlayan bir şiir okuduğunu -Mustafa adlı bir öğretmen aracılığıyla- jurnal etti. Akrabalarından Remzi ve ilköğretim Emin (Soysal)’ın da tanıklığını sağladı. Oysa şiir Almanya’da yazılmış olup Sivas’taki bir Bektaşi hareketiyle ilgiliydi, bazı yerleri değiştirilmişti, üstelik içinde Atatürk’ün adı da geçmiyordu. (…) Sabahattin Ali 26 Aralık 1932’de tutuklandı. Hapisliğinin aşağı yukarı dört ayını Konya’da, altı ayını Sinop’ta geçirdi.” (1)

Hasan İzzettin Dinamo’da Sabahattin Ali’nin hapishane deneyimiyle ilgili olarak “Eğer Konya’daki bu şiir ihbarı olmasaydı belki de onun solculuğu tatlı bir gevezelik olarak kalacaktı.” (4) der.

1933 yılında Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü nedeniyle çıkarılan aftan yararlanan Sabahattin Ali serbest kalır. Ancak tekrar memuriyete dönebilmesi için kendisinden Mustafa Kemal’e bağlılığı kanıtlanması istenmiş; bunun üzerine 15 Ocak 1934’te Varlık Dergisi’nde “Benim Aşkım” adlı şiiri yazmıştır:

Sensin kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin “ülkü” adıyla beynimde dimdik duran,
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran,
Seni çıkartsam ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dürziye,
Hisler kambur oluyor, dökülüyor yazıya,
Kısacası gönlümü verdim ulu gaziye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

1935’te Aliye Ali ile evlenen Sabahattin Ali, 1936’da askere gider. 1937 yılında kızı Filiz Ali dünyaya gelir. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte ikinci kez askere alınır.

1-Aktaran: Ali Yıldız, Cumhuriyet Kitap, Genç Yaşında Kırılan Kalem: Sabahattin
2- Ali,28.06.2012
3- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 6, s.1914
Age., s.1914-1915

Sabahattin Ali ve Öyküleri
Sabahattin Ali bütün bu kısıtlamalara ve üzerindeki baskılara karşın yazın yaşamında önemli eserler vermeye devam eder. Baskı onu daha da olgunlaştırır; ilk dönem eserlerinde var olan romantizm yavaş yavaş yerini toplumsal sorunlara gerçekçi bir bakışa bırakır, ayrıcalıklı sınıfların asalaklığına daha keskin eleştiriler yönelten eserler vermeye başlar. Özellikle öyküleri dönemin Türkiye’sinde devlet, asker, köylü, işçi, yoksul, zengin, hasta, doktor, entelektüel gibi unsurlar arasındaki eşitsiz ilişkileri gözümüzde canlandıracak kadar açık bir şekilde aktarır. Ayrıca imkânsız aşklar, Anadolu’nun doğal güzellikleri ve efsaneleri de bu öykülerin sınırları içerisindedir.

1934 yılında şiir alanındaki çalışmalarını kapsayan “Dağlar ve Rüzgâr” eserini yayınlar. Bu Sabahattin Ali’nin ilk ve tek şiir kitabı olacaktır. Onun edebi zenginliği kendisini asıl olarak öykülerinde gösterecektir.
İlk dönem öykülerini 1935 yılında Değirmen adlı öykü kitabında toplar. Kitaba adını veren Değirmen adlı öyküde Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendilerinden başka Allah tanımayan Çingeneleri ve onların içinden Atmaca isimli bir delikanlının tek kolu olmayan bir genç kıza olan uçsuz bucaksız aşkını konu edinir. Afşar Timuçin bu öyküyü “sevgisizlerin dünyasına yöneltilmiş yaman bir eleştiri” (5) olarak nitelendirir. Sabahattin Ali “Gorki’yi pek fazla okumuş değilim, onun ‘Makar Çudra’ isimli hikâyesine benim Değirmen isimli hikâyemi benzetmişlerdi, varit gördüm, çünkü Değirmen’i yazmadan bir ay kadar evvel okumuştum Gorki’ninkini.” sözleriyle bu öyküsünün esin kaynağını da aktarır (6). 1927-1930 yılları arasında yazdığı öyküler genellikle aşk ve kadın-erkek arasındaki tutkuları ele alır.Kurtarılamayan Şaheser(1929), Kırlangıçlar(1933), Viyolonsel (1928), Birden Bire Sönen Kandilin Hikâyesi (1929) öyküleri de Değirmen öyküsüyle benzer temalar içerir.

Sabahattin Ali Bir Gemici Hikâyesi (1930) adlı öyküsüyle birlikte romantizmden toplumcu gerçekçiliğe doğru bir geçiş yapmaya başlar. Bu hikâyesinde bir gemide tayfa olarak çalışan bir gencin kötü çalışma koşullarına karşı isyanını konu edinir. Genç gemiciyle birlikte bütün tayfa her gün kendilerine yemek olarak kuru bakla verilmesine isyan ederek “kuru baklayla ateş yakılamayacağını”, açık olarak ifade etmek gerekirse hak aramanın gerekliliğini öğrenirler. Yine 1930’da Resimli Ay dergisinde yayınlanan Bir Orman Hikâyesi’yle geçim kaynakları olan ormanları devlet tarafından gasp edilen köylülerin zorbalık karşısındaki öykülerini konu edinir.“Ertesi gün imdat alıp gelen candarmalar, çocuklar ve koca karılardan başka, kadın, erkek bütün köy halkını iplerle bağlayarak kasabaya götürdüler ve memuru kurtardılar.” (7) ifadeleri dönemin Türkiye’sinde devletin baskıcı yönünü deşifre eder ve Sabahattin Ali’nin öykülerinde bu gerçeğe sıklıkla rastlanılır. Kazlar isimli hikâyesinde de yoksula, köylüye, emekçiye etmediğini bırakmayan devletin ve yargı mekanizmalarının, zenginlerin elinde nasıl bir oyuncak haline geldiği anlatılır. Bir Firar (1933) adlı öyküde de dönemin köylüsü jandarma tarafından dipçikle yola getirilen bir kesim olarak gösterilir. Ayrıca Komik-i Şehir (1928)öyküsünde olayın kahramanı Rahmi’nin sevgilisi Viktor’un haydutlar tarafından kaçırılması, jandarma ve kaymakamın bu olay karşısında gösterdikleri ilgisiz tavır, üstüne kaymakamın Viktor’a zorla sahip olmaya çalışması, başaramamasının ardından onu zorla geneleve göndermesi devletin nasıl bir çürümüşlük içerisinde olduğunu resmeder. Rahmi bu çürümüşlüğe intiharla yanıt verir. Benzer şekilde Kağnı ve Sıcak Su adlı öyküler de “adalet” mekanizmasının adaletsizliğine, devletin güvenlik güçlerinin o dönemki pervasız saldırganlığına canlı birer tanıktır. Sabahattin Ali’nin birçok öyküsünde köylüler bu baskıya boyunlarını eğseler de, özellikle kimi hikâyelerinde köylülerin destansı başkaldırıları görülür. Candarma Bekir (1934) adlı öyküde Bekir tarafından yedi köyün muhtarı önünde dövülen Halil Efe hikâyenin sonunda ne yapar eder ondan intikamını alır. Yine Sıcak Su’da kaçak kocasına yardım ettiği için jandarmaların tecavüzüne uğrayan Emine’nin direngen sessizliği bu tavra yorulabilir. Ancak bunlar daha çok bireysel çıkışlardır.

Sabahattin Ali’nin toplumcu yönelimi Kağnı (1936) ve Ses (1937) eserleriyle birlikte daha da belirginleşir. Sabahattin Ali’nin bu eserlerinde toplanan hikâyelerindeki karakterler birbirleriyle uzlaşmaz sınıfların birer üyeleri olarak karşıt kutuplarda yer almışlardır. Arabalar Beş Kuruşaadlı hikâyede sokaklarda annesiyle araba satarak geçinen bir ilkokul çocuğunun zengin sıra arkadaşıyla karşılaşması ve zengin çocuğun annesinin yoksul çocuğa yönelik dışlayıcı tutumu olayın merkezinde yer alır. Köpek adlı öyküde de Sabahattin Ali kentli-köylü arasına keskin bir bıçak darbesi vurur. Şehirli sosyetenin köylülere yönelik aşağılayıcı tavrı anlatılır.

Sabahattin Ali’nin öyküleri onun tutsaklık yaşamının etkisiyle hapishane, mahpusluk gibi konuları içerisinde daha fazla barındırmaya başlar. Özellikle Aydın (1931), Konya (1932) ve Sinop (1933) Cezaevleri onu yeniden biçimlendirir. Bir Şaka ve Duvar öyküleriyle cezaevi günlerinden gerçekçi kesitler bulunmakla birlikte, mahkûm psikolojisi tablolaştırılır. Öte taraftan tutsak olarak birçok ünlü ismi duvarları arasında bulunduran Sinop Cezaevi adeta Sabahattin Ali ile gerçek kimliğini kazanmıştır desek abartmış sayılmayız. Sabahattin Ali Sinop Cezaevi’ni“hürriyeti gözlerin önüne kadar getirmek, sonra birdenbire çekip götürmek için yapılmış bir yer” olarak tanımlar. Ayrıca sonradan bestelenen meşhur Mahpushane Türküsü Sinop Cezaevi’nde yatan Ali’nin geleceğe dair umudunu dile getirir.

Sabahattin Ali’nin “İnce Memed”i: Kuyucaklı Yusuf (1937)
Sabahattin Ali ilk romanı olan Kuyucaklı Yusuf ile birlikte edebiyatında yepyeni bir ufuk açar. Daha önce bazı öykülerinde tohumlarını attığı imkânsız aşklar, egemen düzenin çarklarında sıkışan ve sonunda bireysel bir isyanla çıkış yolu arayan insan tipolojisi, bireylerin çıkarcı ilişkilerine duyulan kahramanın yalnızlaşma eğilimi Kuyucaklı Yusuf’ta geniş bir birliktelik kazanır. Ayrıca Sabahattin Ali’nin insan psikolojisini tanımada ve resmetmekteki ustalığı roman türünün verdiği imkânla ilk kez kendisini bu kadar açığa vurur. Bu doğrultuda önemli bir eser olmasına karşılık olay akışındaki örneğin Yusuf’un üvey kardeşi Muazzez’e aşkı gibi bazı olaylar gerçekçilik iddiasıyla çelişkili bulunarak eleştirilmiştir.

Romanın olay örgüsü anne babası 1903’te Kuyucak’ta eşkıyalar tarafından öldürüldükten sonra soruşturmaya gelen kaymakam bey tarafından evlatlık olarak alınan Yusuf etrafında döner. Yusuf köyden sonra şehir hayatına alışamayan, eğitim görmemiş, etrafta acımayla karışık ürküntüyle yaklaşılan bir karakter olarak karşımıza çıkar. Yusuf’un dostları olmakla birlikte yalnız ve en yakınındakiler tarafından bile anlaşılamayan bir kahramandır. Yusuf’un kaderi üvey kardeşi Muazzez’e olan aşkı ve Muazzez’in de kendisine duyduğu sevgiyi dile getirmesiyle birlikte değişir. Köyün ağasının oğlu tarafından istenen, en yakın arkadaşının âşık olduğu Muazzez’le birlikte olması Yusuf’un içinde bulunduğu toplumsal ayrışmalarla ve değerlerle çatışmasını başlatır. Ayrıca Yusuf üvey annesi Şahinde’nin arkasından çevirdiği dolaplar baş etmek zorundadır. Selahattin Bey’in ölmesiyle işler sarpa sarar. Selahattin Bey tarafından kaymakamlıkta tahrirat kâtipliğine getirilen Yusuf, yeni kaymakam tarafından köy köy dolaştırılan bir tahsildara dönüşür. Onun uzun yolculukları sırasında geride kalan karısı Muazzez ise annesi Şahinde’nin oyunlarıyla ilçenin kaymakamı, komutanı gibi ileri gelenlerinin zevkine sunulur. Günün birinde böyle bir sahneye denk gelen Yusuf evde bulunan herkesi öldürür, Muazzez’i de yanlışlıkla yaralar. Onunla beraber kaçarken, Muazzez yaşamını yitirir.

Romanda köy ağası gibi dönemin üst sınıflarında yer alan kişilerin işledikleri suçlar, cinayetler karşısında cezasız bırakılmaları Sabahattin Ali’nin öykülerinde sıkça karşılaştığımız bir durumdur. Bu kişilerin devlet bürokrasisi içerisinde satın alamayacakları kimse yok gibidir. Yusuf gibi insanlara yasalar herhangi bir çıkış olanağı tanımaz. Romandaki toprak ağası Hilmi Bey ve oğlu Şakir karakterleri ortasında bulundukları düzenin birer özeti gibidir. Sabahattin Ali Yusuf’un yakın arkadaşını öldüren Şakir’e jandarma tarafından arka çıkılmasını romanda şöyle yorumlar:“Bu böyle gelmiş böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikre rağmen, Hilmi Bey’in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu. Hapishane ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir Hilmi Bey’in oğlu adam öldürse bile onlarla bir tutulamazdı.” (8)
Son olarak romanın temel karakterlerinden olan Selahattin Bey’e ve temsil ettiği toplumsal kesime yönelik bir paragraf açmak gerekir. Selahattin Bey, tıpkı Kürk Mantolu Madonna’nınRaif Efendi’si, İçimizdeki Şeytan’ın Hüsamettin Efendi’si gibi içinde sıkıştığı kirli çarkların değişmeyeceğini bilen ve bunu değiştirme konusunda da en ufak bir adım atacak iradesi olmayan bir memurdur. Tıpkı Raif Efendi ve Hüsamettin Efendi gibi kötülükler karşısında, sonbaharın gelişiyle sararmasına karşı koyamayan bir ağaç yaprağı gibi teslim olur. Aslında Selahattin Bey’in ölümü bir anlamda kötülük karşısındaki sessizliğin kurtarıcı rolünün ölümünün bir temsilidir.

İçimizdeki Şeytan (1940)
Sabahattin Ali 1940 yılında dönemin aydın tipolojisine, faşist bireylere yönelik eleştirilerini konu edinen İçimizdeki Şeytan romanını tamamlar. Bu eseri İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı, faşizmin Avrupa’da gücünün doruğunda olduğu günlerde faşizme öykünen aydınların küçük burjuva dünyasını, kirli yüzlerini ortaya koyar.

Romanın kahramanı Ömer zayıflıkları her haliyle ortaya dökülen, etrafındaki insanların çok rahat etkisinde kalabilen biridir. Kitabın adı Ömer’in iradesizliğinin bir yansımasıdır. Ömer yaptığı her hatanın, yapamadığı her şeyin hesabını içinden kendisine seslenen şeytana keser. “Çok kere böyle oluyordu. Bütün kafası birdenbire boşalıyor, göğsünün ve gırtlağının üstüne bir ağırlık çöküyor ve ne olduğunu bilmediği birtakım şiddetli arzuların hasretini duyuyordu… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor.” (9) der Ömer.

Romanda geçen İsmet Şerif, Emin Kamil gibi kişiler çoğu kez Peyami Safa, Nihal Atsız gibi milliyetçi isimlerle benzeştirilmiştir. Romandaki bu kahramanlar vaktini genelde içkili âlemlerde edebi ve siyasi muhabbetle geçiren, edebiyat tacirleridir. Ayrıca kendilerine önemli insan süsü vererek, Ömer ve arkadaşı Nihat gibi gençleri etraflarına toplamak şişkin egolarını tatmin etmenin birer aracına dönüşmüştür.

Romanın bir diğer ana karakteri Macide ise Sabahattin Ali’nin diğer eserlerinden tanıdığımız güçlü kadın tipolojisinin bir örneğidir. Balıkesir’den okula İstanbul’a gelen ve teyzesinin yanında kalan Macide babasının ölümüyle bir yol ayrımına gelir. Kendisine maddi nedenlerle sırt çeviren teyzesinin evini terk ederek Ömer’le evlenir. Ömer’in arkadaş çevresindeki ikiyüzlü çarpık ilişkileri güçlü karakterinin getirdiği bağımsızlıkla daha iyi görür.

Kürk Mantolu Madonna (1943)
Ali’nin üçüncü romanı Kürk Mantolu Madonna 1943’te yayınlanır. Yarattığı karakterlerle ve onların iç dünyalarını yansıtmadaki ustalığıyla Sabahattin Ali’nin en başarılı romanı denilebilirKürk Mantolu Madonna için. Romanda sıradan bir memur yaşantısı süren Raif Efendi’nin sıra dışı bir aşk hikâyesi konu edinilir. Raif Efendi “Hayat ancak bir kere oynanacak bir kumardır, ben onu kaybettim.” sözleriyle ortaya koyduğu gibi tesadüfle başlayan bir aşkın ortasında bulur kendini. Almanya’da bir sergi de gezerken takıldığı bir tablo adeta onu da içine çeker. Günlerce sergiye gidip incelediği tablo bir anda canlanıverir ve tablonun sahibi Maria Puder’le aralarına giren bir tablo ile göz arasındaki sınır ortadan kaybolur.

Raif Efendi’yi kısaca tanımak gerekirse, yazara göre “…o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımıza yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biri idi.” Görünüşte evet. Ancak Raif Efendi’yi kaybedilmiş bir birey olarak görmek daha doğru olacaktır. Ne ailesi, ne işi ne de çevresi Raif Efendi’yi kazanmak ve içini kemiren kurttan temizlemek adına en ufak bir çaba harcamayacak; aksine onu çukura itmek adına elinden geleni yapacaktır. En yakınında bulunan ailesi “Onun niçin daha fazla para kazanmadığına, niçin daha lüks bir hayat temin etmediğine kızıyorlar, fakat aynı zamanda onun bir hiç, ehemmiyetsiz ve kıymetsiz bir sıfır olduğundan emin bulunuyorlardı.”

Sabahattin Ali bu romanında da diğer eserlerinde de rastlanıldığı gibi oldukça güçlü bir kadın karakterine yer verir. Maria Puder’e de tıpkı İçimizdeki Şeytan’ın Macide’sinde olduğu gibi hayat karşısında dik bir biçim verilmiştir.

Politik Bir Düşünür Olarak Sabahattin Ali
Sabahattin Ali tek başına ne bir edebiyatçı olarak, ne de bir politika adamı olarak tanımlanabilir. Birçok öyküsünde, romanlarında çoğu kez topluma ve kişilere dönük bir eleştiri söz konusu olsa da Sabahattin Ali’yi kötülükler karşısında dünyayı değiştirmenin bir çaresini aramak yerine, bir adım geriden bu gerekliliği anlatan bir aydın-edebiyatçı-düşünür olarak tanımlamak daha doğru olacaktır.

1941-1945 yılları arasında Sabahattin Ali Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmenliği yapar. Savaş yılları ile birlikte Türkiye’de de Avrupa’da yükselen ırkçı-faşist çığırtkanlık düşünsel yaşamda etkisini bulmuştur. Özellikle Nihal Atsız’ın başını çektiği bir grup çıkardıkları Tasvir, Orhun, Tanrıdağ, Çınaraltı, Gökbörü gibi dergilerde Türkiye’nin de Nazilerin yanında savaşa katılması yönünde propaganda yaparlar. Birinci Dünya Savaşı’nda fiyaskoyla sonuçlanan Pantürkist ırkçı-Turancı görüşler bu yıllarda yeniden patlama yapar. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanı bu güruhun gerçek dünyasını eleştiriye tabi tutar. Nihal Atsız, kendi tabiriyle Sabahattin Aliyef’in İçimizdeki Şeytan romanına İçimizdeki Şeytanlar yazısıyla karşılık verir. Aynı Nihal Atsız 1 Nisan 1944 yılında Orhun dergisinde “Başvekil Saraçoğlu Rüştü’ye İkinci Açık Mektup” adlı yazısında “Dil kurumu azası ve Devlet Konservatuarı öğretmeni Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist” olduğunu, şiirleriyle Atatürk, İsmet İnönü gibi Türk büyüklerine hakaretler saçan bir vatan haini olduğunu söyler ve memuriyetten atılmasını ister. Sabahattin Ali Nihal Atsız hakkında hakaret davası açar. Dava sırasında ırkçı-faşist gençler mahkeme önünde ona karşı bir miting düzenlerler. Nihal Atsız bu mahkeme sonunda 6 ay ceza alır.

Sabahattin Ali’ye göre edebiyat bir politik propaganda sanatıdır da aynı zamanda. İnsanı daha iyiye doğru yönlendirmektir asıl amaç. Sabahattin Ali yapıtlarında “endividüalizmden* mümkün olduğu kadar hayata, muhite dönmek, muhitten birçok şeyler almak ve muhite birçok şeyler vererek yazmak” (10) amacını taşır. “Kitle ile beraber ıstırap çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmayan, nabzı kitlenin nabzı ile aynı tempoda atmayan” (10) edebiyatçıları kıyasıya eleştirir.

“Milli Şef” İsmet İnönü II. Dünya Savaşı’nda Batı’nın kapitalist demokrasilerinin zaferi üzerine 19 Mayıs1945’te Türkiye’nin de “demokrasi” rayına oturacağını “Harp zamanının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir.”(4) sözleriyle müjdeliyordu. Savaşın ardından 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulur ve göstermelik bir temsili demokrasiye geçilir. Ancak bütün bunlar sadece sözde kalır. Baskı dalgası herhangi bir yumuşama göstermez. Savaşın ardından ekonomik darlığı ABD’nin yardımlarıyla aşmaya çalışan rejimin antikomünist damarı bir sopa olup muhalifler üzerinde sallanmaya devam eder. Sabahattin Ali’nin 1940larda iktidarlar gözündeki tehdit derecesi giderek artar. Eleştiri de kullandığı sivri üslup tek parti iktidarının gözünden kaçmaz. 1940ların ilk yarısında Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in Tan gazetesinde yazmaya başlar. Tan gazetesi savaş yıllarında İnönü’ye ve Tek Parti İktidarı’na karşı sert eleştiriler yöneltir. Gazetenin kurucuları olan Sertel’ler ve yazarları pek çok kez tutuklamalarla yüz yüze kalırlar. CHP’lilerin ve partiye yakın gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın Ey Ehli Vatan!” başlıklı yazıyla kışkırttığı 10-15 bin kadar genç 4 Aralık 1945 sabahı İstanbul Üniversitesi önünde toplanır. Sol yayınlar satan ABC yayınevini tahrip eden gençler, Tan gazetesine gelir. Gazete yönetim binası ve matbaası yakılıp yıkılır. Sirkeci’de bulunan yönetim binası ve matbaa kullanılamaz hale getirilir. “Kahrolsun komünizm, yaşasın İsmet İnönü!” sloganını atılır. Daha sonra Cami Başkurt ve Sabahattin Ali’nin kurduğu Yeni Hayat ve Fransızca yayın yapan La Turquie gazeteleri basılarak tahrip edilir. Sabiha Sertel Roman Gibi adlı eserinde saldırının dehşetini “…Nümayişçiler matbaaya geldikleri gün büyük kırmızı mürekkep şişeleri getirdiklerini, beni bulunca mürekkebe bulayıp ‘İşte komünist böyle olunur’ yaftasını göğsüme takarak, sokaklarda gezdireceklerini söylemiş.”(2) sözleriyle aktarır. Bu olay dönemin baskıcı ortamında muhalif yayınlara yaşam alanı tanınmayacağını, muhalif aydınlarınsa bu zifiri karanlıkta önemli bir sorumlulukla yüz yüze kaldıklarını gösterir.

Sabahattin Ali’nin çıkarılmasına öncülük ettiği Markopaşa dergisi tam da bu karanlığın ortasında ışık saçmaya başlar. 1946’da başlayan yayın hayatı boyunca maddi sıkıntılarla, iktidarın baskısıyla, yazarları tutuklamalarla baş etmek zorunda kalsa da büyük bir etki yaratır. Sabahattin Ali’nin yanında Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mustafa Mim Uykusuz gibi ustalarda dergide yazarlar. Derginin çıkarılması o dönem Türkiye Sosyalist Parti’li işçilerin talebiyle başlar. Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz bunu şöyle aktarır: “14 Mayıs 1946’da Türkiye Sosyalist Partisi açılmış… Aziz ile birlikte yayan olarak gidip geliyoruz partiye. İkimizde de metelik yok o günlerde. Parti üyesi işçiler uyanık, bizim yazar olduğumuzu biliyorlar, benim şiirleri biliyorlar. Bir gün dediler ki, ‘Markopaşa adlı bir mizah dergisi çıkaralım!’… Bize bunu öneren ilk önce işçiler. Markopaşa adını bulanlar onlar.” (11)

Dergi aynı zamanda politik mizahın da miladı olur. 10 Şubat 1947’de Sabahattin Ali tarafından yazılan “Ne İstiyoruz?” başlıklı yazı derginin amacını ortaya koyar: “Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. Herhangi bir karar alınırken, İzmir’deki ortak tüccar, İstanbul’daki ahbap milyoner değil, bu kararların altında beli bükülen, çoluk çocuk inleyen yığınlar göz önünde tutulsun.” (10)

Tabi ki Tan Matbaası baskını hafızalarda çok tazedir. Hiçbir basımevi dergiyi basmaya cesaret edemez. “Markopaşa’yı bastırabilmek için ne sıkıntılar çektiğimiz anlatmakla biter gibi değildir. Herkes gazetenin en önemli işinin yazı yazmak olduğunu sanır. Oysa yazı yazmak haftanın ancak bir gününü aldığı halde, işler haftanın öbür günlerine zor sığıyordu. En önce basımevi bulmak çok zordu. Örneğin, Nazım Berksoy büyük bir iyilik yaparak gazeteyi basıyordu, ama normal baskı fiyatından iki katı parayı, hatta daha fazlasını alıyordu. Üstelik parayı peşin almadan iş görmüyordu. Bunca para verildiğine göre, gazete hiç olmazsa iyi ve zamanında çıksa… Ne mümkün! Nazım Berksoy bu parayı basımevinin yıkılıp kırılması riskine girdiği için istiyordu.” (12) Dergiyi basan matbaacılar tehdit ediliyor, dağıtıcı çocuklar polis tarafından gözaltına alınıp dövülüyordu. Markopaşa karşıtlığı meclis kürsülerinde de yankısını buluyordu. “İki kez gazetenin adı Büyük Millet Meclisi’nde geçti. Bunlardan birinde, Cemil Sait Barlas, kürsüden “Markopaşa’nın kökü dışarıdadır.” dedi. Bu sözler bizi son derecede sinirlendirdi. Dokunulmazlığının arkasına gizlenen ve Meclis kürsüsünden söylediği sözlerden sorumlu olmayan Cemil Sait Barlas’ı mahkemeye de veremiyorduk. O zaman Sabahattin Ali, Cemil Sait Barlas’ın bütün arkadaşları bakan oldu, o olamadı. Bütün bunları bakan olmak için yapıyor, demişti.Sonradan gerçekten Barlas da bakan oldu. Barlas’a karşı duyulan acı duyguyla, Topunuzun Köküne Kibrit Suyu başlıklı yazı yazıldı. Gerçekten bu yazıda yalnız Barlas’ı ve onun gibi sakat düşünenleri kastetmiştik. Ama bu yazıdan dolayı açılan davada, yazı, milletvekillerinin ‘heyeti umumiyesine şamil’ görülerek, Sabahattin Ali galiba üç aya mahkûm edildi.” (12). Sabahattin Ali Cemil Sait Barlas davasındaki hüküm kesinleşince önce İstanbul Cezaevi’ne girer, sonra tahliye edilene kadar kalacağı Paşakapısı Cezaevi’ne aktarılır.

Sabahattin Ali 7 Nisan 1947’de Markopaşa üzerindeki ablukaya dergide şöyle cevap verir: “Dünyaya karşı demokrasi göstermeliğimiz bir Demokrat Parti’miz var. Amerikalılardan 150 milyon borç alacak kadar hürriyetimiz var. Ağaçlar bu yıl boy atmadı, otobüste kaba etime kıymık battı, bu nasıl hükümet, diye kokmaz bulaşmaz, tavşan tersi muhalefetleriyle apartıman diken muhalif gazetecilerimiz var. Herkes dilediği gibi düşünmekte, düşündüğünü söylemekte serbesttir, diyen Başbakanımız var. Evet, bütün bu bol hürriyet numaraları, demokrasi varyetesi, muhalefet cambazlığı arasında, şu küçücük mizah gazetesini çıkarmanın imkânı yok. Markopaşa, meğer ne kadar büyük bir kuvvetmiş. Biz onlardan, onlar bizden korkuyor. Korku, dağları beklermiş, şimdi matbaaları bekliyor. Hiçbir matbaa Markopaşa’yı basmıyor.” (10)

Ancak Markopaşa macerası baskılara rağmen büyük bir fedakârlıkla yürütülmeye devam eder. Derginin tirajı 70 binlere kadar çıkar ve dönemin en çok okunan gazetelerini bile geride bırakır. Kimi zaman derginin yazarları baskı karşısında dergiyi kendi elleriyle dağıtmak zorunda kalır. Hatta rejim düzmece bir Markopaşa dergisi bile çıkarır. Dergi 16. ve 17. sayılarında“Muharrirleri polis nezaretine alınmadığı zaman çıkar.”, bazı sayılarda da “Toplatılmadığı zaman çıkar.” duyurularıyla yayınlanır. 20 ve 21. Sayılar Ankara ve Samsun’da toplatılınca protesto için “Ankara ve Samsun’dan başka dünyanın her yerinde satılır.” sloganı kullanılır.Kapatılmasının ardından Markopaşa’yı Malumpaşa, Merhumpaşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba dergileri takip eder.

Sabahattin Ali son öykü kitabı olan Sırça Köşk (1947)’ü çıkarır. Bu kitapta yer alan kimi öyküler baskı ve sansür nedeniyle masalcı ve Ezopvari bir dille yayınlanır. Kitapta yer alan Sırça Köşk adlı öykü sömürücülerin düzeninin önemli bir eleştirisidir. Öykü, milletin tepesine çöreklenen asalak sınıfına karşı şu öğütle son bulur: “Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.” (13) Bu çağrı Sabahattin Ali’nin toplumsal gerçekleri açıklayan bir yazardan, mücadele çağrısı yapan bir boyuta geçişini de simgeler. Sırça Köşk’te Sabahattin Ali’nin birçok eserinin akıbetine uğrar ve Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılır. 19 Aralık 1947’de hakkında kesinleşen bir cezadan dolayı Sultanahmet Cezaevi’ne atılır. 12 gün cezaevinde kalır. Cezaevinden çıktığı süreçte dergisi Ali Baba da kapatılan Sabahattin Ali yurtdışından sipariş ettiği baskı makinesini satarak borçlarını kapatır, kalanın üzerini borçla takviye ederek ilginç bir şekilde bir kamyon alır. Büyük şehirlerden sıkılan ve yoğun baskıdan bunalan Sabahattin Ali nakliyeciliğe başlar. Bu nakliyecilik olayına atılmayla ilgili bir rivayette Ali’nin bu işi yurtdışına çıkış için bir kamuflaj olarak düşündüğüdür. Hatta ilk ve tek seferi olan Adana seyahatinde Suriye’ye kaçışın yollarını araştırdığı söylenir.

Ölümü
Sabahattin Ali suikastı bugüne kadar üzerindeki sis perdesi kaldırılamayan sayısız faali meçhul cinayetten birisidir. Sabahattin Ali 1948 yılında Mehmet Ali Aybar’ın Zincirsiz Hürriyet adlı gazetesinde yazmaya başlar. Bu gazetede çıkan “Asıl Büyük Tehlike Bu İktidarın Devamıdır”başlıklı yazı ona yaşamının son hapishane deneyimini yaşatır. Bu dönemde içinde bulunduğu durum Ali Baba dergisinde yazdığı “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazı da şöyle dile getirilmiştir:“Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi.” (10) Etrafındaki çemberin çok daraldığını hisseden Sabahattin Ali, yurtdışına çıkış için bu kez Edirne sınırını denemeye karar verir. Hakkında açılan sayısız dava nedeniyle pasaport bile verilmez kendisine, bu onun legal yollardan çıkış hayallerini söndürür. Bunun üzerine kaçak yollarla Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya çıkmaya çalışır. Kaçışı sırasında Milli Emniyet’in ajanı olduğu daha sonradan ortaya çıkan ve kendisine kaçışında yardımcı olmak için ayarlanmış olan Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırında öldürülür. Ölü bedeni 16 Haziran 1948’de Kırklareli’nde bir köylü tarafından bulunur. Ölüm haberi basına ancak 12 Ocak 1949’da yansır. Üzerindeki baskı Sabahattin Ali’yi öldürüldükten sonra bile bırakmaz: Hakkında kesinleşen bir başka hapis cezasının ardından 17 Ocak 1949 tarihli Hürriyet gazetesi“Sabahattin Ali Bulunursa Tutuklanacak!” başlığıyla yayınlanır.
Sabahattin Ali’nin katili Ali Ertekin mahkemeye verdiği ifade de “…milli hislerim galeyana geldi. Sabahattin Ali’yi öldürdüm. Bu işi vatani vazife olarak yaptım. Eğer Ali kaçsaydı, bu memlekete çok fenalık yapacaktı.” (4) sözleriyle cinayeti neden işlediğini söylemişti. Bu gerekçe aslında o günden bu yana Türkiye’de işlenen birçok politik cinayetin gerekçesi. En son Hrant Dink’in katledilmesinde de milli duyguları galeyana gelen bir genç tetikçi işbaşındaydı!

Sabahattin Ali’nin ölümü üzerine bugüne kadar binlerce tez üretilir. Kimisi uzun süre onun öldürülmediğini yurtdışına kaçtığını, kimisi Sabahattin Ali’nin de MAH (bugünün MİT’i) ajanı olduğunu bu yüzden öldürüldüğünü, kimisi de jandarma tarafından uzun süre tutulduğu işkencede öldürüldüğünü iddia etmiştir.
Nazım Hikmet Sabahattin Ali’nin ölümü konusunda “Ben elbette, bizim polis hafiyelerinden, komiserlerinden, müdürlerinden, bizim iç işleri bakanlarından zekiyim, akıllıyım derdi. Sabahattin Ali elbette onlardan zekiydi, akıllıydı. Ama onlar örgütlüydüler. Oysaki Sabahattin hiçbir örgüte bağlı değildi.(…) Parti üyesi olsaydı, bu onun cezaevlerine girmesini veya katledilmesini belki yine de önleyemezdi ama o kahrolasıca faşist provokasyona o kadar kolayca düşmezdi.”(10) der. Aslında bu Sabahattin Ali’nin hayatının belki de en eksik parçasını ifade eder. Sabahattin Ali muhalif duruşuna karşın, hayatının hiçbir döneminde örgütlü bir muhalefetin parçası olmaz. Öykülerinde, romanlarında dışa vuran yalnız insan tasavvuru aynı zamanda Sabahattin Ali’nin kendi gerçekliğini gösterir. Hayatında yalpalamalar da eksik değildir. Yakın arkadaşı olan Zekeriya Sertel onun için “Bizden çıkar, tanınmış bir faşist dostunu ziyarete giderdi. Ondan ayrılır, valiye veya polis müdürüne varırdı. Herkesle dost olmuştu.”(4) diyerek aslında onun neden aktif bir militan olarak siyasetin içerisinde yer alamadığını gösterir.

Sabahattin Ali yalnız başladığı edebi ve siyasi macerasını yine yalnız noktalar. İnsanların bütün çelişkileri ve ikiyüzlülükleri, sistemin maddileştirdiği bireylere daha fazla tahammül edemez ve yaşam karşısında son geri adımını atar. Öldüğünde Istranca Dağları ile baş başadır. Sabahattin Ali Dağlar şiiriyle adeta kendisini kucaklayan dağlarda hatırlanmasını salık verir gibidir:

Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa,
Benim meskenim dağlardır.

Kaynakça

Aktaran: Ali Yıldız, Cumhuriyet Kitap, Genç Yaşında Kırılan Kalem: Sabahattin Ali,28.06.2012
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 6, s.1914
Age., s.1914-1915
Sabahattin Ali: İnsan ve Eser, Ramazan Korkmaz, Yapı Kredi Yayınları, 1997
Öykü ve Romanlarıyla Sabahattin Ali, Afşar Timuçin, Bulut Yayınları, Haziran 2011
Toplumcu Gerçekçilik ve Sabahattin Ali’nin Öykü Kişileri, Mehmet Onur Hasdedeoğlu, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Kültür Üniversitesi, Eylül 2008, s.30
Değirmen, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2012, 12. Baskı, s.23
Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 2001
İçimdeki Şeytan, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2011, 21. Baskı
Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, Ekim 2008, 5. Baskı
Sınıf’ın Efsanesi, Dönüm Noktası: Markopaşa, Aydın Ilgaz
Markopaşa Meselesi, Aziz Nesin
Sırça Köşk, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, Eylül 2011, 13. Baskı
bolsevik.org

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz