Sabahattin Ali: En kuvvetli insanın bile istediğinin aksini yaptığı zayıf zamanları var!

Sabahattin AliZannediyorsun ki, hepimiz birer makineyiz ve evvelden kurulduğumuz gibi işleriz. Bir yerde bir bozukluk oldu mu, derhal orayı söküp atmak lazım!.. En kuvvetli insanın bile bazan ne kadar zayıf anları, istediğinin tam aksini yapmaya mecbur olduğu dakikaları bulunduğunu nasıl inkâr edebiliriz? Böyle hadiseler hiç kimseyi olduğundan daha fena, yahut daha iyi yapamaz!”
Nihat eliyle onu susturmak için bir işaret yaptı: “Bırak bunları. Nerdeyse içimizdeki şeytan hikâyesine başlayacaksın! Benim kimseyi fena gördüğüm falan yok… Vaziyeti anlamak istiyorum. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, insanların zaaflarını mazur görmeye taraftar değilim. Kuvvetli olmak her şeyin fevkindedir. Kuvvet her hareketi mazur gösterebilir. Acizlere acımak ise sersemliktir.”

İçimizdeki Şeytan

Ömer iki kadehten fazla içmemişti, fakat başı dönüyordu. Gece olmuştu. Sokaklar kalabalıktı. Vitrinlerden dışarı vuran ışıklar gelip geçenlerin yüzünde kımıldanıyor ve birinden ötekine sıçrıyordu. Herkes mühim işlerini bitirmiş, mühim alışverişlerini yapmış, mühim evlerine, mühim sofralarına ve mühim uykularına koşuyordu. Ortalık karınca yuvalarının önü gibi kaynaşıyordu. Yalnız biraz daha intizamsız ve çok daha manasızdı. Bir müddet ağır ağır ve gelen geçene çarparak yürüdükten sonra: “Yahu, ben ne halt ediyorum? Eve geç kaldım!” dedi ve koşar gibi ilerlemeye başladı.
“Ben ne biçim bir insanım? Bugün evlendim ve bugün evli olduğumu unutarak şunun bunun peşine takıldım. Gerçi Hafız’ın derdi mühim… Fakat nasıl oldu da beni bekleyen biri olduğunu düşünmedim? Nasıl oldu da rakı içmeyi kabul ettim? Bunların ehemmiyeti yok… Yok ama, niçin? Ben Hafız’a, karar vererek tabi olsam yüreğim yanmazdı. O zaman yanlış bir iş yapmış sayılmazdım. Fakat ben onunla kalmayı münasip bulduğum için değil, herkesin teklifine razı olmayı itiyat edindiğim için o meyhaneye girdim. Beni istenilen yere çekip götürmek ne kadar kolay? İrademi bu hususta kullanmaya hiç alışmamışım. Sonra bu unutmak… Ah, bu manasız dalgınlık! Birdenbire dünya ile alakam kesiliveriyor ve ben boşluklarda uçmaya başlıyorum… Hepsini bir düzene koymak lazım. Bunu herhalde Macide yapacak. Ona bütün zayıf taraflarımı söyleyeceğim… Hem aldatmış olmamak, hem de tedavisine girmek için… Harikulade bir kız… Ne kadar olduğu gibi… Hiçbir sözü, hiçbir hareketi yok ki, kendisinin, Macide’nin malı olmasın!..”
Eve yaklaştıkça sabırsızlığı artıyordu. Merdivenleri çıktığı zaman koşmaktan nefesi kesilecek hale gelmişti. Yan karanlık salonda hemen odasının kapısını buldu ve açtı, fakat tam bu sırada arkasından Nihat’ın sesini duyarak döndü.
Nihat:
“Yahu, neredesin? Bir saattir seni bekliyoruz!” diyordu. “Kaç zamandır ortadan kayboldun. Nihayet biz arayalım dedik. Madam evde olmadığını söyledi ve nedense bizi senin odaya koymadı. Biz de böyle zulmet içinde yolunu bekledik!”
Ömer sesin geldiği tarafa yürüdü. Elektriği açtıktan sonra Nihat’ın yalnız olmadığını fark etti:
“O, hoş geldiniz, Hikmet bey… Ne şeref!..” diye kanepelerden birinin içinde kaybolmuş gibi oturan ufak tefek bir zatın elini sıktı. Darülfünunda Şark dillerinden birini okutan bu Hikmet bey, muhitinde, insanı korkutacak kadar mükemmel olan çirkinliği, ve yüzü ile tezat teşkil ettiği rivayet edilen iyi huyları ile meşhurdu. Minimini bir suratın yarısını kaplayan iri ve biraz sola mail burnu, bir cilt hastalığını yeni atlatmış gibi pul pul derisi ve hele o küt parmaklarının ucundaki yarım santimden daha kısa, etlere gömülmüş ve kubbelenmiş tırnaklarıyla karşısındakine ilk verdiği his, gözleri kapamak arzusu olurdu. Fakat tabiatın onun ruhunu bu kadar insafsızca yoğurmadığı söyleniyordu. Maraşlı idi; etrafında daima birkaç hemşerisiyle beraber gezer, onlara iş bulur, yardım eder, bir kısmını evinde yatırır ve tanıdıklarından herhangi birine bir yardımda, hiç olmazsa bir yardım teklifinde bulunabilmek için fırsat arardı. Boyu kısacıktı, başını ileri eğip kemik saplı bastonunu taşlara vura vura gezer ve kirpiksiz gözkapaklarını büzerek karşısındakileri dinlerdi. Gece yarılarına kadar Beyazıt kahvelerinde talebeden ve münevverlerden mürekkep gruplarla oturup münakaşalar, mübahaseler yapar, yanındakilere Şark edebiyatı, tasavvuf, hamaset destanları hakkında izahat verir, kimsenin anlayıp anlamadığına, dinleyip dinlemediğine kulak asmadan, çipil gözlerini kapayarak, Taberî’den sayfalarca metni ezbere okurdu. Sesini bazan alçaltıp bazan da, mesela cenk tasvirlerinde, birdenbire yükseltivermesi, birbirine zincirlenmiş gibi arka arkaya sıralanan hoş ahenkli kelimeleri ağzına muhtelif şekiller vererek telaffuz edişi, muhitinde her zaman bir takdir ve hürmet kımıldaması yaratırdı. Herkes: “Görüyor musun ne bilgi, ne hafıza!” demek ister gibi birbirine bakar, bazan da coşuverip “Bravo üstat!” diye bağırırdı.
Ömer bir iskemle çekerek oraya oturdu:
“Nasılsınız?” diye misafirlerine sordu.
Nihat:
“Nerelerdeydin?” dedi.
Ömer birdenbire hatırlamış gibi yerinden sıçradı:
“Yahu haberiniz yok mu? Ben evlendim! Âşık oldum ve sonra evlendim!”
Ötekiler bir şey anlamayarak baktılar. Ömer devam etti:
“Ne şaşıyorsunuz? Hepsi bir hafta, on gün içinde oldu. Harikulade bir şey… Karımı görseniz beni tebrik edersiniz!”
Profesör Hikmet:
“Görmeden de mübarek olsun!” dedi.
Nihat hâlâ inanamıyordu. Sordu:
“Kim bu yahu? Ne zaman evlendin?”
“Dün akşam!”
“Fakat sen sarhoşsun!” Sonra profesöre dönerek:
“Atıyor canım… Çekmiş kafayı, zırvalıyor. Otur bakalım, biz seninle ciddi konuşacağız.”
Ömer:
“Durun karımı getireyim…” diye odasına doğru birkaç adım attı. Olduğu yerde birdenbire durdu. Biraz evvel açık bıraktığı kapının aralığından Macide’nin ince vücudu görünüyordu. İçerde ışık yandığı için saçları aydınlanıyor ve yüzü gölgede kalıyordu. Buna rağmen Ömer onun her zamanki gibi gülümsemediğini, ciddi ve düşünceli gözlerini kendisine dikmiş olduğunu fark etti, iyi bir şey yapmış olmadığını bilen her mahluk gibi çekingen bir tavırla yaklaştı. Laf olsun diye:
“Burada mısın?” dedi.
Macide, “Nerede olacaktım?” der gibi ona baktı.
Ömer tevil etmeye çalıştı:
“Hani başka odaya taşınacaktık? Madam öyle söylemişti?”
Macide onun bu süratli buluşunu takdir etti:
“Taşındık. Burada birkaç şey kaldı, onları götüreceğim. Sonra ampul yok… Senin gelmeni bekliyordum!”
Ömer, misafirlerini unutmuştu:
“Hemen gidip alayım!” dedi ve Macide’ye sokuldu. Genç kız odaya girip çantasını arayarak:
“Bir ampul kaç paradır?..” diye sordu.
Ömer:
“Bende para var!” dedi. Kafasından derhal başka bir fikir geçti: “Ne demek? Bir ampul kaç paradır, ne demek? Bana ampul parasını tam verecek de fazla bir şey vermeyecek mi? Bütün para vermekten korkuyor mu? Garip!..” Sonra kendinden utanır gibi: “Ayıp… Benim böyle şeyleri düşünmem ayıp! Kızcağız gayet tabii bir alışkanlıkla bunu sordu” dedi. Bu anda Macide elindeki beş liralığı ona uzatarak, yavaş bir sesle:
“Sen otuz beş kuruşum var, diyordun! Belki yetmez… Bunu al!” dedi.
Ömer ağlayacak gibi oldu. Macide’yi içeriye iterek kendisi de arkasından girdi. Kapıyı ayağıyla kaparken iki kolunu birden genç kızın boynuna sardı:
“Macide… Karıcığım… Ben çok fena bir mahlukum… Beni sen adam edeceksin!” diye mırıldanıyordu. Macide hayretle sordu:
“Neden? Neyin var?”
Ömer biraz evvel zihninden geçenleri söylemeye cesaret edemedi. Bir yalan attı:
“Geç kaldım da onun için!..”
Macide:
“Bunun için mi?” dedi ve bir an düşündükten sonra: “Niçin böyle yapıyorsun? Ne lüzumu var?” diye ilave etti.
Ömer bu sözlerin neyi kastettiğini derhal anlamıştı. Macide onun izahına ve geç kalmak bahanesine inanmıyordu. Böyle müşkül zamanlarda, ne yapacağını bilmediği ve düşünmek kendisine güç geldiği anlarda müracaat ettiği bir çare vardı: Kaçmak… Genç kızın verdiği parayı pantolonunun cebine sokarak:
“Ben gidip ampulü alayım; hemen öteki odaya geçelim!” dedi.
Kapıyı açar açmaz gözü karşısında oturanlara ilişti.
“A, Macide, bak unutuyordum. Seni arkadaşlarımla tanıştırayım” diyerek karısını elinden tuttu ve dışarı çıkardı.
Nihat’la Profesör Hikmet oturdukları yerden fırlamışlar, yüzlerinde nazik bir tebessümle bekliyorlardı. Ömer:
“Karım… Profesör Hikmet… Arkadaşım Nihat!..” diye takdim etti. Macide’ye dönerek:
“Bir dakika burada otur, ben şimdi ampulü alır gelirim!” dedi ve merdivenlere koştu.
Macide bir müddet onun arkasından baktı. Sonra başını misafirlere çevirerek gülümsedi. Nihat bir an tereddüt ettikten sonra:
“Sizi ilk defa Ömer’le beraber vapurda görmüştüm!” dedi.
Macide kıpkırmızı olarak önüne baktı. Hangi vapurda olduğunu derhal anlamıştı. Aradan geçen zamanın kısalığı onu korkuttu. Daha iki hafta bile olmamıştı. Halbuki ne kadar çok şeyler değişmiş bulunuyordu! Bu on iki gün zarfında yaşadıklarını teker teker gözünün önünden geçirmek için birkaç senenin bile az geleceğini zannetti.
Başını biraz kaldırınca, gözlerini kendisine dikmiş olan Profesör’ü gördü. Yaşını tahmin etmeye imkân olmayan bu adamın bakışları onu şiddetle rahatsız etti ve demin sıktığı elin daima terliymiş hissini veren soğuk ıslaklığı aklına geldi.
Her üçünü de garip bir sessizlik sarmıştı. Hiçbirisi söyleyecek bir şey bulamıyor ve diğeriyle göz göze gelince iğreti bir gülümsemeye müracaat ederek müşkül vaziyetten kurtulmaya çalışıyordu. Nihayet Profesör Hikmet:
“Siz nerelisiniz bakayım, kızım?” diye sükûtu bozdu.
“Balıkesirliyim!..”
Karşısındaki memnuniyetle başını sallayarak:
“Yani Anadolulusun!.. Çok iyi… Ömer de oralı galiba?” dedi.
“Evet…”
“Ömer iyi çocuktur!”
Nihat lafa karıştı:
“;yi arkadaştır. Yalnız, bir dalda durmaz. Onu idare etmek lazım!.. Biraz zıpırdır!”
Macide bu sözlere kızdı. Ömer’in ne olduğunu kendisi de biliyordu, başkalarının onun hakkında böyle şeyler düşünebileceğini de tahmin ederdi. Fakat bu sözleri kendisinin yanında söylemelerini münasebetsiz buldu.
Profesör Hikmet:
“Aynı zamanda zekidir!” dedi ve Macide’nin yüzüne baktı.
Nihat aynı patavatsızlıkla sözü aldı:
“Fakat zekâsını kullanmıyor… Bir işe sarf etmiyor… Bir gaye uğrunda çalıştırmıyor…”
Bu sırada merdivende Ömer’in ayak sesleri duyuldu. Üçü de başlarını çevirip o tarafa baktılar. Genç adam terli saçları yüzüne dökülmüş bir halde ve elinde ampulle göründü, Macide’ye doğru ilerleyerek:
“Al!” dedi.
Genç kız hemen yeni taşındıkları odaya döndü. Kapıyı açık bırakarak sofadan vuran ışığın yardımıyla lambayı yerine taktı, sonra ufak tefek eşyayı yerleştirmeye başladı. Bu sırada Ömer koltuklardan birisine oturmuş, yorgun bir halde düşüncelere dalmıştı. Nihat sordu:
“Neyin var? Dalgın duruyorsun!”
“Bugün bir tanıdık can sıkacak şeyler anlattı… Ona üzülüyorum!”
Karşısındakilerin ısrarına hacet bırakmadan veznedarın hikâyesini anlattı. Profesör pek can kulağıyla dinlemiyor, gözlerini ara sıra karşı odada sağa sola gidip gelen Macide’ye kaydırıyor, fakat Ömer’i merakla takip ediyormuş gibi kaşlarını çatıyor ve başını sallıyordu. Nihat da ilk anlarda kendi düşünceleriyle meşguldü, fakat hikâyenin sonlarında birdenbire alakalandı. Yerinde doğrularak başını Ömer’e doğru uzattı ve bütün dikkatiyle dinlemeye başladı. Hatta birkaç yerde onun sözünü keserek izah ettirdi.
Ömer, Hafız Hüsamettin efendinin macerasını anlattıktan sonra:
“Yazık zavallı adama!.. Ne kadar iyi bir insandır, bilseniz!” dedi.
Profesör Hikmet:
“Yazık olur mu? Devlet parasına ne bahanesiyle olursa olsun el uzatanlara insaf etmemeli…”
“Fakat isteyerek yapmış değil ki!”
“Olsun… Bu bir mazeret değildir. Ben senin yerinde olsam derhal ihbar ederdim!”
Ömer şaşırdı. Profesör Hikmet gibi iyiliği ve herkese yardım hevesiyle tanınmış bir insanın bu insafsızlığına akıl erdiremedi:
“Çoluk çocuk sahibi adam… Bu yaşa kadar temiz kalmış…” diye beylik sözlere başladı. Profesör onun lafını kesti:
“Böyle alçak herifleri müdafaa etme!.. Kafalarını ezmeli onların!”
Ömer içinden:
“Bütün iyiliğine rağmen ne kadar anlayışsız…” dedi. Sonra yüksek sesle ilave etti: “Müşkül vaziyette kalan bir insan için böyle hükümler verilir mi? Asıl iyilik tanımadıklarımıza yaptığımız iyiliktir; halbuki biz bütün hüsnüniyetimizi dostlarımıza saklayıp bunların dışında kalanları bir çırpıda ve kısa bir hükümle fena addediyoruz!..”
Profesör Hikmet’in gözleri gene karşı odadaydı. Ömer Nihat’a bakınca onun birtakım düşüncelere dalmış olduğunu gördü ve sordu:
“Ne düşünüyorsun?”
“Bu veznedarın meselesi daha meydana çıkmadı mı?”
“Hayır… Neden sordun? İhbar mı edeceksin?”
“Yok canım… Sordum…”
Bir müddet bekledikten sonra tekrar başladı:
“Sizin kasada çok para bulunur mu?”
“Bazan bulunur… Dört beş bin liraya kadar… Belki de daha fazla… Bunları ne yapacaksın?”
“Merak ettim yahu! Demek herif daha fazla da çalsa kimsenin haberi olmayacak!..”
Ömer hiddetlenmişti:
“Çalmak ne demek? Ne garip kelimeler kullanıyorsun, insanları anlamakta hâlâ pek gerisin… Zannediyorsun ki, hepimiz birer makineyiz ve evvelden kurulduğumuz gibi işleriz. Bir yerde bir bozukluk oldu mu, derhal orayı söküp atmak lazım!.. En kuvvetli insanın bile bazan ne kadar zayıf anları, istediğinin tam aksini yapmaya mecbur olduğu dakikaları bulunduğunu nasıl inkâr edebiliriz? Böyle hadiseler hiç kimseyi olduğundan daha fena, yahut daha iyi yapamaz!”
Nihat eliyle onu susturmak için bir işaret yaptı:
“Bırak bunları. Nerdeyse içimizdeki şeytan hikâyesine başlayacaksın! Benim kimseyi fena gördüğüm falan yok… Vaziyeti anlamak istiyorum. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, insanların zaaflarını mazur görmeye taraftar değilim. Kuvvetli olmak her şeyin fevkindedir. Kuvvet her hareketi mazur gösterebilir. Acizlere acımak ise sersemliktir.”
Ömer cevap vermedi. Nihat’ın ekseriya böyle ateşlendiği ve atıp tuttuğu olurdu. Zaten aslında gayet iyi bir arkadaş, makul bir insan olduğu halde, ara sıra, bilhassa o mahut mecmua ve gazetelere yazdığı makalelerde, ufak tefek vücudundan beklenmeyen bir hırs, pek sıhhatli olmayan bir sinirlilik gösteriyordu. Serbest ve tabii konuştuğu zamanlarda oldukça zeki, alaycı bir çocuktu. Böyle bir insanın nasıl olup da en kör bir taassubun ifadesi olan yazılar yazdığı, birtakım saf ve kendilerini bir şey zanneden cahil talebelerden başka kimseyi kandıramayacağı besbelli olan mantık oyunları ile taraftar toplamaya çalıştığı Ömer’i hayrete düşürüyordu. Bir gün bu fikirlerini ona açtığı zaman, Nihat:
“Ne malum? Belki ben asıl o saf ve cahil adamlarla iş yapmak niyetindeyim!” demişti.
Ömer, bu sözü o zaman ciddi telakki etmemiş ve gülmüştü. Fakat yavaş yavaş buna inanmak lazım geldiğini anlıyordu. Çünkü Nihat’ın son zamanlarda hep bu kuş beyinli kabadayılarla beraber olduğunu ve hiç sıkılmadan onlara uzun uzun nutuklar verdiğini görüyordu. Misafirlerin ikisi birden ayağa kalktılar. Nihat:
“Neyse, şimdilik allahaısmarladık. Ara sıra bizim taraflara uğra… Mamafih ben yakında gelip seni yine ararım. Uzun uzun konuşuruz. Bugün yeni güveyi rahat bırakmak lazım!” dedi.
Profesör Hikmet genç adamı omzundan tutup kendine doğru çekerek mahrem bir tavırla:
“Söyle bakayım, vaziyetin nasıl?” diye sordu. “Paraya ihtiyacın var mı? Bir isteğin olursa derhal bana söyle, arkadaşlara yardım vazifemiz… Şimdi birkaç lira bırakayım istersen?”
Ömer’in boynu bükük sükûtunu görünce elini cüzdanına atarak:
“Ne kadar lazım?” dedi. “Bu kadar yeter mi?” Ve bir on liralık gösterdi.
Ömer, aynı teslimiyet ile sükût etti ve elini tereddütle uzatarak parayı aldı. Misafirler kapısı aralık duran odaya doğru birkaç adım attılar ve dışarı çıkan Macide’nin elini sıkarak ayrıldılar.
Odada karşı karşıya birer iskemleye oturan ve etrafta gezdirdikleri gözleriyle yeni meskenlerinin vasıflarını bellemeye çalışıyormuş gibi görünen bu yeni karı koca birbirlerine bir türlü açamadıkları birtakım şeyler düşünüyorlardı. Ömer kendi kendine mırıldanıyordu:
“Heriften ne diye bu parayı aldım? Pek fazla ihtiyacım yoktu. Macide’nin parası, evi ve benim Hafız’dan aldığım birkaç lira beni idare ederdi. Buna rağmen dayanamadım, reddedemedim… Ne münasebet, hatta envai türlü roller yaparak halime açındırdım ve aldım. Herifin istediği şey!.. Beş on lirası gitsin, ne ehemmiyeti var? Kendisine bir minnettar daha kazanacak… Etrafında daha çok iyiliğinden bahsolunacak, onun da zevki bu!.. Seyyar fazilet abidesi halinde gezmek istiyor… Fakat bu fena bir şey mi? Keşke herkeste aynı illet olsa… Sonra ne malum? Belki de adam hakikaten iyilik etmek ihtiyacını duyan ve bunu hasbi olarak yapan biridir!.. Kendimiz iyi olamıyoruz ve başkalarının iyiliğini küçük görmek için onlara reklamcı, hayır dua avcısı, hatta riyakâr diyoruz.”
Bu sırada Macide düşünüyordu:
“Acaba Ömer’e söylemek doğru olur mu? Ben onun bu ahbaplarından hoşlanmadım. Bir tanesi pek çirkindi… Bu onun kendi kabahati değil ama, ne yapalım, benim kabahatim de değil… Sonra insana ne kadar yapışkan gözlerle bakıyor… Öteki de öyle, onun bakışlarını da beğenmedim. İnsanı satın alacak gibi seyrediyorlar… Sonra ne münasebetsizlik! Ömer’in zıpırlığından benim yanımda bahsetmek ne demek? Fakat kaç dakika konuştuk ki? Ne olduklarını daha adamakıllı bilmediğim insanlar hakkında hükümler vererek Ömer’e onlardan şikâyet etmek doğru olmaz. Ne de olsa arkadaşları. Onlarda birtakım meziyetler bulunmasa arkadaşlık etmezdi. Hiçbir şey söylemeyeyim. Bu muhitlere alışmam lazım… Belki de yabancı olduğum için bazı şeyler beni ürkütüyor.”
Düşüncelerinin bu noktasında birbirlerine bakıştılar ve her şeyi unutarak yalnız bir şeyin farkına vardılar: Yeni ve oldukça tertipli bir odada karşı karşıyaydılar… Birbirlerinden başka hiçbir şey düşünmeyebilirlerdi… Bu fırsattan istifade etmek istediler.
Buna rağmen, birbirlerini tanıdıklarından beri ilk defa olarak düşündüklerini söylememeyi tercih ettikleri için, zihinlerinde hafif bir bulanıklık vardı. Bunun mevcut olduğunu kabul etmek istemeseler bile, vardı.

Sabahattin Ali
İçimizdeki Şeytan

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz