ARISTOTELES : “GERÇEK DÜNYA DOĞADIR, İYİLİĞE GÜCÜN YETMEZSE, KÖTÜLÜK ETME!..” – JOSTEIN GAARDER

Bir zamanlar koca bir granit parçasının üzerine eğilip çalışan bir heykeltraş varmış. O biçimsiz kayayı günlerce oymuş, kazımış durmuş. Bir gün yanına bir çocuk yaklaşmış ve: “O kayanın içinde ne arayıp duruyorsun?” diye sormuş. Heykeltraşın bu soruya yanıtı: “bekle ve gör!” olmuş.
Birkaç gün geçip çocuk tekrar heykeltraşın yanına geldiğinde, artık heykeltraş o koca granit parçasından çok güzel bir at heykeli ortaya çıkarmış.
Çocuk hayranlıkla ata bakıp heykeltraşa dönerek demiş ki: “Peki ama kayanın içinde at olduğunu nereden biliyordun?”

Aristoteles Atinalı değil, Makedonyalıydı. Platon’un akademisine Platon 61 yaşında iken gelmişti. Babası meşhur bir doktor ve bilim adamıydı. Salt buna bakarak bile onun felsefi projesinin ne olduğunu tahmin edebiliriz. Onu en çok ilgilendiren konu, yaşayan doğa idi. Yalnızca büyük Yunan filozoflarının en sonuncusu değil, Avrupa’nın büyük biyologlarının da ilkiydi.
Biraz da abartarak diyebiliriz ki, Platon mutlak biçimler ya da “fikirler” ile öylesine meşguldü ki doğadaki değişimlere pek ilgi göstermiyordu. Aristoteles ise tam da bu değişimlerle ya da bugün adlandırdığı biçimiyle doğal süreçlerle ilgileniyordu.

Biraz daha abartacak olursak, Platon’un tüm duyular dünyasına ve etrafımızda gördüğümüz şeylere sırt çevirdiğini söyleyebiliriz. (Niyeti Mağara’dan çıkmaktı Platon’un. Mutlak idealar dünyasına girmekti.) Aristoteles ise bunun tam tersini yaptı: gerçekçi bir şekilde balıkları, kurbağaları, anemon çiçeklerini ve gelincikleri inceledi.

Platon mantığını, Aristoteles ise bunun yanında duyularını kullandı da diyebiliriz.

Platon ile Aristoteles’in yazı tarzları arasında da belirgin farkla, görülür. Platon bir şair ve destan yazarı iken, Aristoteles’in yazılar, ansiklopedi maddeleri gibi kuru ve detaylıdır. Buna karşılık yazdıklarının temelini o güne kadar hiç yapılmamış doğa araştırmaları oluşturur.

Aristoteles’in yazılarının sayısının 170’i bulduğu söylenir. Bunlardan ancak 47’si günümüze dek gelebilmiştir. Bu yazıları birer kitap gibi düşünmek yanlış olur. Aristoteles’in yazılarının çoğu ders notları şeklindedir. O dönemde de felsefe öncelikle ağızdan ağıza aktarılan bir şeydi.

Aristoteles’in Avrupa uygarlığına bir başka katkısı da pek çok bilimin bugün dahi kullandığı bilimsel dilin kurucusu, pek çok bilimi kurup düzenleyen bir filozof oluşundadır.

Platon da kendinden önceki filozoflar gibi tüm değişimlerden öte, mutlak ve değişmez olanı bulmak peşindeydi. Sonunda duyular dünyasının üzerindeki mükemmel fikirleri buldu. Üstelik bu fikirlerin doğadaki tüm olan bitenlerden daha gerçek olduğunu öne sürdü. Önce “at” fikri vardı ona göre, duyular dünyasının tüm atları ise mağara duvarlarındaki gölgeler gibi sonradan ortaya çıkmıştı. Yani tavuk da yumurta da “tavuk” fikrinden çıkıyordu.

Aristoteles ise, Platon’un böyle diyerek her şeyi başaşağı ettiğini söylüyordu. Tek atın “değiştiği” ve hiçbir tek atın ilelebet varolmadığı konusunda öğretmeniyle aynı fikirdeydi. At biçiminin kendisinin ise mutlak ve değişmez olduğu konusunda da onunla aynı görüşü paylaşıyordu. Ancak at “fikri”nin insanların pek çok at gördükten sonra oluşturdukları bir kavram olduğunu öne sürüyordu. Yani ona göre at “fikri” ya da “biçimi” kendiliğinden varolamazdı. Aristoteles’in at “biçimi” deyince anladığı atın ya da bugün dediğimiz biçimiyle at türünün özelliklerinin toplamıdır.

At “biçimi” Aristoteles’e göre tüm atlarda ortak olan özelliklerdir. Bu noktada çörek kalıpları ile ilgili benzetmenin geçerli olmadığını görüyoruz, çünkü çörek kalıpları çöreklerden bağımsız olarak vardır. Aristoteles ise doğanın dışında bir yerlerde, rafların üzerinde, bu tür biçimler durduğuna inanmıyordu. Çünkü “biçimler” şeylerin içindedir, şeylerin ayırdedici özellikleri olarak onlarda mevcuttur.

Bir başka deyişle Aristoteles Platon’la “tavuk” fikrinin tavuktan önce varolduğu konusunda aynı fikirde değildi. Aristoteles’in tavuk “biçimi” ile kastettiği şey, tavuğun özgün özellikleri olarak her tavukta varolan şeyler: örneğin tavuğun yumurtlayan bir hayvan olmasıydı. Bu yüzden tavuğun kendisi İle tavuk “biçimi”, ruhla beden gibi, birbirinden ayırt edilemeyecek şeylerdi.

Böylece Aristoteles’in Platon’un idea öğretisi hakkındaki eleştirisinden sözetmiş olduk. Bu noktada önemle altını çizmek isterim ki, bu, düşünce yönteminde çok önemli bir değişim anlamına gelir. Çünkü Platon için gerçeklik aklımızla düşündüğümüz bir şey iken, Aristoteles için gerçeklik duyularımızla algıladığımız bir şeydi. Platon doğada, etrafımızda gördüklerimizin gerçekte idealar dünyasında ya da insanın ruhunda varolan şeylerin yalnızca birer yansıması olduğunu söylerken, Aristoteles bunun tam tersini ileri sürer: İnsan ruhunda varolan şeyler, dışarıdaki şeylerin bir yansımasıdır. Yani gerçek dünya doğadır. Aristoteles’e göre Platon gerçek dünya ile insanların algılayışlarının birbirine karıştırıldığı Gizemci bir dünyagörüşüne takılıp kalmıştır.

Aristoteles, önce duyularda varolmayan bir şeyin bilinçte de varolmayacağını iddia eder. Platon ise önce fikirler dünyasında varolmayan hiçbir şeyin doğada varolamayacağını öne sürer buna karşılık. Aristoteles, Platon’un bu tutumuyla “şeylerin sayısını çiftleştirdiğini” söylüyordu. Platon tek atı at “fikrinden” yola çıkarak açıklıyordu.

Aristoteles içimizdeki her türlü düşünce ve fikrin, bilincimize görüp işittiklerimiz yoluyla yerleşmiş şeyler olduğunu söylüyordu. Bir de doğuştan gelme aklımız vardı. Duyularımızla algıladığımız şeyleri gruplara, sınıflara ayırmak gibi doğal bir yeteneğimiz var. “Taş”, “bitki”, “hayvan” ve “insan” kavramları böyle ortaya çıkıyordu. “At”, “dam” ve “saksağan” kavramları böyle ortaya çıkıyordu.

Aristoteles insanların doğuştan akıl sahibi olduklarını yadsımıyordu. Tersine, insanların en önemli ayırdedici özelliği aklın ta kendisiydi. Ancak duyularımız olmadan akıl “boş” kalırdı. Yani insanların doğuştan gelme “fikirleri” yoktu.

Biçimler Şeylerin Özellikleridir

Aristoteles Platon’un idea öğretisine karşı olan tavrını böylece ortaya koyduktan sonra, gerçekliğin biçim ve özdeğin birliği olan değişik pek çok şeyden oluştuğunu söyler. “Özdek” bir şeyi oluşturan madde, “biçim” ise şeylerin kendine özgü özellikleridir.

Kanatlarını çırparak dolaşan bir tavuk düşün. İşte tam da kanat çırpmaktır tavuğun “biçimi” ve de gıdaklamak ve yumurtlamaktır! Tavuk “biçimi” ile tavuğun özgün türsel özellikleri ya da tavu5un yaptıkları kastedilmektedir. Tavuk öldüğü yani kanat çırpmayı bıraktığı zaman, tavuğun “biçimi” de yokolur. Geriye kalan şey tavuğun “özdeği”dir ki buna da artık tavuk diyemeyiz.

Daha önce de söylediğim gibi, Aristoteles doğadaki değişimlerle çok ilgiliydi. “Özdek”te her zaman bir “biçim” olabilme olanağı yatar. “Özdek” bu içkin olanağı gerçekleştirebilmek için uğraşır. Aristoteles’e göre doğadaki her türlü değişim, özdeğin “olanaklılıktan” “gerçekliğe” dönüşmesidir.

Bir zamanlar koca bir granit parçasının üzerine eğilip çalışan bir heykeltraş varmış. O biçimsiz kayayı günlerce oymuş, kazımış durmuş. Bir gün yanına bir çocuk yaklaşmış ve: “O kayanın içinde ne arayıp duruyorsun?” diye sormuş. Heykeltraşın bu soruya yanıtı: “bekle ve gör!” olmuş. Birkaç gün geçip çocuk tekrar heykeltraşın yanına geldiğinde, artık heykeltraş o koca granit parçasından çok güzel bir at heykeli ortaya çıkarmış. Çocuk hayranlıkla ata bakıp heykeltraşa dönerek demiş ki: “Peki ama kayanın içinde at olduğunu nereden biliyordun?”

Heykeltraş bir bakıma granitin içerisinde at biçimini görmüştü. Çünkü bu granit bloğunda bir ata dönüşme olanağı vardı. Aristoteles, aynen bu şekilde, doğadaki tüm şeylerin belli bir “biçimi” gerçekleştirme ya da oluşturma olanağına sahip olduklarını söylüyordu.

Bir tavuk yumurtası bir tavuğa dönüşme olanağını içinde taşır. Ancak bu tüm yumurtaların bir gün tavuk olacağı anlamına gelmez. Çünkü bir takım yumurtalar, içkin “biçim”lerini gerçekleştiremeden kahvaltı sofrasında rafadan yumurta ya da omlet olup giderler. Ancak bir tavuk yumurtasından bir kaz olamayacağı da ortadadır. Çünkü tavuk yumurtasında bu olanak yoktur. Dolayısıyla bir şeyin “biçimi” hem ondaki olanakları hem de sınırlamaları belirler.

Aristoteles şeylerin “biçim” ve “özdeklerinden söz ederken sadece canlıları ele almaz. Tavuğun “biçim” i nasıl kanat çırpıp yumurta yumurtlamaksa, bir taşın biçimi de yere düşmektir. Nasıl tavuk kanat çırpmadan duramazsa, taş da yere düşmeden duramaz. Taşı alıp çok yükseklere atabilirsin, ancak yere düşmek onun doğasında olduğu için taşı ta Ay’a kadar atmayı başaramazsın.

Ereksel Neden

Tüm canlı ve cansız şeylerin “olanaklarını belirleyen bir “biçim”e sahip oldukları bahsini kapamadan önce, Aristoteles’in doğadaki nedensellik ilişkileri konusunda oldukça ilginç bir görüşü olduğunu da eklemeliyim.

Günümüzde, şunun ya da bunun “nedeni” derken bir şeyin nasıl meydana geldiğini kastederiz. Camın kırılma nedeni Petter’in cama bir taş atmış olmasıdır veya bir ayakkabının varolmasının nedeni ayakkabıcının deri parçalarını birbirine dikmiş olmasıdır. Ancak Aristoteles’e göre doğada çeşit çeşit neden vardır. O toplam dört tür nedenden sözeder. Bunların içinde onun “ereksel neden” dediği nedeni anlamak en önemlisidir.

Cam kırma örneğinde Petter’in cama niçin taş attığını sormak doğaldır. Burada Petter’in cama taş atmaktaki amacını sorarız. Amaç ya da “erek” ayakkabı yapımında da önemli bir rol oynar kuşkusuz. Ancak Aristoteles doğadaki cansız süreçlerde de bu tür bir “ereksel neden” arıyordu. Bir örnek verelim:

Yağmur neden yağar? Yağmurun bulutlardaki su buharının soğuyup damla şeklinde yoğunlaşarak yerçekiminden ötürü yere düşmesiyle oluştuğunu okulda öğrenmişizdir.

“Özdeksel neden”, söz konusu su buharı bulutların) tam da hava soğuduğunda orada varoluyor olması. «Etken neden” su buharının soğumasıdır ve “biçimsel neden” de yağmurun “biçim”inin ya da doğasının damla damla yere düşmek olmasıdır. Sen susup başka bir şey söylemezsen, Aristoteles buna ek 0|arak, yağmur yağdığını çünkü bitkilerle hayvanların büyümek jçin yağmura gereksinimi olduğunu söylerdi. “Ereksel neden” ile kastettiği de buydu. Gördüğün gibi Aristoteles bir anda yağmur damlalarına bir görev ya da bir “amaç” veriyordu.

Bizse bunu başaşağı edip bitkilerin büyüme nedeninin yağmur olduğunu söylüyoruz. Aristoteles doğadaki her şeyde bir amaçlılık olduğunu söylüyordu. Yağmur bitkiler büyüsün diye yağar. Portakallar ve üzümler insanlar onları yesin diye yetişir.

Bu gün bilim böyle düşünmüyor. Hayvan ve insanların varolması için yiyecek ve suyun gerekli bir koşul olduğunu söylüyoruz. Bu koşullar olmasıydı biz de varolamazdık. Ama suyun ya da portakalın amacı değildir bizi beslemek.

Nedenler hakkındaki görüşleri konusunda Aristoteles’in yanıldığını söylemek hevesine kapılabiliriz. Ancak acele etmemekte yarar var. Pek çok insan, Tanrı’nın dünyayı üzerinde insanlarla hayvanlar yaşasın diye yarattığına inanır. Buna bağlı olarak, insanlarla hayvanların yaşamak için suya ihtiyacı var diye ırmaklarda su aktığı iddia edilebilir. Ama burada Tanrının erek ya da amacından sözediyor oluruz, bize iyilik etmek isteyen yağmur damlalarından ya da ırmak suyundan değil!

Mantık

“Biçim” ve “özdek” kavramları arasındaki fark, Aristoteles’in insanların dünyadaki şeyleri tanıma sürecini anlatışında da önemli bir rol oynar.

Bir şeyleri tanımak, onları bir takım gruplara ya da sınıflara ayırarak olur. Bir at görürüm, bir at daha ve sonra bir at daha… Atların hepsi birbirinin aynı olmasa da atların hepsinde ortak olan bir şeyler vardır. İşte atların hepsinde aynı olan bu şey, atların “biçimi’dir. Diğerlerinden ayrı ya da bireysel olan şey atın “özdeği”ne girer.

Aristoteles insanların kavramlarına bit düzen getirmek isteyen, titiz ve düzenli biriydi. Bu yanıyla mantığı bilim olarak kuran kişi de o oldu. Hangi çıkarımların ya da kanıtların mantıksal olarak geçerli olduğuna ilişkin kesin kurallar öne sürdü. Bir örnek bunu açıklamaya yeter: Önce “tüm yaşayan varlıklar ölümlüdür” (1. önerme), sonra da “Hermes yaşayan bir varlıktır” (2. önerme) dersem, bundan pek güzel bir şekilde “Hermes ölümlüdür” sonucunu çıkarabilirim.

Aristoteles mantığı kavramlar arasındaki ilişkilere dairdir. Bu örnek de “yaşayan varlık” ile “ölümlü” kavramları arasındaki ilişkiyi gösterir. Aristoteles’in bu çıkarımı yüzde yüz doğru olsa da bize pek yeni bir şey öğretmediğini kabul etmek durumundayız. Hermes’in “ölümlü” olduğunu zaten biliyorduk. (Hermes bir “köpek” ve bütün köpekler “yaşayan varlıklardır. Bunlar da Everest Dağı’nın tepesindeki taşların tersine ölümlüdürler)

Doğanın Merdiveni

Aristoteles varoluşumuza bir “düzen getirirken” öncelikle doğadaki her şeyin iki ana gruba ayrılabileceğine işaret eder. Bir tarafta taş, yağmur damlası ve toprak parçası gibi cansız şeyler vardır. Bunlar içlerinde bir değişme olanağı taşımazlar. Bu tür yaşamayan şeyler ancak dışarıdan etkilerle değişebilirler. Diğer tarafta içlerinde değişebilme olanağı taşıyan canlı şeyler vardır.

Aristoteles, “canlı şeyier”in de iki ana gruba ayrılması gerektiğini söyler. Yaşayan bitkiler ve yaşayan varlıklar. Son olarak “yaşayan varlıklar” da hayvanlar ve insanlar olarak ikiye ayrılabilir.

Aristoteles doğa olaylarını sınıflarken şeyleri özelliklerinden, daha doğrusu onların yapabildikleri ya da yaptıkları şeylerden yola çıkıyordu.

Tüm “canlı şeylerde” (bitki, hayvan ve insanlarda) gıda özümseme, büyüme ve üreme yeteneği vardır. Tüm “yaşayan varlıklarda” (hayvan ve insanlarda) ise buna ek olarak çevresindekileri hissedebilme ve hareket edebilme yeteneği vardır. Tüm insanlarda ise bunlara ek olarak düşünebilme ya da duyusal izlenimlerini farklı gruplara ve sınıflara koyabilme yeteneği vardır.

Doğada keskin sınırlar yoktur. Basit bitkilerden daha karmaşık bitkilere, basit hayvanlardan karmaşık hayvanlara yumuşak bir geçiş vardır. Bu “merdiven”in en üstünde insan yer alır ki, insan Aristoteles’e göre doğanın tüm yaşamını yaşamaktadır. İnsanlar, bitkiler gibi büyür ve özümser, hayvanlar gibi duygu taşır ve hareket eder ve bunlara ek olarak sadece insanlara mahsus olan mantıklı düşünme yeteneğini taşır.

Böylelikle insan tanrısal akıldan bir nebze taşır. Bir takım yerlerde Aristoteles, doğadaki tüm devinimleri başlatan bir Tanrı olması gerektiğinden sözeder. Böylece Tanrı doğa merdiveninin mutlak tepesini oluşturur.

Aristoteles Dünya’daki devinimleri yıldız ve gezegenlerin yönettiğini düşünüyordu. Ancak gökyüzü cisimlerini de hareket ettiren bir şey olmalıydı. Bu güce Aristoteles “ilk devindirici” ya da “Tanrı” diyordu. “İlk devindirici”nin kendisi hareket etmez ve o gökyüzündeki cisimlerin ve dolayısıyla doğadaki her şeyin hareketlerinin “ilk nedenidir.

Etik

Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, arzu ve isteklerin olduğu bir hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak varolunan hayattır. Üçüncü tür mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır.

Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç koşulun da bir arada varolması gerektiğini ısrarla belirtir. Tek yönlülüğü reddeder. Ve bugün yaşasaydı yalnızca bedeni ya da yalnızca aklı kullanmanın tek yönlülük olduğunu söylerdi kuşkusuz. Bu iki uç, dengesiz bir yaşam biçiminin ifadesiydi ona göre.

İnsanlarla ilişkilerimizde de “altın orta”yı tutmaktan sözeder Aristoteles: ne korkak ne çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır.) Ne cimri ne savurgan, sadece bonkör olacağız. (Aşırı bonkörlük savurganlık, az bonkörlük cimriliktir.)

Yemek konusunda da aynı şey geçerlidir. Az yemek gibi çok yemek de sakıncalıdır. Platoncu ve Aristotelesçi ahlak, Yunan tıp bilimini hatırlatır: yalnızca dengeli ve ölçülü olarak mutlu ya da “uyumlu” insan olunur.

İnsan bir “politik varlıktır”

Aristoteles’in bu tutumu politik görüşlerinde de kendini gösterir. İnsan bir “politik varlıktır” diyen Aristoteles’e göre, insanı çevreleyen toplum olmadan gerçek anlamda insan olunmaz. İnsanın ailesi ve açlık, sıcaklık, evlilik ve çocuk yetiştirme gibi temel yaşamsal eksilmelerini karşılasa da, insanların birlikteliğinin en gelişmiş biçimi devlette ifadesini bulur.

Sonra da devletin nasıl organize edilmesi gerektiği sorusu geliyor. Aristoteles üç iyi devlet türünden sözeder. Bunların ilki, devletin başında tek bir kişinin bulunduğu monarşidir. Bu devlet biçiminin iyi olabilmesi için baştaki kişinin kendi çıkarları uğruna devleti kötüye kullanmaması gerekir. Bir diğer iyi devlet biçimi aristokrasidir. Aristokraside devleti yöneten bir grup lider vardır. Bu,devlet biçiminin de üçbeş kişinin kasıp kavurduğu, bugün cunta denilen idare biçimine dönüşmemeye özen göstermesi gerekir. Üçüncü iyi devlet biçimi de Aristoteles’in politeia demekle kastettiği demokrasidir. Ancak bu yönetim biçiminde de varolan tehlike, bir demokrasinin kolayca bir ayaktakımı egemenliğine dönüşebilmesidir.

Jostein Gaarder

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz