Van Gogh: “İki kez tımarhaneye gittim artık, bundan daha kötüsü gelemez ya başıma”

Van GoghNinni adını koyduğum bir tuvalim var, hastalık araya girdiğinde ona çalışıyordum. O resmin bende iki nüshası var şimdi. Bu tuval konusunda Gauguin’e dedim ki, onunla ben; İzlanda balıkçıları ve onların acı yalnızlığı, korkunç denizde bunca tehlikelerle karşı karşıya ve yapayalnız olduklarını konuştuk ya, ben dedim ki Gauguin’e; (bu konuşmalarımızdan sonra böyle bir resim yapmak aklıma geldi) “düşün, çocuk gibi saf olan bu insanlar eziyetleri arasında bir İzlanda balıkçı gemisinin kamarasında görürlerse bu resmi, beşikte sallanırken analarının söylediği ninniyi duyar gibi olmayacaklar mı?
Şimdi çarşılarda görülen alacalı litolara benzemiyor mu bu, ne dersin? Yeşiller giymiş, saçının sarısı turuncuya kaçan bir kadın, pembe çiçekli yeşil fon üstünde görülüyor. Şimdi çiğ pembe, çiğ turuncu, çiğ yeşil gibi birbirini tutmayan bu renkler kırmızı ve yeşillerin bemolleriyle yumuşatılmıştır.

Bu tuvalleri ayçiçekleri tablolarının arasında görüyorum, böylece ayçiçekleri aynı boyda fener ya da şamdanlar gibi duracak, hepsi bir arada 7 ya da 9 tuval olacak.

(Hollanda için aynı şeyi bir daha yapmak isterdim, ama modeli bir daha bulmak gerek).

Madem önümüz kış, bırakın beni, rahat rahat çalışayım, çalışmam bir delinin çalışması ise, eh ne yapayım, ne çıkar!
Dayanılmaz sanrılar bitti ama, şimdilik yalnız kâbus var, aldığım fazla bromürdöpotassium’dan olacak o da…

Ve bir daha söylüyorum, ya beni bir deli hücresine kapatın dosdoğru, belki yanılmıyorum diye karşı koymam, yahut ta bırakın var gücümle çalışayım, söylediğim tedbirleri de alın bir yandan.

Deli değilsem, başlangıcından beri sana söz verdiğim resimleri sana göndereceğim. Bu tablolar ister istemez dağılacak belki, ama sen birini görmekle bütünüyle ne yapmak istediğimi anlarsın, böylece umarım memnun olur, avunursun…

Benim karnım doysun diye sen yoksul kalmış olacaksın bunca zaman, ama ben, ben ya bu parayı geri vereceğim ya da canımı. Şimdi de iyi kalpli karın gelecek biz ihtiyarları biraz da gençleştirmek için…

Doğru söylüyorum. Beni bir deli hücresine kapatmak yüzde yüz zorunlu değilse, borç bildiğimi hiç olmasa eşya ile ödeyecek durumdayım demek. Bitirmeden şunu da söyleyeyim ki merkez polis komiseri dün çok dostça beni görmeye geldi. Bana dedi ki, ona ihtiyacım olursa, “bir dost gibi çağırayım”mış. Buna hayır diyecek değilim, olur ya yakında ev için bazı güçlükler çıkabilir de ona başvurmak zorunda kalırım.

Kirayı ödeme anını dört gözle bekliyorum, ev sahibine ya da vekiline bazı sorular sormak için, gözünün içine baka baka.

Ama beni dışarıya atmak fırsatını bulamadılar ya, istekleri kursaklarında kaldı şimdilik…
Çalışma beni oyalıyor. Ayrıca biraz da eğlenmem lazım – dün Folies Arlésiennes tiyatrosuna gittim, hani burada yeni kurulan bir tiyatro var ya – ilk kez olarak gece korkunç kâbuslar görmeden uyudum. Provence’ın bir edebî derneği Noel ya da Pastourale dedikleri bir oyunu oynuyorlardı, Hıristiyan ortaçağından esinlenmiş bir şey.

Çok işlenmiş bir piyesti, herhalde epey para harcamış olacaklar.

Tabii İsa’nın doğumu canlandırılmıştı, Provence’ın şaşkın bir köylü ailesinin komik hikâyesiyle bir arada.

Evet ama – Rembrandt’ın bir ofortu kadar harika bir şey – ihtiyar bir köylü kadın tipiydi, hani Madam Tanguy öyle olabilir, kafasında bir çakmak ya da tüfek taşı bulunan, iki yüzlü, kahpe, deli bir kadın, hepsi piyeste başından beri görülüyordu.

Bu kadın, İsa’nın içine doğduğu hayvan yemliğinin önüne getirilip titrek sesiyle ilahi söylemeye başlıyor, sonra da ses değişiyor, cadı sesinden melek sesine dönüyor, melek sesinden de çocuk sesine, karşılığını da başka bir ses veriyordu, bu dolgun, sıcak bir kadın sesiydi, çınlıyordu kulisin arkasında.

Harikaydı. «Ozan» adıyla anılan bu oyuncular ellerinden geleni yaptılar.

Ben bu küçük memleketle yetinirim, Tropikal bölgelerine gitmesem de olur. Oraları harikadır herhalde, ama ben fazla yaşlıyım ve (hele mukavvadan bir kulak da taktıracak olursam) oralara dayanacak kadar sağlam değilim.

Gauguin gidecek mi acaba? Şart değil gitmesi. Çünkü bu iş olacak olursa kendiliğinden olur.

Biz ancak zincirin halkalarıyız.

O canım Gauguin ile ben aslında yürekten anlaşırız ve biraz deliysek de, ne çıkar, derinden derine sanatçı değil miyiz, bu konudaki kaygıları fırçamızın söyledikleriyle silecek durumda değil miyiz?

Belki bir gün herkes sinir hastalığına tutulacak, uluyacak, titreyecek ya da başka bir delilik arazı gösterecek.

Bunun panzehiri yok mu acaba? Delactroix’da, Berlioz’da ve Wagner’de bulunamaz mı?

Yani demek isterim ki biz bütün sanatçılar tutulmuşuzdur bu çılgınlığa, hele ben iliklerime kadar hastayım bu bakımdan, ama bizim verdiğimiz karşılık ve panzehirler pekala etkili sayılabilir, biraz iyi niyetle.

Candan
VINCENT

Sevgili Theo,
Kafam yerinde olmadıkça senin tatlı mektubuna cevap vermeye uğraşmam boşuna olurdu. Şimdilik bugün gene eve dönebildim, umarım ki temelli olacak.
Kendimi büsbütün normal hissettiğim nice anlar var ve demek isterim ki benim rahatsızlığım buraya özgü bir hastalıksa, burada kalıp rahat rahat beklemeli geçmesini, bir daha nüks etse bile (ama dileyelim ki bir daha olmasın).
Sana ve Dr. Rey’ e şunu iyice söyliyeyim ki yarın öbür gün (şimdiye kadar düşünüldüğü) gibi Aix’e gitmem doğru olursa, peki derim, önceden razıyım gitmeye.
Ama ressam ve sanatçı olduğuma göre, hiç kimse, giderek ne sen ne de hekim bile bana haber vermeden, benimle danışmadan kendi kendinize böyle bir şeye karar veremezsiniz. Bir de şimdiye kadar çalışmamda bilincimi hiç yitirmediğim için, benim için en iyisinin ne olduğunu söylemek hakkımdır (ya da hiç olmasa bile bir fikrim olmak), atölyemi saklamalı mı yoksa büsbütün Aix’ e mi gitmeli buna ben karar vermeliyim.
Böylece taşınmanın masraf ve zararları elden geldiği kadar önlenmiş olur ve ancak tam bir zorunluluk varsa yapılır.
Diyorlar ki bura insanlarının bir efsanesi varmış, bu yüzden resimden korkarlarmış, son zamanlarda şehirde bunun sözü geçmiş. Peki, ben Arabistan’da da aynı şeyi biliyorum, ama gene de Afrika’da birçok ressamlar vardır, değil mi ya?
Demek ki biraz direnmeyle yenilebilir bu ön yargılar, bu boş inançlar, hiç değilse insan gene de sürdürebilir resim işini.
Aksilik şu ki ben başkalarının inançlarından etkilenmeye, saçma gibi görünen inançların arkasında gizlenen gerçeği gezerek derinden duymaya eğilimliyim, boş veremem bu inançlara.
Gauguin de öyle ya, o da burada olduğu sürece belli belirsiz bir rahatsızlığın etkisinde ve yorgundu, sen de farkına varmış olacaksın bunun.
Ama ben bir yıldan çok bir zamandan beri burada olduğum ve (kendim hakkında, Gauguin hakkında) ve genellikle resim hakkında söylenebilecek ne kadar kötülük varsa hepsini duyduğum için, aldırmıyorum, en iyisi her şeyi olduğu gibi almak ve sonucu burada beklemektir diyorum.
İki kez tımarhaneye gittim artık, bundan daha kötüsü gelemez ya başıma.
Benim için buranın iyiliği şu ki, Rivet’nin dediği gibi «herkes deli burda», böylece yalnız duymuyorum kendimi hiç olmasa.
Sonra, biliyorsun ki Arles’ı çok seviyorum, her ne kadar Gauguin “Arles Güneyin en pis şehridir” demekle yerden göğe kadar haklı ise de.
Komşularımdan çok da dostluk gördüm üstelik, M. Rey öyle, hastanede herkes öyle, o kadar ki resim ve ressamlar üstüne akla hayale sığmıyacak ön yargıları olan, hiç değilse bu konuda bizler gibi aydın ve gerçekçi bir görüşe varamayan bura insanlarının iyiliklerini unutmaktansa, hep burada hasta olmayı isterdim.
Bir de tanıyorlar şimdi beni hastanede, ve gene başıma gelirse, sessizce geçiştirilir, hastanede ne yapacaklanm bilirler hiç olmazsa. Başka hekimlerin eline düşmeyi hiç istemiyorum doğrusu, buna lüzum da görmüyorum. (1)

Şubat 1889
Vincent Van Gogh
Kaynak: Theo’ya Mektuplar

(1) Şubat ayı içinde Vincent’nın sağlık durumu ağırlaştı. Kendisini zehirlemek istediklerini kurmaya başlamıştı. Arles’dan haber alamayan Theo telgraf çekti ve 13 Şubatta Dr. Rey’den şu cevabı aldı: «Vincent çok daha iyi, iyileştiririz umuduyla burada alıkoyuyoruz, merak etmeyin şimdilik.» Birkaç gün sonra Vİncent’nın bir mektubu Theo’nun eline geçti.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz