Ertuğrul Cesur: Ali Şeriati’nin yapmaya çalıştığı şey, gerçek bir “öze dönüş”tür

Ali ŞeriatiTarihte bazı insanlar vardır ki, birer istisna ve kaide dışıdırlar. Bunlar, bütün yerleşik kuralları, ön kabulleri, dengesini bul­muş ve çift taraflı memnuniyet içerisinde sürüp giden ‘düşman­lıkları’ alt-üst ederler. Bu halleriyle bütün düşmanların ortak düş­manı oluverirler. Ali Şeriati de bunlardan biridir. Bu nedenle o, ayrı bir durumu temsil eder. Onu özgün kılan; İslam’ı çağının ideolojileri ile hesaplaşarak kendince özgün bir düşünce sıçraması yapabilmiş olmasıydı. Yazılarıyla, sözleriyle ve tüm yaşamıyla hayatı anlamlı kılan Şeriati, yazılarını üçe ayırır: İçtimaiyat [Toplum Bilim] İslamiyat [İslam Bilim] ve Keviriyat.

Muhafazakârlığın ciddi bir eleştirisinin vakti çoktan geldi de geçiyor bile

Onun bu sınıflandırmasını şöyle anlamak da mümkündür. Toplumbilim yazıları onun toplumcu fikirlerini yansıtır. Keviriyat, onun varoluşçuluk ve ‘benlik’ felsefesi ile ilgili fikriyatıdır. İslamiyat ise bu her ikisinin de içerisinde yoğrulduğu ve İslam’ın sembolleriyle, kav­ramlarıyla ifade edildiği İslam fikriyatıdır. Şeriati’nin tüm düşüncesini İslam Bilim başlığı altında incelemek mümkündür. Şeriati, İslam Bilim çalışmalarında İslam’ın henüz çağın dili ile ifade edilmemiş ideolojisini, Egzis­tansiyalizm, Marksizm ve diğer Batı düşüncelerinden de yararlanarak çağdaş anlamda yeniden güncelleştirmiştir. Şeriati şuna inanmaktadır: Bir kimse İslam Bilim’i yirminci yüzyılda ve İslam’ı yirminci yüzyıl kafasına hakim bütün ideolojilerin ve düşüncelerin üzerinde bir anlayışla kavrayabilir. Yirminci yüzyıl ideolojilerinden geride kalmış bir İslam gidicidir. Bilimden, ideolojiden, sosya­lizmden, bilimsel tarih felsefesinden ve egzistansiyalizmden aşa­ğı bir İslam gidicidir ve muhafaza etmek mümkün değildir. Şeriati’nin İslam Bilim çalışmaları üzerine yoğunlaşan İslam Bilim ve Bir ideoloji Olarak İslamcılık kitabını kaleme alan Ertuğrul Cesur’la Ali Şeriati üzerine yapılmış bir söyleşi:

Asım ÖZ

Asım Öz: Ali Şeriati’yi İslamcılık düşüncesine katkıları bakımından değerlendirdiğimizde neler söylersiniz?

Ertuğrul Cesur: Ali Şeriati’nin yapmaya çalıştığı şey, gerçek bir “öze dönüş”tür. Fakat öze dönüş derken bunun kuru bir “geçmişe yöneliş” ile karıştırılmaması gerekir. “Rönesans” da bir geçmişe yöneliştir, “irtica” da! Dolayısıyla öze dönüş derken ne kast edildiği iyi anlaşılmalı… Geçmişe gidip sarığı, cübbeyi bugüne taşımak öze dönüş değildir. Şeriati tam bir yapı-çözümle İslam’ın temellerine inmiş, Hz. Peygamber’in ortaya çıkış gayesi, Kur’an’ın verdiği temel mesaj, yani “İslam ideolojisi” neydi, onu günümüze taşımıştır. Bu aynı zamanda bir arınmadır. İslam adına bugün de en fazla ihtiyacımız olan budur. Onun dediği gibi “geçmişin eşek çuluna” değil, köle Bilal Habeşi’yi bir özgürlük savaşçısı yapan ruha dönmelidir. Fakat bu arınma için bilimsel bir zihne ihtiyaç vardır. İçinde yaşadığımız tarihin gerisinde kalmayan bir zihne… İslamcılık işte bu anlamda bir öze dönüş olmalıdır. İslamcılık; sağcılıktan, muhafazakârlıktan, mukaddesatçılıktan, selefilikten ve İslam adına var olan diğer dindarlık biçimlerinden farklı modern bir ideolojidir ve Cemaleddin Afgani’den beri en güçlü şekilde ifadesini Şeriati’de bulmuştur… Burada bir başka noktaya da dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’de 28 Şubat sürecinden beri her türlü dinsel söylem “İslamcılık” olarak nitelendirilir oldu. Oysa biz biliyoruz ki eskiden muhafazakâr siyasi partiler ve cemaatler kendilerine “İslamcı” denilmesinden rahatsız olurlardı. Onun yerine muhafazakâr, mütedeyyin, maneviyatçı, mukaddesatçı gibi nitelemeleri tercih ederlerdi. Bu çevrelerin aslında hiç hoşlarına gitmediği halde neden “İslamcı” tabirine eskisi kadar karşı çıkmadıkları üzerinde ayrıca durulmalıdır. Fakat ben şu kadarını söylemek isterim; İslamcıların bu saydıklarımızdan kendilerini ayrıştırmaları, farklılıklarını göstermek için ciddi entelektüel mücadeleye girmeleri gerekmektedir. Şeriati işte kendi döneminde bunu yapmıştır. O buna “hendeği yeniden kazmak” der. “Birçok mukaddesatçı mümini feda etmek zorunda kalsak da bunu yapmalıyız” der.

Sözünü ettiğiniz entelektüel mücadelenin içinin doldurulması noktasında neler öncelenmeli?

Kalkış noktamız İslam olduğuna göre İslam adına var yapıların gözden geçirilmesi gerekiyor. Muhafazakârlığın ciddi bir eleştirisinin vakti çoktan geldi de geçiyor bile. Muhafazakârlık yıllardır Kemalizm’in din karşıtı uygulamalarını gerekçe göstererek içerden bir eleştiriyi sürekli erteletti. Onunla da yetinmedi, o asimile edici koca gövdesiyle her türlü farklılaşmayı bir asit kazanı gibi içinde eritti ve kendisine dönüştürdü. Artık buna daha fazla izin verilmemeli. Kemalizm resmi olarak değilse de fiilen çoktan bitmiştir, bu görülmeli. Şuan Kemalizm’in durumu cinleri çalıştıran Hz. Süleyman’ın durumuna benziyor. Hz. Süleyman çoktan ölmüş, ancak cinler bunu bir kurtçuğun Süleyman’ın asasını kemirip kırılmasına yol açması ve böylece Süleyman’ın gövdesinin devrilmesi ile fark ediyorlar. Türkiye’de Kemalizm öldü fakat birileri durumun fark edilmemesi için cesedine makyaj yapıyor, çünkü planlarının tamamlanması için “irtica” tartışmalarının devam etmesi gerekiyor.

Tekrar Şeriati’ye dönersek, onun yetiştiği toplumsal ve siyasal ortam bilincini nasıl etkiledi?

Şeriati İran’da aslında “geç kalmış bir Ulusal Cepheli”dir. Yani Dr. Musaddık yanlısıdır. Bilindiği gibi İran’da Şah rejimine karşı İmam Humeyni önderliğinde din adamlarının inisiyatifi ele almalarından önce Dr. Muhammed Musaddık’ın lideri olduğu ve milli-sosyalist birçok siyasi oluşumu birleştiren Cepheyi Milli (Ulusal Cephe) en önemli muhalefet hareketi idi. 1951’de Ulusal Cephe iktidara geldi. 1953’te sol Tudeh’in ve dini lider Ayetullah Kaşani’nin desteğini alarak Şah’a rağmen İran petrollerinin millileştirmesini gerçekleştirdi. Bunun üzerine ABD ve İngiltere destekli darbe ile Musaddık devrildi. Şeraiti o zaman 20 yaşında öğretmen okulu öğrencisiydi. Bu dönem İran’da aynı zamanda sosyalist hareketler de oldukça güçlenmişti. İran’da sosyalizm, Türkiye’deki gibi mezhepsel ya da etnik bir toplumsal tabana dayanmaz, çok daha gerçekçidir. İran’da yerli/milli sosyalist fikirler oldukça ileridir. Şeriati’nin gençlik döneminde katıldığı siyasi oluşumlardan biri 1943 yılında Muhammed Nahşeb öncülüğünde kurulan Allahperest Sosyalistler hareketidir. Şeriati bu dönem Cevdet Es-Sahhar’ın kitabını Hodaperest-Sosyaslit Ebuzer adıyla Farsçaya tercüme eder. Ancak 1953 darbesi İran’ın yakın tarihi açısından son derece belirleyici olmuştur. Darbeden sonra Ulusal Cephe’yi oluşturan siyasi önderler defalarca yeniden toparlanmayı denediler fakat başarılı olamadılar. Şeriati bu süreçte doktora öğrenimi için gittiği Fransa’da yurtdışı boyutuyla aktif rol aldı. Ancak Ulusal Cephe hareketi bir daha Musaddık dönemindeki gücüne kavuşamadı. Artık devir mollaların devriydi. Darbenin ardından Şah karşıtı muhalefet hızla mollaların inisiyatifine geçti. Şeriati, mollaların önderliğindeki bir muhalefet hareketine hiçbir zaman inanmadı. Bu nedenle önceliği devrime değil, toplumsal aydınlanmaya ve kültürel sıçramaya verdi. Bu arada siyasi hareketler kendi içlerinde bölünmeler yaşamış Halkın Mücahitleri gibi kimileri silahlı mücadeleye yönelmişti. Mücahidan’a göre konuşma vakti geçmiş artık eylem zamanı gelmişti. Şeriati ise Müslümanların içinde bulunduğu kültürel geriliği göstererek, “Biz şimdiye kadar konuşmadık, sadece konuşuyor gibi yaptık” diyordu. Erken bir devrimin faydadan çok zarar getireceğine inanıyordu. “Bizim şehitlerimiz az değil, az olan kültürel aydınlanmışlığımız” diyordu.

Şeriati’nin altmışlı yıllarda Avrupa’da olduğunu biliyoruz. Avrupa deneyimi onun düşüncelerini hangi noktalarda etkiledi?

Şeriati’nin Fransa’daki öğrencilik yılları dünya genelinde sosyalist hareketin doruk notada olduğu bir dönemdi. Şeriati bu sayede döneminin tanınmış Batılı aydınları ile yüz yüze tanışma imkânı buldu. Çağdaş Batı düşüncesi ile ilgili özel çalışmaları oldu. Kendisini en fazla etkileyen aydınlarla ilgili Kevir adlı kitabında çok ilginç ifadeleri vardır. Özellikle Louis Massignon’a olan hayranlığı dikkat çeker. Şeriati’nin Batı düşüncesine olan vukufiyeti bence onun başarısının en önemli nedenidir. Bize Batı’yı onun karda iyi tanıtacak başka bir Doğulu yazar yoktur. Bu nedenle Şeriati aynı zamanda bir “Oksidentalist” yani “Batı bilimci” olarak da okunabilir. Şeriati’nin İslam Bilim kitabının yarısı Marksizm ve sosyalizm ile ilgilidir. Bu nedenle mollalar kitap hakkında eleştiri anlamında, “İslam Şinasi değil garp şinasi” demişlerdir. Oysa Batı’yı tanımak kendimize de bir başka açıdan bakma imkânı vereceği için bir anlamda kendimizi de tanımaktır. Çünkü bu şekilde kendimizi mukayeseli bir yöntemle yeniden okumuş oluruz. Nitekim Rönesans’ta Haçlı seferleri ile Avrupalıların Doğu’yu tanımalarının önemi inkâr edilemez… Batılı müsteşrikler 200 yıldır İslam tarihi ve kültürünü didik, didik incelediler. Öyle ki, İslam düşüncesi ile ilgili araştırmalarımızda onların çalışmalarından yararlanıyoruz. Ancak son 200 yıllık dünya tarihine damgasını vuran Hıristiyan Batı ile ilgili araştırma yapmış ciddi kaç Müslüman aydının adını sayabiliriz? Üniversitelerimizin Batı Dilleri bölümlerine baktığımızda burada bilim adamı göremiyoruz, hepsi de ilgili olduğu ülkenin hayranı. Buradan Batı’ya bilimsel bir bakış çıkar mı? Mecnun’dan Leyla’yı dinlemek gibi bir şey bu.

Karşılaştırmalı okumaların yapılamayışında iki hususa; hem İslam’a hem de moderniteye esaslı bir vukufiyetin olmayışı da bu tarz çabaların derinleşememesine neden oldu sanırım…

Daha önemli sorun, içerde maalesef muhalif kanallar tıkandı, dumura uğratıldı. Dolayısıyla sorgulama, hatanın nerede olduğunu arama girme bir çaba içinde olan kalmayınca bu gözle dış dünyaya bakacak kimse de olmuyor. Müslümanlarda “tarihe müdahale etme” gibi bir çaba yok. Tarih kendi seyrinde akıyor, her şey olacağına varıyor. Aydınların varlığından söz ediliyor, ancak onların olması ile olmaması arasında bir fark yok. Olaylar karşısındaki varlığımız tamamen bir nesne hali. Hiçbir konuda yönlendirici olamıyoruz, özneleşemiyoruz. Aksine gelişmeler bizi nereye sürüklerse oraya gidiyoruz. Bir fıkra vardır ya; adam yolunun üzerinde bir muz kabuğu görür, “eyvah yine kayıp düşeceğim” der, toplumun haline bakınca bunu hatırlıyorum. Sorunu görüp, teşhis etme ve ona karşı müdahale çabası yok. Haklılığımızdan, inandıklarımızdan, yürüdüğümüz yoldan o kadar eminiz ki, kendimizi hiç sorgulama ihtiyacı duymuyoruz. Şeriati’nin dediği gibi, tüm bu güven ve eminlik karşısında ise geri kalmışlığımız olanca heyetiyle karşımızda duruyor, ineğe tapan Allah’a tapandan öne geçiyor, Allah’a tapanın haberi bile olmuyor.

Hüseyniye İrşad Kurumu Şeriati’nin düşüncelerin toplumsallaşmasında ne tür katkılar sundu?

Şeriati 1964’te Fransa’dan döndü. Meşhed üniversitesinde göreve başladı. Ardından Hüseyniye İrşad Kurumu’nda konferanslarına birkaç yıl devam etti. Konferansları bir yandan Şah rejimini rahatsız ettiği gibi bir yandan da mollaların kendisini hedef almalarına neden oldu. Şeriati’nin Hüseyniye İrşad’da konferanslara başlamasının ardından Seyyid Hüseyin Nasr, Murtaza Mutahhari gibiler bir bir kurumdan ayrıldılar. Gerekçe olarak da Şeriati’nin Kurumu “politize ettiğini” ileri sürdüler. Şeriati’nin konferansları milyonlarca kişi tarafından takip ediliyordu. Şeriati’ye düşman olan mollalar onun hakkında dedi – kodular üretiyor, karalama kampanyası yürütüyorlardı. Onun gizli bir Sünni olduğu, Mason olduğu, Hüseyniye İrşad’ın ambleminde gizli hatla “Osman, Ömer” yazdığı gibi söylentiler çıkarılır. Şeriati’nin konferanslarına hiç gitmeden onun hakkında asılsız iddialarda bulunan mollalarla ilgili ilginç anekdotlar anlatılır. Ancak Hüseyniye İrşad’ın kurucusu Muhammed Humayun Şeriati’ye büyük destek vermiştir. Sonunda Şah’ın emri ile 1973’te kurumun kapısına kilit vurulur, Şeriati de tutuklanır. Şeriati’nin Hüseyniye İrşad kurumunda verdiği konferanslar İslam Bilim adıyla kitaplaştırılacakken daha basılmadan sert tartışmalara neden olmuştur. Şeriati anılarında kendisine gelen bazı sevenlerinin, kitabın yayınlanmaması için tavsiyelerde bulunduklarını, bu kitabın düşmanlarının eline koz vereceğini, halk arasındaki sevgisinin zarar görebileceğini söylediklerini anlatır.

Burada Murtaza Mutahhari ile çekişmeleri de var. Bunun sebebi nedir?

Mutahhari de Şeriati gibi Hüseyniye İrşad’ta konferans veriyordu. Hatta Şeriati’nin gelmesine de Mutahhari’nin vesile olduğu bilinmektedir. Bence Mutahhari önceleri Şeriati’den faydalanılabileceğini düşünüyordu. Fakat Şeriati’ye başta gençler olmak gösterilen yoğun ilgi Mutahhari’de kıskançlığa neden olmuş olmalı, zira Şeriati’yi kurumdan attırmak isteyecektir. Ancak Şeriati, Muhtahhari hakkında hiçbir zaman kötü bir söz söylememiştir. Oysa Mutahhari, Şeriati’ye karşı kinini ele veren sözler sarf etmekten çekinmemiştir. Ayrıca dediğimiz gibi Şeraiti’nin İslam anlayışıyla mollaların İslam anlayışı arasında da büyük bir uçurum vardı. Mutahhari ile aralarında anlaşmazlık çıkmaması düşünülemezdi. Şeriati’nin vefatının ardından mollalar bir iddia ortaya atarlar. Güya Şeriati vefatından önce vasiyet etmiştir ki, eserlerindeki İslam açısından “sakıncalı ya da hatalı” ifadelerin çıkarılması için Mutahhari eserlerini incelesin… Hatta bunun için bir de mektup uydurulur. Oysa bu tam anlamıyla kuzuyu kurda emanet etmektir. Zira Mutahhari Şeriati’nin İslam Bilim kitabı ile ilgili bir yorumunda şöyle der: “Edebiyat açısından oldukça yüksek, ilmi açıdan orta düzeyde, felsefi açıdan orta düzeyden de düşük, dini ve İslami açıdan sıfır.” Ben Şeriati ile ilgili araştırmalarıma başladığımda, henüz İran’ı tanımadığım için durumun farkında değildim. Fakat İran’a gitmeden önce Türkiye’de, İran yanlısı bazı çevrelerle görüşmüştüm. Şeriati hakkında araştırma yapmak istediğimi söyleyince hemen, “Neden Mutahhari değil de Şeriati” şeklinde bir soru ile karşılaştım. Sonra İran’a gittiğimde sık, sık muhafazakâr çevrelerin bu sorusu ile karşılaştım.

Şeriati’nin toplumsal ve siyasal değerlendirmelerinde öne çıkan noktalar nelerdir?

Şeriati daha önce de dediğim gibi toplumsal aydınlanmaya öncelik vermiştir. Bu nedenle eserleri günübirlik siyasi sorunlarla ya da mollalar gibi fıkıh tartışmalarıyla değil, daha ziyade İslam düşüncesinin yeniden inşası ile ilgilidir.

Onun İslam-Bilim olarak adlandırdığı sosyolojisi bugün nasıl bir anlama sahip?

İslam Bilim; İsmail Raci El Faruki’nin dediği gibi “bilginin İslamileştirilmesi” değil aksine; “İslam’ın bilgileştirilmesidir.” Çünkü İslam’ın bilimsel bir okumasına hala sahip değiliz. Hala İslam’dan söz ederken, bir konuyu tartışırken kendimizi, “İslam’da var mıdır, yok mudur” şeklinde bir “fıkıh tartışması” içinde buluyoruz. Dinden söz ederken hala skolastik bir zihniyetle malulüz. İşte Şeriati’nin sözünü ettiği İslam Bilim, İslam’ı modern sosyal bilimler ışında, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, modern tarih ve tarih felsefesi ile yeniden okumayı öngörür. Muhafazakâr kesimin sevmediği diğer bir kavram da “bilim” kavramıdır. “Neden ‘ilim’ demiyorsunuz” gibi itirazlar yapıldığını duymuşsunuzdur. Burada mesele sadece “bilim” kelimesinin “öz Türkçe” olması değildir. İlim derken oradan muhafazakâr muhayyilede var olan bir “İslami ilimler” efsanesine gönderme vardır. “Efsane” diyorum çünkü “İslami ilimler”, “bilim” değil, “skolâstiktir”. Bunların inkârını ya da yok sayılmasını kast etmiyorum. Geçmişten bize intikal eden her şey değerlidir. Ancak Şeriati’nin dediği gibi bize intikal eden her şeyi bilimsel bir gözle yeniden okumalıyız.

Müslümanların iddia sahibi olabilmeleri için önerdiği metodolojik yenilenme neler içermektedir?

Öncelikle içinde yaşadığımız çağın çok iyi anlaşılması gerekir. İslam’ı bu çağın insanı olarak anlamalıyız. Tüm dinlerin ve ideolojilerin ortak hastalığıdır “anakronizm” yani zaman şuurunu kaybetmek. Bu konu iyi anlaşılamadığından birçok sorun bir türlü çözülememektedir. Bunun için de sürekli canlı, “diyalektik” bir zihne ihtiyacımız var. Roger Garaudy de bu konuyu Entegrizm kavramı çerçevesinde çok güzel açıklamıştır. Bu konuların bizim için hayati öneme haiz olduğunu düşünüyorum. Bunların fehmine varamadığımız sürece Batı’nın elinde bir oyuncak olmaktan asla kurtulamayacağız ve ilericimizle, gericimizle, dinlimizle, dinsizimizle 200 yıldır yaptığımız gibi Batı’yı yeniden, yeniden keşfetmeye devam edeceğiz… Batıcı olmak için liberal, solcu, Kemalist vs. olmaya gerek yok. Hatırlarsınız, yıllar önce Almanya’da bir cemaat “Halifeliği” ilan etmişti. “Anadolu Federe İslam Devleti” diye de devletlerinin adını açıklamışlardı. Bu insanların devletlerine böyle bir isim vermeleri trajikomik halimizin bir yansımasıdır. Neden “Anadolu” dedikleri anlaşılıyor; sözüm ona ırkçılık yapmamış olacaklar. “İslam Devleti” ifadesi de açık. Ancak bu “Federe” lafı da nereden çıktı?! Göbeğine kadar sakallı, gördüğünüzde adeta yüzyıllar öncesinden çıkıp gelmiş sanacağınız insanımız Almanya’ya gidiyor, burada tıkır, tıkır işleyen sistemden o kadar etkileniyor ki, bunun nedenini Almanya’nın “federal” olmasına bağlıyor. Ve İslam en mükemmel sistem olduğuna göre İslam devletinin de federal olması gerektiği sonucuna varıyor. Demek ki neymiş; Batıcı olmak için liberal olmaya gerek yokmuş!

Şeriati’nin bir eserinin adı Ali Şiası Safevi Şiası. Aslında bu eser bir bakıma onun düşüncelerinin pratik veçhesine de işaret ediyor. O Şia düşüncesinin kimi kavram ve kurumlarını eleştirmesine rağmen, düşüncesini sistematik bir çerçeveye oturtamadı. Safevi Şiası’nı eleştirirken Ali Şiası’nı eleştirmemesini bu bağlamda nasıl yorumlarsınız?

Şeriati’nin Safevi Şiası’ndan kastı, onun idealize ettiği Ali Şiası’ndan bir sapmadır. Yani Safeviler döneminde Ali Şiiliği tahrif edilmiş, Safevi hanedanının çıkarların göre yeni bir Şiilik icat edilmiştir. Tıpkı Hz. Peygamber’in vazettiği dinin Emeviler döneminde tahrif edilerek Emevi Sünniliğine dönüşmesi gibi. Şeriati burada insanlık tarihi boyunca tekrar eden ve Kur’an’ın tarih felsefesini oluşturan hak – bâtıl mücadelesinin İslam tarihi içinde de devam ettiğini anlatır. Dine karşı din derken de bunu kast etmektedir. Yani diyalektik, “tez – antitez” devam etmektedir. Şeytanın suratına “Müslüman maskesi” takması, cahiliyenin sırtına “sahabe cübbesi” sarması bizi aldatmamalıdır. Aldanmamak için yineliyorum, “diyalektik” bir zihne ihtiyacımız var… Onun fikirlerinin sistematik olmadığını söylemenin çok da doğru olmadığını düşünüyorum. Aksine, Şeriati’nin zihni gayet netti. Fakat yaşadığı dönem İran’ı son derece hızlı ve hareketli bir süreçten geçiyordu ve eserlerinin yayınlanması çok dağınık olmuş. Bize de o haliyle kim ne bulduysa çevirmiş… Onun eserlerini okurken öğrencilerinin başarısı için çırpınan bir öğretmen izlenimi verir. Bir konuyu anlatmak için dünyanın dört bir yanından onlarca örnek getirir. Bir Taoizm’den, bir Maoizm’den… meseleyi bir o yönden, bir bu yandan yeniden, yeniden anlatır. Sanki Müslümanların geri kalmışlığını dev adımlar atarak kapatmak istemekte fakat kendisi koşarken arkasındaki kitlenin yavaşlığı karşısında kızgınlık duymakta, fakat hiçbir zaman da bunu ifade edememektedir. Bu nedenle kendisine yönelik en çirkin hakaretlere bile dönüp bakmaz, bunlara cevap vermeyi zaman kaybı olarak görür. Bu nedenle kitaplarının çoğu oturup yazılmamıştır. Konferansları dinleyiciler tarafından yazılmış, derlenmiş ve sonra Şeriati tarafından redakte edilmiştir.

Şeriati modern ideolojileri/düşünceleri de eleştiriye tabi tutuyor. Bunlardan biri de Marksizm. Bazı okurlar Şeriati’nin eserlerinde Marksist dilin etkisi olduğu yönünde eleştirilerde bulunuyorlar. Bu eleştiriler hakkında neler söyleyeceksiniz?

Şeriati tabi ki kendisini Marksist olarak tanımlamaz ve eserlerinde bunu detaylı bir şekilde izah etmiştir. Ancak o kendisini sosyalist olarak niteler. Nitekim İslam’ı okuma biçimi de sosyalisttir. Habil-Kabil kıssası ile ilgili yorumu, Kur’an’daki “kıst” (adalet) kavramını açıklayışı, Kur’an ayetlerinden hareketle Tanrıyı toplum (nas) ile özdeşleştirmesi, Ebuzer ile ilgili anlatımları gibi birçok örnek gösterilebilir. Kimileri onun sosyalizm ile ilgili düşüncelerinin gençlik dönemlerine ait olduğunu, daha sonra fikri bir evrim geçirdiğini, onu sosyalist diye nitelemenin yanlış olacağını iddia eder. Ancak bu iddianın hiçbir gerçekliği yoktur. Bu tamamen Şeriati’yi kendi istedikleri kalıba sokma çabasının bir ürünüdür. Hatta Şeriati’de beni en çok etkileyen yönlerinden biri, onun fikri istikrarıdır. Ebuzer kitabını daha 19-20 yaşında çevirmiştir… Müslümanlarda hala sosyalizm konusunda büyük bir önyargı devam etmektedir. Bunun nedeni İslam ile sosyalizmin “telif edilemez” olması değil, maalesef hem İslam’ın hem de sosyalizmin ne olduğu konusundaki yanlış bilgiler, yıllarca sosyalizmin ateizme indirgenmiş olması, dindarlığın da sağcılıkla özdeşleştirilmesidir. Oysa sosyalist olmak için ateist olmak gerekmez. Sosyalizmin Batı’daki tarihinde de bu açıkça görülür. Burada hala bir cehalet hüküm sürüyor. Hz. Peygamber’in mücadelesi sosyal adalet mücadelesinin ta kendisidir. Aslında asıl karşı çıkılan şey, birçok ülkede olduğu gibi sosyalizm adına ortaya çıkan hareketlerin bize yabancı, yani garı milli oluşudur. Türkiye’deki sosyalizm tecrübesi için bu doğrudur da, ancak bu ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Birçok kez şu itirazla karşılaştım: “İslam yetmiyor mu bir de sosyalizm.” Bu soru, insan ve tarih hakkındaki çok temel bir bilgisizliğin ya da dikkatsizliğin ürünüdür. Bakın, insan daha doğduğunda biyolojik bir sentez olarak (anne-baba) dünyaya geliyor. Yani diyalektiği durdurduğunuzda yaşam biter. Bu insanlar kendilerine, sağcı, muhafazakâr, Sünni, Şii, Caferi, Hanefi, Nurcu, şucu, bucu… dendiğinde rahatsız olmuyorlar. Ya da bu kimliklerin hepsi de en azından bir olgu ve kabullenilmiş. Ama ne zaman “sosyalizm” dense birden Fussilet 33’üncü ayeti hatırlıyor, saf Müslüman olup çıkıyorlar.

Hacc, Anne-Baba Biz Suçluyuz, Dine Karşı Din, İnsanın Dört Zindanı gibi en ideolojik eserlerinde bile akıcı ve etkileyici bir dil kullanabilmiş olmasının sebebi nedir?

Şeriati Batı düşüncesine hâkim olduğu kadar İslam tarihine de son derece vakıftır. Eserlerinde sahabe dönemi ile ilgili çok detay bilgiler verir. Burada onun Şii toplumda yetişmiş olmasının da bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Çünkü bilindiği gibi Şiiliğin varoluş nedeni Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından yaşanan siyasi sorunlardır. Şiilik bu dönemi alabildiğine irdeler ve tartışırken Sünnilik olabildiğince o dönemin sorunlarını gizlemiştir. “Sıffın’da ne oldu, Cemel Vakıası nedir, Hz. Ali nasıl şehit edilmiştir vs.” herhangi bir Şii’ye sorsanız size çok şey anlatabilir. Hatta bizim Alevilerimiz bile bu konularda çok şey söyleyebilir. Ancak aynı soruları bırakın sıradan bir Sünni’ye, bir ilahiyat hocasına bile sorsanız fazla bir cevap alamayabilirsiniz. Şeriati ise Hz. Peygamber’den sonra yaşananları mollalar gibi Sünniliğe karşı bir mezhepçilik kavgası olarak anlatmaz; Müslümanların günümüz sorunları ile ilintilendirir. Örneğin mollaların İslam tarihindeki “Fedek arazisi” tartışması ile ilgili Hz. Ebubekir ve Ömer hakkındaki sözleri Sünniler için son derece rahatsız edicidir. Ancak Şeriati “Fedek bugün Filistin’dir” diyerek olaya bambaşka bir anlam yükler, gerçek düşmanı gösterir.

Ali Şeriati’nin Mevlana’ya duyduğu hayranlık onun devrimciliği açısından nasıl anlaşılmalı?

İslam düşüncesi tarihinde üç farklı gelenekten söz edilir: Felsefe, Tasavvuf ve Selefiye. Selefiye; İslam’ın Arap yorumudur. Yani Arap-İslamı Selefi İslam’dır. Felsefe; Yunan düşüncesi etkisi ile İslam’ın felsefi yorumudur. Tasavvuf ise başta İran olmak üzere yine gayrı Arap unsurların İslam yorumudur. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarında İslam kültürü ile koparılan bağlar, 80’li yıllarda Arap dünyasından yapılan tercümelerle Yeni Selefilik olarak yeniden canlanmıştır. Yeni Selefilik tabirini, özellikle bir dönem “radikal” diye tanınan İslami kesimler için kullanıyorum. Tasavvuf karşıtlığı, Klasik Selefililk gibi Yeni Selefiliğin de tipik özelliği olmuştur. Bolca bidatlerden, İslam’a sonradan giren adetlerden söz edilir… İşin aslı, Arap’a yabancı olan her şey “bidat”tır. Konunun bu boyutunu görmeden Mevlana’ya da karşı çıkan kimileri Mevlana’nın Moğol ajanı olduğu, bu nedenle dış güçler tarafından Mevlana propagandası yapıldığı, böylece insanların bugün de Mevlana’nın felsefesi ile pasifize edilmek istendiği gibi ilginç yorumlar getirilmiştir. İşin tarihi boyutunu bilemiyorum ancak İran’da başta Humeyni olmak üzere neredeyse Mevlana hayranı olmayan kimse bulmak imkânsızdır. Madem Mevlana’nın eserleri insanları karşı devrimci, yabancı işbirlikçisi yapmaktadır, İran devrimi nasıl izah edilir… İran’da hiç bilmeyen Mevlana’nın Mesnevi’sini ezberden okur. Yine onun eleştiri konusu olan Mesnevi’de anlattığı kimi hikâyeler İran’da, Afanistan’da, Hindistan’da atasözü olarak bilinir.

Mevlana konusu Mehmet Akif tartışmalarında da ortaya çıkıyor. Hatta bu noktada İslamcı aydınların tasavvuf eleştirisi yapmalarına karşın kendileri sufi gibi yaşadıkları yorumu yapılıyor… Bu bir aşırı yorum mu, gerçeklik değeri var mı?

Mevlana’yı ya da başka mutasavvıfları bu şekilde dışlamak bence kendimizi fakirleştirmekten başka bir anlam ifade etmez. Bu konudaki yanlış bence şu: Özellikle rahmetli Ercüment Özkan tasavvuf konusu üzerinde çok durmuştu. Ancak belli bir kesim için iş öyle bir hal aldı ki adeta Müslüman olmanın yolu tasavvuf karşıtı olmaktan geçer oldu. Oysa benim görebildiğim kadarıyla Ercüment beyin asıl yapamaya çalıştığı şey, tarikatların ve cemaatlerin eleştirisiydi. Fakat o tarikatlar içindeki çürümüşlüğün nedenini tasavvufa bağlıyordu. Kendisi ile hayatta iken kısa bir dönem de olsa görüşme fırsatım olmuştu. Tabi ben o zamanlar çok gençtim. Şimdi anlattıklarını düşünüyorum; o Türkiye’deki birçok tarikat şeyhi ve cemaat liderini bizzat tanımış, oralardaki çürümüşlüğe -bugünkü gibi ayyuka çıkmadan- çok önceden tanık olmuştu. Yaşananlara bakınca kendisine hak vermemek mümkün değil, fakat burada bence yanılgı, sorunun tasavvuf sorunu olarak görülmesi. Doğrusu ben bu tarikat ve cemaatleri tasavvuf ile ilişkilendirmeyi bile onlara bir övgü ve itibar kazandırma olarak görüyorum… Dolayısıyla bu tarikat ve cemaatleri dinin sufi-zühtçü yorumlarıyla da karıştırmamak gerekir. O konuda da eleştiriler getirilebilir ama birbirine karıştırılmamalı. Dinin mistik okunuşu ile ilgili Şeriati yine Ebuzer ile Hallacı Mansur’u kıyaslar. Şeriati şöyle der: “Bir ülke düşünün ki herkes Hallac olmuş… herkes ‘ben, ben değilim, ben Allah oldum’ vb. diye ortalıkta dolaşıyor… bu ülke bir açık hava tımarhanesinden başka birey değildir. Ama bir ülke ki değil herkes, birkaç tane Ebuzer var… o toplumda hem adalet olur, hem de onur ve şeref olur.” Ancak bugün bu cemaat ve tarikatların Ebuzer yorumların özellikle bir bakın. Tam tersi, Ebuzer’i çok usta bir dille sahabe arasında bir ‘aşırı -müfrit’ olarak anlatırlar.

Ali Şeriati İran İslam Devrimi’nin en önemli teorisyenlerinden biri olarak biliniyor. Onun İran devrimine etkisinin mahiyeti nedir?

Şeriati’nin İran devriminin ideologu ya da teorisyeni olduğu fikri, onun hakkındaki en yanlış yargılardan birisidir. Onun entelektüel derinliği, kimileri tarafından böyle temelsiz bir yorumun ortaya atılmasına neden olmuştur. İran devriminin bir ideologu var ise bu tabi ki Şii teolojisinde “Velayeti Fakih” içtihadıyla İmam Humeyni’nin kendisidir. Bunun dışında İran devriminin din adamları sınıfının dünya görüşünü aşan bir derinliği yoktur. Evet, antiemperyalist bir söylem var ancak o da büyük oranda Musaddık hareketinden miras alınmıştır. Şeriati’nin devrime eğer bir katkısı var ise; üniversite gençleri üzerindeki etkisi ile gençlerin Marksizm’e kaymamasına neden olması gösterilebilir, o kadar.

Kitabınızda Şeriati’nin Türkiye’de algılanma biçimine de değiniyorsunuz. Onun anlaşılamamasının bir nedeni olarak “Kur’an merkezli öze dönüşçülüğü” görme sebebiniz nedir? Bu abartılı bir yargı değil mi?

Şeriati’in anlaşılamamasının nedeni Yeni Selefilik değil de, Şeriati’yi okuyanlar çoğunlukla Yeni Selefiler olduğu için ve onu da Yeni Selefiliğin öncülerine indirgeyerek okudukları için böyle söylediğimi ifade etmek daha doğru olur. Yani Şeriati; Seyyid Kutub’a, Mevdudi’ye, Müslüman Kardeşler ile tarif edebileceğimiz bir çerçeveye indirgenmiştir. Dolayısıyla bir yetersizlikten söz ediyorum. Bu da kaçınılmazdı. Nitekim 80’lerde ve 90’larda İslami yayın evlerinin yayınladıkları kitaplara bakın, Şeriati’nin eserleri apayrı durur ve 2000’lerde diğerlerine ilgi ciddi şekilde azalmışken Şeriati’ye ilgide azalma olmamıştır, hatta bir “popülerleşme” söz konusudur. Bu ifadelerimin S. Kutub ya da Mevdudi’yi küçümseme olarak anlaşılmaması gerektiğini belirtmek isterim. Her ikisi de hayatını bu uğurda ortaya koymuş çok değerli insanlardır. Sadece aradaki farkın anlaşılması gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum.

Şeriati düşünsel anlamda Afganî’den hangi noktalarda etkilenir?

Şeriati’nin doğrudan Afgani’den etkilendiğini söylemek doğru mu bilmiyorum. Fakat kendisine bir öncül olarak gördüğü kesin. Afgani’nin yazıya döktüğü çok derinlikli bir düşünce sistemi yoktu. Bunun nedeni de gayet anlaşılır zira kendisinden önce bu yönde yapılmış hiçbir şey yoktu. O daha ziyade çok güçlü hisleri ile hareket eden bir aksiyon adamıydı. Onun önemi daha ziyade bu çizgide ilk adımı atan kişi olmasıdır. Görebildiğim kadarıyla Afgani’nin yazdıklarından çok yaptıkları önemlidir. Bir literatürün oluşması uzun zaman gerektirir. Bir fikrin zihinlerde yazıya dökülecek kadar gelişmiş olması çok ileri bir aşamayı gösterir. Kendinin evveliyatı olmaması nedeniyle Afgani’nin yazılarında geleneksel dilin ağırlığından kurtulamadığını, bu nedenle yazılı dilde kendisini yeterince ifade edemediğini düşünüyorum.

Kitabınızda Şeriati ile Namık Kemal arasında kurduğunuz bağ üzerinden Yeni-Selefilik olarak adlandırdığınız akımın “gayri milli” olduğunu ifade ediyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Türkiye’de İslamcılığın kökleri konusunda üzerinde durulması gereken bir bulanıklık var. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşadığımız o zihinsel kopuş bize çok pahalıya mal oldu. İsmail Kara Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi kitabını yazdı. Ancak orada Namık Kemal’i göremiyoruz. Bunun kesinlikle masum bir nedene dayandığını düşünmüyorum. Türkiye’de Namık Kemal muhafazakârlık tarafından bilinçli bir şekilde genç kuşaklardan kaçırılmış, onun İslamcılığı karartılmıştır. Dini yayınevlerinin yayıncılık politikası yıllar önce ciddi şekilde sorgulanmalıydı, bu yapılmadı. Gelenekçi yayınevlerinin nasıl bir gaye güttükleri, Türkiye’de nasıl bir İslam algısının oluşmasına hizmet ettikleri sorgulanmalıdır. Çünkü bir kuşağın zihnini bu yayın evlerinin yayınları belirlemiştir. Bu yayınevlerinden çıkan kitaplarda Mehmet Akif bile sakıncalı görülür. Çünkü o da Namık Kemal, Cemalettin Afgani, Muahmmed İkbal gibi “modernist” kategorisinde değerlendirilir. Bu yayınevleri tarafından sistematik bir şekilde S. Hüseyin Nasr, R. Guenon gibi Ortaçağ özentili yazarların kitapları Türkçeye çevrilmiş, bunun sonuncunda, “İslam devletinde kaldırımlar asfalttan olmaz” diyen, garip bir İslam anlayışı gelişmiştir. Toplum II. Abdulhamitçilik ile Kemalizm arasında bir tercihe zorlanmış, din tarikat şeyhlerine kalmıştır. Gençlerin “aydın” diye kitaplarını okuduğu yazarlarımızın her birinin ardında bir tarikat şeyhi oturmaktadır. Şeyhlerden bir beklentisi olmayan, kendi köklerini de tanımayan gençler ise zorunlu olarak dışarıya yöneldiler ve bu sefer de Selefileştiler.

Bu kısır döngüden nasıl çıkılabilir?

Batıcılaşmadan çağdaşlaşmak, yobazlaşmadan özümüze sadık kalmakla. Ben Şeriati’nin İslam dünyası ve özellikle 80 ve 90’lardaki etkisi nedeniyle Türkiye için özellikle önemli bir entelektüel olduğunu düşünüyorum. İslamcılık adına bizim için önemli bir dayanak noktası olabilir. Fakat her halükarda o Türkiyeli bir aydın değildi… Bir toplum için hiçbir yabancı aydın kendi aydınlarının yerini dolduramaz… Şeriati, Türkiye hakkındaki muhteşem analizlerine rağmen bizim için dışarıdan bir gözlemcidir. Bunun için kendi çığırımızı kendimiz açmak durumundayız. Bu toplum ya kendi aydınlarını yaratacak, ya da kürsel oyunlarda birilerin elinde oyuncak olacak, ezilmeye devam edecek.

Cemil Meriç’in Şeriati düşüncesiyle tanışması nasıl gerçekleşiyor? Meriç üzerinde Şeriati’nin bir etkisi söz konusu mu?

Cemil Meriç’in, “İslam ile daha önceden tanışsaydım, Türkiye’nin Şeriati’si olabilirdim” dediği rivayet edilir. Onun Şeriati’yi İngilizceden okuduğunu Kırk Ambar adlı kitabından öğreniyoruz. Burada özel bir etkilenmeden söz edilebilir mi bilmiyorum. Ancak kitabından Şeriati’yi ne kadar takdir ettiği açıkça görülüyor. Hatta ilginçtir; Meriç’in Şeriati’ye olan iltifatları, Cemil Meriç’te bir çeşit “Nurculuk” vehmeden kimi çevreler tarafından da fark edilmiştir. Bu nedenle İran ve Şiilik düşmanlığı ile tanınan bu çevreler ara sıra Şeriati’ye iltifatta bulunmayı ihmal etmezler. Fakat ne Şeriati’den Nurculuk çıkar, ne de Cemil Meriç’ten.

Bizde Şeriati ideolojik bulunduğundan aynı zamanda mesafeli yaklaşılan bir isim oldu. Peki 90’lı yıllardan sonra Şeriati İran’da nasıl algılanmaya başladı?

Şeriati’nin İran gençliği üzerindeki etkisi hiç azalmadı. Ben 1999 yılının sonunda İran’da bulunmuştum. O dönem Şeriati’nin İran’da yeniden, yeniden okunduğunu görmüştüm. Özellikle mollalara yönelik sert eleştirilerinin bulunduğu bazı kitapları yasaktı, Hatemi döneminde yasak kalktı. Tartışmalı geçen son seçimlerde de özellikle yenilikçilerin Şeriati’nin bazı söylemlerini slogan haline getirdiklerini gördük. İran toplumu bence İslam dünyasında entelektüel seviye bakımından müstesna bir yere sahiptir. İran’da düşünceye duyulan saygı ne Türkiye ile ne de Arap ülkeleri ile kıyaslanabilir. Bu nedenle Arap dünyasında başlayan sözde devrimlerle İran’daki muhalefet hareketinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Tunus ve Mısır’da başlayıp diğer Arap ülkelerinde devam eden gelişmelerin Soros devrimlerinin bir devamı olduğunu açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İran’daki muhalefet hareketi, bazı benzerlikler nedeniyle bizi yanıltmamalıdır. İran halkının devrimci karakterine güvenmek gerektiğine inanıyorum. İran’ın yeni bir devrime gebe olduğunu yıllar önce İran’a gittiğimde düşünmüştüm. Burada dış müdahaleler nasıl bir etki yapar o da hesaba katılmalı tabi.

Kitabınızda belirttiğiniz Şeriati’ye karşı Abdulkerim Suruş’un önerilmesinin dünyada yaşanan ideolojik değişimle de bağlantısı kurulabilir mi?

2002 yılında İslamiyat dergisinde yayınlanan “Ali Şeriati: Allahperest – Sosyalist” başlıklı bir makale yazmıştım. Bu makalede Türkiye’de Şeriati’nin çok okunmuş olmasına rağmen anlaşılamadığını vurgulamıştım. Bu makaleden dolayı çok eleştiri geldi. Oysa bunun en açık delillerinden biri Türkiye’de Şeriati’nin yıllarca Abdulkerim Suruş ile hatta Seyyid Hüseyin Nasr ile benzeştirilmesidir. Nasr, yıllar önce bir konferans için İstanbul’a gelmişti. Konferansta bir sorudan kendisinin Şeriati’ye benzetildiğini görünce buna tepki gösterir ve Şeriati ile bir benzerliğinin olmadığını söyler. Suruş da aynı çizgidedir, postmodern fikirleriyle Türkiye’de Ali Bulaç’a benzer. Ali Şeriati ile onlar arasındaki fark; Şeriati Müslümanların kendi modernitelerini yaratmaları gerektiğine inanırken diğerleri “gerici” (gelenekçi – tradisyonalist) bir retorikle modernite düşmanlığı yapar. Şeriati modernizm eleştirisi yaparken kast ettiği emperyalizmdir. Diğerlerinde ise neredeyse emperyalizm kavramı hiç yoktur. Bunun yerine yıllardır ne anlamına geldiğini bir türlü izah edemedikleri bir anti modernizm tartışması yürütürler. Ekolojizm ambalajlı bir gericilik.

Bugünden bakıldığında Şeriati düşüncesinden kalan mirası nasıl okumak gerekir?

90’lı yıllarla birlikte dünya genelinde sosyalizm adına yaşanan gerileme ve postmodern söylem insanlığın özgürlük mücadelesi açısından büyük bir gerilemeye neden oldu. Tüm dünyada olduğu gibi bizim üzerimizde de büyük bir rehavet var. İnsanlar sızlanıyor, sorunlardan şikayet ediyor ancak çözüm için de hiçbir sıkıntıya katlanmak istenmiyor.. Evet 90’larda Şeriati çok okunuyordu ancak yeterince anlaşılmamıştı, fakat şimdi daha vahim bir durumla karşı karşıyayız. Şeriati’nin “popülerleşmesi” ile. 1990’larda Şeriati fanatikleri vardı. Bunlar gerçekten de Şeriati’yi anlamak için çaba gösteriyorlardı. Bunlar arasında bu yüzden psikolojisi bozulmuş kimseler de gördüm, yüksek bürokratlar, diplomatlar da gördüm. Hatta bir müsteşar hatırlıyorum, Şeriati’den o kadar etkilenmiş ki, onun Türk kökenli olması gerektiğini düşünüyor, bunun için “Şeriati’nin memleketi olan Horasan’da Türk bir kökeni olabilir mi” diye araştırıyordu… Fakat 2000’lerde Şeriati’nin popülerleştiğini düşünüyorum. İşte bu son derece sakıncalı bir durum. Çünkü popülerleşme bir aydının etkisinin kaybolduğu anlamına gelir… Nietzsche çağdaş Batı düşüncesinin önemli simalarından biridir. Birkaç yıl önce Batılı bir yazarın, Nietzsche’nin popülerleşmesinden duyduğu rahatsızlığı dinlemiştim. Gerçekten de Nietzsche hakkındaki kitaplar bizde bile işportaya düştü. Fakat Nietzsche kimdir, ne demiştir kaç kişiden dişe dokunur bir bilgi alabiliriz kuşkuluyum. O yazar Nietzsche gibi aydınların anlaşılması için derinlikli bir okunması gerektiğini söylüyordu. Aynı durumun Şeriati için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Şeriati bir zamanlar bizi gerçekten “rahatsız ediyordu”. Şimdi sanki Şeriati’ye karşı bir çeşit “bağışıklık” geliştirdik. Onu tekfir etmesi gerekenler Şeriati hayranı olmuş… Aslında bu soruna Şeriati de eserlerinde değinir. Onun “kötü şanslılık şansı” diye bir tabiri vardır: Bir fikir, ortaya çıktıktan bir süre sonra kitleselleşir ve yayılır, fakat içten içe de bir tehlike onu tehdit eder, etkisizleşir. İnsanlar ona “alışmaya” başlar. Örneğin bir zamanlar devrimci bir anlamı olan “la ilahe illallah” şiarı ağızlardan düşmez olmuştur ancak hiçbir devrimci etkisi kalmamıştır. Çünkü popülerleşme talihsizliğine uğraşmıştır. Amerikalı bir giyim firmasının ürünlerinin üzerine “Che resmi” koyması gibi bir durum yani… Şeriati’yi tanımak isteyenler onun hakkını vermeliler. Onu anlayarak okumaya çalışmalılar. Anlamadıkları şeyin peşine düşmeliler. Eğer İslam’ın ne olduğunu öğrenmek, Müslümanlar olarak bu çağa bir şeyler söylemek istiyorsak, Şeriati okunması ve anlaşılması gereken en doğru isimlerden biridir. Onun dediği gibi İslam’ı çağımıza hâkim bütün ideolojilerin ve düşüncelerin üzerinde bir anlayışla kavramalıyız. Bu çağın ideolojilerinden geride kalmış bir İslam gidicidir. Bilimden, sanattan, hümanizmden, sosyalizmden, tarih felsefesinden, aşağı bir İslam gidicidir. Dahası, ondan aldığımız bayrağı da daha ileriye taşımalıyız. Çünkü tarihin akışı devam ediyor. Duraksarsak tarih bizi de çiğneyip kararlılıkla yoluna davam edecektir.

Röportaj:
Ertuğrul Cesur
Dünya  Bülteni

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz