PİCASSO, YAŞAMININ BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ SÜRGÜNDE GEÇİRDİ -JOHN BERGER

Yalnızlık, bugün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük kentlerinde öylesine yaygındır ki bu terim yalnızlığın bin bir türünü kapsamak durumundadır. Yaşlı emekliler park banklarının üzerinde yapayalnızdırlar. Perdelerinin ardından dış dünyayı seyreden yaşlı milyonerlerin de yalnızlık çektiği söylenir. Kimileri kalabalığın ortasında yapayalnızdır, kimileriyse yalnız kalmamak için sürekli birilerini ararlar. Yalnız olabilmek büyük insanlara özgü bir üstünlüktür diyerek kendimizi avutmaya çalışırız. Oysa Picasso’nun yalnızlığı, eğer yanılmıyorsam, bu kategorilerden hiçbirine girmez. Picasso’nunki, bir delinin yalnızlığına benzer: Deli, kendine kimse karşı koymadığından, istediği her şeyi yapabileceğini sanır.

Picasso 1881’de Malaga’da doğdu. Malaga’dan Atlas dağlarını görebilir, rüzgâr güneydoğudan estiği zaman da çölün kokusunu duyabilirsiniz. Picasso orta sınıf bir ailedendi; hem anne hem baba tarafından ataları birkaç kuşaktır Malaga’da yaşamaktaydı. 1900’de, 19 yaşındayken hayatında ilk kez İspanya’dan ayrılarak Paris’te birkaç ay kaldı. 1904’te tamamen Paris’e yerleşti. 1904-1934 arasında İspanya’ya tatil amacıyla ya da resim yapmak üzere yaklaşık altı kez döndü. 53 yaşına bastığı 1934 yılından sonra İspanya’ya bir daha hiç gitmedi. Yaşamının büyük bir bölümünü gönüllü sürgünde geçirdi.

Sürgünlük durumu, öznel etkileri açısından bakıldığında, hiçbir zaman aynı kalmaz: Ya zamanla kendinizi daha da sürgün hissedersiniz, ya da benimsediğiniz ülke sizi giderek daha çok soğurur. Picasso Fransa’yı gerçekten benimsedi; Fransa da onu. Arkadaşları Fransız’dı; kendisi Fransızca konuşuyordu, sonunda Fransızca yazmaya başladı. Fransız vatanseverliğini de paylaşabiliyordu. (Vatanseverlik —Almanlar’ın Fransız topraklarını 1870, 1914 ve 1940’ta üç kez işgal etmelerinin sonucu olarak— Fransız aydınlarının yaşamında, aynı dönem İngiliz aydınlarının yaşamında olduğundan çok daha önemli bir öğeydi.) Fransa da Picasso’nun dehasını farketti; ün kazanmasını sağlayarak 1945’te bu ünü dünyaya yaydı. Gene de ve bütün bunlara karşın, ben Picasso’nun kendini giderek daha çok sürgünde hissettiğine inanıyorum.

Fransa, onun derinde yatan gereksinmelerini karşılayamıyordu. Picasso tek başına kaldı. Yalnızlık, bugün Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın büyük kentlerinde öylesine yaygındır ki bu terim yalnızlığın bin bir türünü kapsamak durumundadır. Yaşlı emekliler park banklarının üzerinde yapayalnızdırlar. Perdelerinin ardından dış dünyayı seyreden yaşlı milyonerlerin de yalnızlık çektiği söylenir. Kimileri kalabalığın ortasında yapayalnızdır, kimileriyse yalnız kalmamak için sürekli birilerini ararlar. Yalnız olabilmek büyük insanlara özgü bir üstünlüktür diyerek kendimizi avutmaya çalışırız. Oysa Picasso’nun yalnızlığı, eğer yanılmıyorsam, bu kategorilerden hiçbirine girmez. Picasso’nunki, bir delinin yalnızlığına benzer: Deli, kendine kimse karşı koymadığından, istediği herşeyi yapabileceğini sanır. Aslında bu — çelişik görünse de— kendi kendine yetmenin getirdiği bir yalnızlıktır. İlle de insana doğrudan acı veren bir yalnızlık değildir; onu durmamacasına etkinliğe iten, rahat huzur vermeyen bir yalnızlıktır. Akıl hastanesinin en kötü yanı, içindekilerin doğal uyku uyuyamamalarıdır. Belki de bu benzetmeyi kullanmakla aptallık ettim; çünkü Picasso’nun deli olduğu yolundaki kaba inancı pekiştirmiş oluyorum. Picasso deli değildir. Gene de anlatmak istediğimi bu denli açık örnekleyecek başka bir karşılaştırma yok. Bunun nedenini açıklayabilmek için, Picasso’nun sürgünde yoksun kaldığı şeyin ne olduğunu görmek gerekir: çocukluğunun ve gençliğinin İspanyası.

Picasso, on yaşına dek Malaga’da yaşadı. Sonra ailesi İspanya’nın Kuzey Atlantik kıyısındaki Corunna’ya taşındı. 14 yaşındayken de Barselona’ya taşındılar. Her iki kent de —gerek iklim, gerek tarih, gerekse atmosfer açısından—- öbür kentlere hiç benzemez. İspanya üzerine yazmanın zorluklarından biri de, tek değil, birçok İspanya’nın bulunmasıdır. İspanya —ekonomik ve toplumsal anlamda— henüz birliğe erişmemiştir. İki İtalya’dan söz edilir: Roma’nın kuzeyindeki ve güneyindeki. En azından altı değişik İspanya’dan söz etmek gerekir. Bu canalıcı bir noktadır, çünkü bize İspanya’nın tarihsel açıdan Avrupa’nın gerisinde kaldığını hatırlatır. İspanya ayrıdır.

Coğrafi konumu ve Hıristiyanlığın bir parçası oluşu, bizi yanıltır. İspanya’nın Haçlı Seferleri’nden bu yana, hiçbir ülkenin ait olmadığı bir Hıristiyanlığı temsil ettiğini söylemek daha doğru olacaktır. Coğrafi konumuna gelince —yeni bir gözle bakıldığında— İspanya Türkiye ile karşılaştırılabilir. Kuşkusuz İspanya’nın Avrupa kültürüne katkısı olmuştur ama bu da yanıltıcıdır. Bu katkı yalnızca edebiyat ve resimle sınırlıdır. Toplumsal gelişmenin karşılaştırmaya daha açık biçimlerine doğrudan dayanan sanatları ya da bilimleri içermez; İspanya, Avrupa mimarisi, müziği, felsefesi, tıbbı, fiziği ya da mühendisliğine çok az katkıda bulunmuştur. Şu bile söylenebilir: İspanyol resmi ve edebiyatı, İspanya’nın içinde, dışındakinden daha az etki yaratmıştır. Bu resim ve bu edebiyat, daha ziyade Pireneler’in ötesinde, Avrupa’da yer alan bir yaşama biçimini düşleyebilecek olanlara özgü sanatlardı.

İspanya ayrıdır; çünkü İspanya hâlâ feodal bir ülkedir. Yetmiş yıl önce, Picasso çocukken, bu feodallik bugünkünden çok daha az değişikliğe uğramıştı. O zamanlar işçilerin dörtte üçünden çoğu toprakta çalışıyordu. Aletleri ilkeldi ve iş bölümü henüz başlangıç aşamasındaydı. Pek çok bölgede üretim yalnızca ev ya da köy kullanımı için yapılıyordu. Toprak sahipleri, topraklarını kiralayanlardan çeşitli biçimlerde zorunlu emek hizmeti alıyorlardı. Toprak sahipleri, “cacique” sisteminden dolayı, köylüler üzerinde ölüm kalım kararı denebilecek bir hakka sahiptiler. Tüm bunlar feodalizmin klasik belirtileridir. Ancak katıksız klasik feodalizm belki de bir soyutlamadır. Geçen yüzyıl sonunda İspanya’da rastladığımız feodalizm, karmaşık ve katışıklıydı.

Bu noktada İspanyol tarihini irdeleyecek bilgi donanımına sahip değilim. Bununla birlikte, kabataslak birkaç genelleme ve bir iki örnekle, kısaca da olsa, Picasso’nun doğduğu dönemde İspanya’nın içinde bulunduğu gelişmeleri açıklamadan geçemeyeceğim. Onun ruhunu ancak böylelikle anlayabileceğimize inanıyorum.

İspanya’da feodalizm —birbirine karşıt iki açıdan— karmaşık ve çarpıktı. Bir yandan bu ülkede feodalizm öncesine ait pek çok şey bulunuyordu; öte yandan —nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturan— çok geniş bir yönetici orta sınıf vardı.

Feodalizm öncesi “kalıntılar”, çoğunlukla İspanya’nın yalıtılmış ve ulaşılamayan kırsal bölgelerindeydi —aslında bu tanım ülke topraklarının çoğunu kapsıyor. Örneğin Bask bölgesi ve Navarre’de, onuncu yüzyıldan beri süregelen ve klan sistemine dayanan bir toprak imtiyazı düzeni hâlâ geçerliydi. Endülüs’ün uçsuz bucaksız, hemen hemen hiç işlenmemiş topraklarında emek sistemi, Ortaçağ feodalizminden çok, Roma’daki kölelik sistemine benziyordu. İspanya’nın merkezindeki düzlüklerde, Kastilyalı koyun ve büyükbaş hayvan yetiştiricileri, temelde göçebeliğe ve kabile düzenine dayanan bir hayat sürüyorlardı. Ancak, bunların arasında belki de en önemli “kalıntı”, ortalama İspanyol köylüsünün bilincindeki kalıntıdır. Her nasılsa İspanyol köylüsü —kesin örgütlenme biçimi bölgeden bölgeye büyük değişiklikler gösteren— bir komünal yaşam biçimini belleğinde taşır. Hiç değişmeyen, acı veren yoksulluğuyla birleşen bu anı, onu özel mülkiyetten nefret etmeye ve bir özgürlük fikrine tutunmaya götürdü —Söz konusu fikrin, Fransız Devrimi’ndeki liberté ile hiç ilişkisi yoktu; bu, ilkel, kendiliğinden oluşmuş, küçük bir topluluk içindeki bireyin özgürlüğü ve onuruydu. Daha sonra, İç Savaş’ta, parayı olduğu gibi ortadan kaldırmak isteyen köylüydü bu birey.

İspanyol orta sınıfı, on altıncı yüzyılda, Engizisyon’u, Güney Amerika’daki sömürgeleri, İtalya ve Kuzey Avrupa’daki işgal edilmiş toprakları yönetmek için kurulmuş bir bürokrasiyle birlikte ortaya çıkmıştı. Ta başından beri bu bürokrasi, üretici olmayan çok geniş bir kitleydi. Bürokrasinin kurulmasından yüz yıl sonra, Madrid’deki Venedik büyükelçisi şunları yazıyordu:

Becerebilen herkes, devletin sırtından geçiniyor. Hükümet görevlerinin sayısı artırılmış. Yalnızca Hazine’de, 40 000’i aşkın memur çalışıyor; bunların çoğu da kendilerine bağlanan maaşın iki katını çekiyor kasadan. Bununla birlikte, tuttukları hesaplar içinden çıkılmaz, belki de kötü niyetli bir belirsizliğe bürünmüş; bunlardan herhangi bir sistem ya da sonuç elde etmek olanaksız.

Aynı dönemde vergi toplamakla görevli 24 000, Engizisyon’un hizmetinde parayla çalışan da 20 000 kişi vardı. Bu rakamlar, bu sınıfın ekonomik bakımdan ne denli gerçekdışı olduğu konusunda bir fikir verebilir.

Başlangıçta, sınıfın devamını Güney Amerika’dan gelen altın ile Flaman sanayii sağlıyordu. Daha sonra, İspanya’nın iktidarını yitirmesiyle bu yük İspanyol ekonomisinin omuzlarına bindi; oysa İspanyol ekonomisi kesinlikle bu yükü taşıyacak durumda değildi. Sürekli bir yoksulluğun içine düşüldü; ekonomiyi düzeltmek için hiçbir çabaya girişilmiyordu çünkü orta sınıf diye adlandırılan bu kesim, sermayeyle üretim arasındaki bağlantıyı anlamaktan acizdi: Bunu anlamaya çalışmak yerine, taşralı bir tedbirsizliğin içine düşerek yalnızca “bağlantıları”nı güçlendirmeye çalıştı. Geçen yüzyılın ortalarına gelindiğinde, köy postacıları bile mevkiilerini —uzun bir aracılar zincirinden geçerek— Madrid’de bir bakana borçluydular. Hükümet düştüğünde bu postacıların yerini yeni hükümeti “destekleyenler” alıyordu.

İspanya’nın genel, tipik tarihi böyleydi; elbette istisnalar da vardı. Picasso’nun zamanında, kuzeyde küçük çapta da olsa, kapitalist sanayi girişimleri başlamıştı. Orta sınıftan gençler orduya katılmış, İspanya’yı “modernleştirmek” için junta planları yapmaya başlamışlardı. Belli mesleklerde, Avrupa etkisinde, liberal bir gelenek vardı. 1873’te, Cumhuriyet ilan edilmiş ama ömrü yalnızca bir yıl sürmüştü.

Belirtmek istediğim şey, Picasso’nun da içinde yetiştiği İspanyol orta sınıfının —aynı elbiseleri giyip kimi aynı kitapları okusalar da— Fransız, İngiliz ya da Alman çağdaşlarıyla pek az ortak yanlarının bulunduğudur. İspanya’da görülen türden orta sınıf erdemleri zorunluluk‘tan doğmuş değildi; varoldukları kadarıyla bu erdemler kuramsal olarak üretilmişti. Başarılı bir burjuva devrimi olmamıştı. Mutlakiyetçi devlette orta sınıfın bağımsız gücü yoktu; bu nedenle de inisiyatif, çalışma ruhu, toplumsal değerlere karşı çıkma, tutumluluk, bilimsel merak gibi erdemlerin varolması için bir neden yoktu. Tam tersine, İspanyol orta sınıfının tarihi, bunlara taban tabana zıt özellikleri beslemişti. Engizisyon gerek dinsel, gerekse ırksal anlamda en sert Ortodokslukta direniyordu; Yahudiler ve Mağribiler aşağı ırktan sayılıyordu: Şiddet ve bağnazlık yüklü bir züppelik gelişmişti. Aynı biçimde devlet bürokrasisi de inisiyatifi köreltiyor, güvenliği tehdit etmeyen tembelliğe yeşil ışık yakıyordu. Zamanla, çok çalışmanın insan onurunu zedeleyici bir şey olduğu düşünülmeye başlandı. İspanyol orta sınıfının enerjisi, olaylara geçmişten toparlanmış bir anlam yükleyen, yenilikçiliğin kendisini de, düşüncesini de dışarıda bırakan bir törenciliğe yönelmişti.

John Berger Picasso’nun Başarısı Ve Başarısızlığı Metis Yayınları

“NE ÖNEMİ VAR MUTLULUĞUN!” BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT – FRIEDRICH NIETZSCHE

0

“Merhametliler Üzerine” Ah, dünyada merhametlilerin budalalıklarından daha büyüğü görülmüş müdür? Dünyada merhametlilerin budalalıklarından daha çok acı çektiren bir şey var mıdır? Yazık o sevenlere ki, henüz merhametlerinden daha yükseğe çıkmamışlardır! Bir defasında şöyle demişti şeytan bana: “Tanrının da var kendi cehennemi: insanlara duyduğu sevgi.” Ve geçenlerde şöyle dediğini işittim şeytanın: “Tanrı; insanlara duyduğu merhamet yüzünden öldü.” –

Bal-Adağı – Yine aylar ve yıllar geçti Zerdüşt’ün ruhunun üzerinden ve kendisi bunun farkına varmadı; ama saçları ağardı. Günlerden bir gün, mağarasının önündeki taşının üzerinde oturup sessizce dışarıyı seyrederken, – oradan denizler ve kıvrımlı uçurumlar seyredilir – hayvanları endişeyle etrafında dolaşmaya başladılar ve sonunda karşısına geçtiler.

“Ey Zerdüşt,” dediler, “mutluluğunu mu görmeye çalışıyorsun?” – “Ne önemi var mutluluğun!” diye yanıtladı Zerdüşt, “Artık uzun süredir mutluluk peşinde değilim, eserimin peşindeyim.” – “Ey Zerdüşt,” diye konuştu hayvanlar yeniden, “çok fazla iyi şeye sahip birisi olarak söylüyorsun bunları. Mutluluğun gök mavisi gölünde uzanmış yatmıyor musun?” – “Sizi gidi şakacı soytarılar sizi,” diye yanıtladı Zerdüşt ve gülümsedi, “nasıl da iyi seçtiniz bu benzetmeyi! Ama biliyorsunuz ki, benim mutluluğum ağırdır ve akıp giden bir su dalgası gibi değildir: beni sıkıştırır ve benden uzaklaşmak istemez, erimiş zift gibidir.” –

Bunun üzerine hayvanları yeniden Zerdüşt’ün etrafında endişeyle dolaşmaya başladılar ve yeniden onun karşısına geçtiler. “Ey Zerdüşt,” dediler, “demek bu yüzden, sararıp kararıyorsun, saçların ak ve keten gibi göründüğü halde? Görmüyor musun, kendi ziftinin içinde oturuyorsun!” – “Ne diyorsunuz öyle, hayvanlarım?” dedi Zerdüşt ve güldü buna, “Sahiden, ziftten söz ederken, iftira ediyordum. Benim başıma gelen, olgunlaşan tüm meyvelerin başına gelir. Damarlarımdaki baldır kanımı koyulaştıran ve ruhumu durgunlaştıran.” – “Böyle olacak, ey Zerdüşt,” diye yanıtladı hayvanları ve onun yanına sokuldular; “bugün yüksek bir dağa çıkmak istemiyor musun? Hava temiz ve bugün her zamankinden daha iyi görünüyor dünya.” – “Evet hayvanlarım,” diye yanıtladı Zerdüşt, “İsabetli ve yüreğime göre bir öğütte bulundunuz: bugün yüksek bir dağa çıkmak istiyorum! Gerekeni yapın da orada elimde bal olsun, sarı, beyaz, iyi cins, buz gibi soğuk petek balı. Bilin ki, yukarıda bal adağı sunacağım.” –

Oysa Zerdüşt yukarıya, doruğa çıktığında, kendisine eşlik eden hayvanlarını eve gönderdi: artık yalnız olduğunu gördü: – bunun üzerine tüm içtenliğiyle güldü, etrafına bakındı ve şöyle konuştu:

Adaktan ve bal adağından konuştum ya, sadece bir hileydi bu konuşmam ve yararlı bir budalalıktı doğrusu! Burada, yukarıda daha özgürce konuşabilirim münzevi-mağaralarının ve münzevi-evcil hayvanlarının önünde konuştuğumdan.

Ne adağıymış! Bana armağan edileni savururum, bin elle savururum ben: nasıl olur da – adak vermek diyebilirim ben buna!

Ve canım bal çektiğinde, yalnızca yem, tatlı pekmez ve bulamaç çeker canım, homurdanan ayıların ve somurtkan, tuhaf kötü kuşların bile ağzının suyunu akıtan:

– en iyi yemleri çeker canım, avcıların ve balıkçıların işine yarayan. Çünkü dünya hayvanlarla kaynayan karanlık bir orman gibiyse ve tüm yabanıl avcılar için bir haz bahçesiyse, uçurumlu, zengin bir deniz gibi görmek isterim daha çok onu –

– bir deniz ki, rengârenk balıklarla ve yengeçlerle dolu, tanrılar bile tatmak isterler de onu, avcılara ve ağ atanlara dönüşürler bu yüzden: böylesine zengindir dünya büyük ve küçük harikalardan yana!

Özellikle de insanların-dünyası, insanların-denizi: – bu denize sallıyorum ben altın oltamı ve diyorum ki: Açıl ey insanların uçurumu!

Açıl da balıklarını ve parıltılı yengeçlerini at bana! En iyi yemlerle yemliyorum bugün en harika insan-balıkları!

– kendi mutluluğumu fırlatıyorum tüm enginlere ve uzaklara, gündoğumu, öğle ve günbatımı arasında sayısız insan balık mutluluğuma takılmayı ve çırpınmayı öğrenmeyecek mi, göreyim diye.

Ta ki onlar sivri, gizli çengellerime takılıp benim yüksekliğime gelmek zorunda kalıncaya dek, uçurumun en renkli balıkları tüm insan-balıkçılarının en hınzırına gelinceye dek.

Benim o, yürekten ve en baştan beri böyleyim, çeken, yanına çeken, yukarıya çeken, eğiten, çeken biri, yetiştiren biri ve bir terbiyeciyim ben, bir zamanlar boşuna demedim: “Kendin ol!” diye.

Böylece artık insanlar çıkabilir yukarıya, yanıma: çünkü hâlâ aşağıya inme zamanımın geldiğine dair bir işaret bekliyorum; inmem gerekiyor, ama henüz inmiyorum insanların yanına.

Bu yüzden bekliyorum, kurnazca ve alay ederek burada, yüksek dağlarda; ne sabırsız, ne de sabırlıyım, daha çok sabrı da unutmuş biriyim – artık “katlanmadığı” için.

Kaderim zaman tanıyor bana: herhalde unuttu beni! Yoksa büyük bir kayanın ardında gölgede oturmuş sinek mi avlıyor?

Sahiden, beni sıkıştırmadığı ve zorlamadığı için ve haşarılık, muziplik etmeme izin verdiği için seviyorum onu, sonsuz kaderimi: böylece balık avlamak amacıyla bugün bu yüce dağa çıktığım için.

Hiç yüce dağlarda balık avlayan bir insan olmuş mudur? Burada yapmak istediğim ve uğraştığım şey bir budalalıksa eğer: aşağıda bekleyip de ağırlaşmaktan ve yeşerip sararmaktan daha iyidir böylesi –

– beklemekten öfkeyle soluyan biri, dağlarda uluyan kutsal bir fırtına, vadilere seslenen bir sabırsız olmaktan: “Dinleyin, yoksa sizi tanrının kırbacıyla kırbaçlarım!” diye.

Böyle öfkelilere kızdığımdan değil: yeterince gülünçtür onlar! Zaten sabırsız olmalıdır bu büyük gürültülü davullar, ya bugün dile gelirler ya da hiçbir zaman!

Oysa ben ve kaderim – ne Bu gün’e hitap ediyoruz, ne de Hiçbir zaman’a: konuşmak için sabrımız, zamanımız ve fazla zamanımız var. Çünkü nasıl olsa bir gün gelecektir o ve geçip gitmemelidir o.

Bir gün gelecek olan ve geçip gitmemesi gereken kimdir? Büyük Hazar’ımız, büyük, uzak insan-krallığımız, bin yıllık Zerdüşt-Krallığı. – –

Ne kadar uzak olabilir ki böyle bir “uzak”? Beni ne ilgilendirir? Ama bu yüzden daha az kesin değildir benim için –, ayaklarımın üzerinde sapasağlam duruyorum bu zeminde,

– sonsuz bir zeminde, sert kadim kayalıkların üzerinde, bu en yüksek, en sert, en eski dağlık bölgede, tüm rüzgârların bir iklim sınırına gelir gibi gelip: Nerede? Nereden? Ve nereye doğru? diye sordukları yerde.

Hadi gül, gül burada, benim aydınlık, şifalı muzipliğim! Yüksek dağlardan aşağıya at, parıldayan alaycı kahkahanı! Parıltınla en güzel insan-balıklarını yemle benim için!

Ve tüm denizlerde bana ait olanı, tüm şeylerin içinde benim aslımda olanı avla benim için – onu çek bana, yukarıya: bunu bekliyorum tüm balıkçıların en hınzırı olan ben.

İleriye, ileriye oltam! İçeriye, aşağıya mutluluğumun olta yemi! En tatlı çiy taneni damlat, yüreğimin balı! Saplan, oltam tüm kara kederlerin karnına!

İleriye, ileriye bak gözüm! Ah, ne çok deniz var dört bir yanımda, ne bu ağaran insan-gelecekleri! Ve üzerimde – nasıl da gül kırmızısı bir sessizlik! Nasıl da bulutsuz bir suskunluk!

Friedrich Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt

ALBERT CAMUS: DOĞDUĞU YERDEN BAŞKA HER YERDE KENDİNİ SÜRGÜN GİBİ GÖRÜYOR

KONUK

Öğretmen iki adamın kendisine doğru tırmanışına bakıyordu. Biri atlı, biri yayaydı. Bir tepenin yamacına yapılmış olan okula götüren dik patikaya gelmemişlerdi daha. Yüksek, ıssız yaylanın uçsuz bucaksız uzamında, taşlar arasında, karlar içinde ağır ağır ilerlerken zorlanıyorlardı. Zaman zaman, at gözle görünür biçimde tökezliyordu. Şimdilik sesi duyulmuyordu, ama o anda burun deliklerinden çıkan buhar demeti görünüyordu. Adamlardan en azından biri buraları biliyordu. Kaç gündür ak ve kirli bir katman altında silinmiş olan yolu izlemekteydi. Öğretmen yarım saatten önce tepede olamayacaklarını hesapladı. Hava soğuktu; bir kazak almak için okula döndü.

Boş ve buz gibi sınıfın içinden geçti. Karatahtanın üstünde, Fransa’nın ayrı renklerde tebeşirlerle çizilmiş dört ırmağı, üç gündür koylarına doğru akmaktaydı. Sekiz aylık bir kuraklıktan sonra, yağmur bir geçiş oluşturmadan, birdenbire ekim ortasında kar yağmıştı ve yaylaya serpilmiş köylerde oturan yirmi dolayında öğrenci artık okula gelmiyordu. Güzel havayı beklemek gerekiyordu. Daru artık sınıfın bitişiğinde bulunan, doğu yanında yaylaya da açılan ve konutunu oluşturan tek odayı ısıtıyordu yalnızca. Bir penceresi de, sınıfınkiler gibi, güneye bakıyordu. Bu yanda, okul yaylanın güneye doğru inmeye başladığı yere birkaç kilometre uzaktaydı. Duru havalarda, çölün kapısının açıldığı dağlık kolun mor kitleleri görülebiliyordu.

Daru, biraz ısındıktan sonra, iki adamı ilk kez gördüğü pencereye döndü. Artık görünmüyorlardı. Demek dik patikayı tırmanmaya başlamışlardı. Göğün koyuluğu azalmıştı: gece, kar yağışı kesilmişti. Sabah kirli bir ışıkla başlamış, bulutların tavanı yükseldikçe bu ışık azıcık artmıştı. Öğleden sonra ikide, gün daha yeni başlıyor diyeceği gelirdi insanın. Ama sınıfın çifte kapısını sarsan ufak yel yükselişleriyle sonu gelmez karanlıklar ortasında kar yağan o üç günden daha iyiydi böylesi. Daru o zaman odasında uzun saatler boyunca sabırla bekliyor, yalnızca sundurmanın altına gidip tavuklara bakmak ve kömür almak için çıkıyordu. Bereket versin, Tadjit’in, kuzeydeki en yakın köyün kamyoneti yiyeceğini tipiden iki gün önce getirmişti. Kırk sekiz saat içinde gene gelecekti.

Ayrıca, aileleri kuraklıktan zarar görmüş çocuklara dağıtılmak üzere yönetimce yedek olarak getirilip küçük odaya doldurulan buğday çuvallarıyla bir kuşatmaya bile dayanabilirdi. Gerçekte, hepsi de yoksul olduğuna göre, yıkım hepsini vurmuştu. Her gün, Daru çocuklara bir pay dağıtmaktaydı. Bu kötü günlerde bundan yoksun kalmışlardı, bunu iyi biliyordu. Belki de babalardan ya da büyük kardeşlerden biri gelecekti bu akşam, onlara buğday verebilirdi. Gelecek ürüne kadar idare etmek gerekiyordu, hepsi buydu. Şimdi Fransa’dan buğday gemileri gelmekteydi, işin en zor yanı atlatılmıştı. Ama bu yoksunluğu, güneşin altında dolaşan bu paçavralı hayaletler ordusunu, her ay biraz daha kavrulmuş yaylaları, her taşı ayaklar altında parçalanıp toz olan, yavaş yavaş kuruyup kıvrılmış, tam anlamıyla kıvrılmış toprağı unutmak zor olacaktı. Koyunlar bin bin ölüyordu, şurada burada da, her zaman bilinemeden, birtakım insanlar ölmekteydi.

O, bu uzak okulda nerdeyse bir keşiş yaşamı sürmekteydi, ayrıca elindeki azıcık şeyden ve bu çetin yaşamdan hoşnuttu, bu yoksunluk karşısında kaba sıvalı duvarları, dar sediri, köknar rafları, kuyusu, haftada bir su ve besin gereksiniminin sağlanmasıyla, bir beyzade gibi görmüştü kendini. Sonra, birdenbire, yağmurun dinginliği olmadan, bu kar. Memleket böyleydi, yaşanması zordu, insanlar olmadan da zordu, ayrıca hiçbir şeyi düzelttikleri de yoktu. Ama Daru burada doğmuştu, başka her yerde sürgün gibi görüyordu kendini.

Dışarıya çıktı, okulun önündeki toprak sekide ilerledi. İki adam şimdi yokuşun ortalarındaydı. Atlıyı tanıdı, uzun süredir tanıdığı Balducci’ydi. Balducci bir ipin ucunda bir Arap tutuyor, Arap, elleri bağlı, başı önünde, arkasından ilerliyordu. Jandarma selamlar gibi elini salladı, Daru, ayakları sandallar içinde, ama ham yünden çoraplarla örtülü, başında dar ve kısa bir kefye, bir zamanlar mavi olan bir cellaba giymiş Arap’a bakmaya dalmıştı tümüyle, yanıt vermedi. Yaklaşıyorlardı. Balducci adamını yaralamamak için atını yavaş sürüyor, topluluk ağır ilerliyordu.

Ses erişecek kadar yakına geldikleri zaman, Balducci, “El Ameur’den buraya üç kilometre yolu bir saatte geldik!” diye bağırdı. Daru yanıt vermedi. Kalın kazağının içinde kısa ve toplu, onların tırmanışına bakıyordu. Arap bir kez bile başını kaldırmamıştı. Dolma toprağın üzerine çıktıkları zaman, “Merhaba,” dedi Daru. “Girin, ısının.” Balducci ipi bırakmadan, zorlukla attan indi. Diken diken bıyıklarının altından öğretmene gülümsedi. Yanmış alnının altında koyu renkli, küçük ve çok çukur gözleri, kırışıklarla çevrili ağzı, kendisine dikkatli ve özenli bir hava veriyordu. Daru gemi aldı, hayvanı sundurmaya doğru götürdü, şimdi kendisini okulda bekleyen iki adamın yanına döndü. Onları odasına aldı. “Sınıfı ısıtayım. Orada daha rahat oluruz,” dedi. Odaya döndüğü zaman, Balducci divanın üstündeydi. Kendisini Arap’a bağlayan ipi çözmüş, Arap sobanın yanına çökmüştü. Elleri hep bağlıydı, şimdi eşyasını arkaya itmiş, pencereye doğru bakıyordu. Daru önce yalnızca kocaman, dolgun, parlak, nerdeyse zencilere özgü dudaklarını gördü; oysa burnu düz, gözleri koyu ve ateş gibiydi. Şeşyanın altında inatçı bir alın ve iyice yanmış, ama soğuktan biraz solmuş derisinin altında tüm yüzünde kaygılı ve sert bir hava vardı, Arap yüzünü kendinden yana çevirerek dosdoğru gözlerinin içine bakınca, bu hava Daru’yü sarstı. “Yana geçin, size naneli çay yapayım,” dedi öğretmen. “Teşekkür ederim,” dedi Balducci. “Ne işti ya! Gel, emeklilik, gel!” Sonra tutsağa arapça, “Gel bakalım,” dedi. Arap kalktı ve bileklerini önünde birleşmiş durumda tutarak ağır ağır okula geçti.

Daru çayla bir de iskemle getirdi. Balducci şimdiden ilk öğrenci masasına kurulmuş, Arap da masayla pencere arasında bulunan sobaya karşı, çömelip öğretmen peykesine yaslanmıştı. Tutukluya çay bardağını uzatırken, Daru bağlı elleri karşısında duraladı. “Çözülebilir belki de.” “Kuşkusuz,” dedi Balducci. “Yol için takmıştık.” Kalkar gibi yaptı. Ama Daru bardağı yere koyup Arap’ın yanına çökmüştü. Arap, hiçbir şey söylemeden, ateşli gözleriyle onun devinilerini izliyordu. Elleri serbest kalınca, şişmiş bileklerini birbirine sürdü, çay bardağını eline aldı, çayı ufak ve hızlı yudumlarla içti.

“Pekâlâ,” dedi Daru. “Yolculuk nereye böyle?”

Balducci bıyığını çaydan ayırdı:

“Buraya, oğlum.”

“Kıyak öğrencilersiniz hani! Burada mı yatıyorsunuz?”

“Hayır. Ben birazdan El Ameur’e döneceğim. Sen de arkadaşı Tinguit’e teslim edeceksin. Karma bucakta bekliyorlar onu.”

Balducci Daru’ye hafif bir dostluk gülümsemesiyle bakıyordu.

“Sen neler anlatıyorsun?” dedi öğretmen. “Benimle dalga mı geçiyorsun?”

“Hayır, evlat. Emir böyle.”

“Emir mi? Ama ben…”

Daru duraladı; yaşlı Korsikalı’yı üzmek istemiyordu.

“Ne de olsa benim mesleğim değil.”

“Değilse ne olacakmış ki? Savaşta her iş yapılır.”

“Ben de savaşın ilanını beklerim o zaman!”

Balducci başıyla doğruladı.

“Güzel. Ama emirler ortada ve seni de ilgilendiriyor. Ortalık kaynıyor, anlaşılan. Yakında ayaklanma çıkacak diyorlar. Bir anlamda silah altındayız.”

Daru inatçı havasını sürdürmekteydi.

“Dinle, evlat,” dedi Balducci. “Seni severim, anlaman gerekir. El Ameur’de küçük bir bölgede on iki kişi devriye geziyoruz, benim de dönmem gerek. Bu zebrayı sana bırakıp çabucak dönmemi söylediler. Orada tutamazdık, köyü kaynıyordu, onu geri almak istiyorlardı. Yarın gündüz gözüyle onu Tinguit’ye götürmen gerek. Senin gibi sağlam bir çocuk yirmi kilometreden korkacak değil ya. Sonra bitecek. Öğrencilerine ve rahat yaşamına yeniden kavuşacaksın.”

Duvarın ardında, atın soluduğu ve ayağını yere vurduğu duyuldu. Daru pencereden baktı. Hava gerçekten açıyordu, karlı yaylanın üstünde ışık yayılıyordu. Tüm kar eridikten sonra, güneş egemenliğini yeniden sürdürmeye başlayacak ve bir kez daha taş tarlalarını kavuracaktı. Daha günler boyunca, hiç değişmez gökyüzü hiçbir şeyin insanı anımsatmadığı ıssız uzamın üstüne kuru ışığını boşaltacaktı.

Balducci’ye doğru döndü:

“Her neyse, ne yapmış?” dedi.

Ve jandarmanın ağzını açmasına zaman kalmadan, “Fransızca konuşuyor mu?” diye sordu.

“Hayır, tek sözcük bile. Bir aydır aranıyordu, ama saklıyorlardı. Bir akrabasını öldürmüş.”

“Bize karşı mı?”

“Sanmam. Ama hiçbir zaman bilemeyiz ki.”

“Neden öldürmüş?”

“Sanırım, aile sorunları. Biri ötekine buğday borçluymuş, anlaşılan. Budama bıçağıyla vurup öldürmüş akrabasını. Bilirsin, koyun keser gibi, gırç!”

Balducci bıçağı gırtlağından geçirir gibi yaptı, Arap, dikkati uyanmış, ona bir tür kaygıyla bakıyordu. Daru’nün içinde beklenmedik bir öfke doğdu bu adama karşı, tüm insanlara ve iğrenç kötülüklerine karşı, bitmez tükenmez kinlerine, kan çılgınlıklarına karşı.

Ama sobanın üstünde çaydanlık fokurduyordu. Balducci’ye yeniden çay verdi, duraladı, sonra Arap’ın çayını da yeniledi, o da ikinci kez, oburca içti. Kalkan kolları şimdi cellabasını aralamaktaydı, öğretmen zayıf ve kaslı göğsünü gördü.

“Teşekkür ederim, evlat,” dedi Balducci. “Şimdi, ben kaçıyorum.”

Kalktı, cebinden bir sicim çıkararak Arap’a yöneldi.

Daru soğukça, “Ne yapıyorsun?” diye sordu.

Balducci, şaşkın, ipi gösterdi ona.

“Gerek yok.”

Yaşlı jandarma duraladı.

“Nasıl istersen. Hiç kuşkusuz, silahın vardır.”

“Av tüfeğim var.”

“Nerede?”

“Sandıkta.”

“Yatağının yanında olmalı.”

“Neden? Korkacak hiçbir şeyim yok.”

“Sen oynatmışsın, evlat. Ayaklanırlarsa, hiç kimse güvende değil demektir, hepimiz aynı durumdayız.”

“Kendimi savunurum. Gelişlerini görecek zamanım var.”

Balducci gülmeye başladı, sonra bıyık hâlâ ak dişlerini birden örtüverdi.

“Zamanın var mı? Güzel. Ben de öyle diyordum. Her zaman biraz çatlaktın. Bu nedenle çok severim seni, oğlum da böyleydi.”

Aynı zamanda tabancasını çıkarıp masanın üstüne koyuyordu.

“Sende kalsın, buradan El Ameur’e iki silaha gereksinimim yok.”

Tabanca karaya boyanmış masanın üstünde parlıyordu. Jandarma kendinden yana döndüğü zaman, öğretmen meşin ve at kokusunu duydu.

Daru birden, “Bak, Balducci, tüm bunlar midemi bulandırıyor, hepsinden önce de senin bu herif. Ama onu teslim etmeyeceğim. Dövüşmek dersen, evet, gerekirse dövüşürüm. Ama bunu yapmam,” dedi.

Yaşlı adam önünde duruyor, sertçe ona bakıyordu.

“Saçmalıyorsun,” dedi ağır ağır. “Ben de sevmem bu işi. Bir adamı bağlamak, yıllardan sonra bile alışamıyor insan, hatta, evet, utanıyor. Ama istediklerini yapmalarına izin veremeyiz.”

“Teslim etmeyeceğim,” diye yineledi Daru.

“Bu bir emir, evlat. Bir daha söylüyorum.”

“Tamam. Sana söylediğimi söyle onlara: onu teslim etmeyeceğim.”

Balducci gözle görülür biçimde bir düşünce çabası harcamaktaydı. Arap’a ve Daru’ye bakıyordu. En sonunda kararını verdi.

“Hayır. Hiçbir şey söylemeyeceğim onlara. Bizi bırakmak istiyorsan, gönlün bilir, seni ihbar edecek değilim. Tutukluyu teslim etme emri elimde: ben de teslim ediyorum. Şimdi bana kâğıdı imzalayacaksın.”

“Yararı yok. Onu bana bıraktığını inkâr etmeyeceğim.”

“Benimle didişme. Gerçeği söyleyeceğini biliyorum. Buralısın, bir erkeksin. Ama imzalamak zorundasın, kural böyle.”

Daru çekmecesini açtı, dört köşeli bir mor mürekkep şişesi, yazı örnekçeleri çizmekte kullandığı kırmızı tahtadan kalemi çıkarıp imzaladı. Jandarma kâğıdı özenle katlayıp cüzdanına koydu. Sonra kapıya yöneldi.

“Seni geçireyim,” dedi Daru.

“Hayır,” dedi Balducci. “Kibarlığa gerek yok. Bana hakarette bulundun.”

Aynı yerde kımıldamadan duran Arap’a baktı, kederli bir havayla soludu, sonra kapıya döndü, “Allahaısmarladık, evlat,” dedi. Kapı arkasında şakladı. Balducci pencerenin önünde belirdi, sonra görünmez oldu. Kar ayak seslerini boğuyordu. At duvarın ardında devindi, tavuklar ürktü. Bir an sonra, Balducci atını geminden çekerek yeniden pencerenin önünden geçti. Hiç geriye dönmeden dik keçiyoluna doğru ilerlemekteydi, ilk o silindi gözden, atı da onu izledi. Koca bir taşın ağır ağır yuvarlandığı duyuldu. Daru tutukluya doğru geldi, hiç yerinden ayrılmamıştı, ama gözlerini üzerinden ayırmıyordu. “Dur,” dedi öğretmen arapça, odaya yöneldi. Eşikten geçeceği sırada düşünce değiştirdi, masaya gitti, tabancayı alıp cebine soktu. Sonra, hiç geriye dönmeden, yatak odasına girdi.

Uzun süre sedirinin üzerinde uzanıp kaldı, göğün yavaş yavaş kapanışına baktı, sessizliği dinledi. Savaştan sonra, gelişinin ilk günlerinde, işte bu sessizlik zor gelmişti ona. Yüksek yaylaları çölden ayıran dağ kollarının eteğindeki kasabada bir görev istemişti. Burada, kuzeyde yeşil ve kara, güneyde pembe ya da mor, kayalık surlar, tükenmez yazın sınırını belirlerdi. Onu daha kuzeyde, yaylanın üzerinde bir göreve atamışlardı. Başlangıçta, yalnızca taşların oturduğu bu kısır topraklarda yalnızlık ve sessizlik çetin gelmişti ona. Bazı bazı, izler bir şeyler ekildiği izlenimini uyandırır, ama yapıcılıkta kullanılmaya elverişli bir taşı ortaya çıkarmak için kazılmış olurlardı. Yalnızca taş elde etmek için sürerlerdi toprağı. Başka zamanlarda, birtakım toprak yongaları kazınıp çukurlarda toplanır, köylerin cılız bahçeleri bunlarla beslenirdi. Böyleydi, bu ülkenin dörtte üçü yalnızca taşlarla kaplıydı. Burada kentler doğar, parlar, sonra silinip giderdi; insanlar geçerdi buradan, birbirlerini sever ya da birbirlerinin gırtlağına sarılırlar, sonra da ölürlerdi. Ne kendisi ne konuğu, hiç kimse bir şey değildi burada. Gene de, Daru biliyordu ki, ne o ne öteki, bu çölün dışında hiç kimse gerçekten yaşayamazdı.

Kalktığında, sınıftan hiç mi hiç ses gelmiyordu. Yalnızca Arap’ın kaçmış olabileceği ve kararlaştıracak hiçbir şeyi bulunmadan yalnız olacağı düşüncesinden gelen şu içten sevince şaştı. Ama tutuklu duruyordu. Yalnız, sobayla masa arasına boylu boyuna uzanmıştı. Gözleri açıktı, tavana bakıyordu. Bu durumda, kendisine somurtkan bir hava veren kalın dudakları görünüyordu özellikle. “Gel,” dedi Daru. Arap kalktı ve onu izledi. Odada, öğretmen kendisine pencerenin altında, masanın yanında bir iskemle gösterdi. Arap, Daru’ye bakmaya ara vermeden oturdu.

“Aç mısın?”

“Evet,” dedi tutuklu.

Daru iki kişilik sofra hazırladı. Un ve yağ aldı, bir kapta poğaça yoğurdu ve küçük bütangaz fırınını yaktı. Poğaça pişerken küçük yapıdan peynir, yumurta, hurma, yoğunlaştırılmış süt getirmek üzere çıktı. Poğaça pişince, soğusun diye pencerenin yanına koydu, sulandırılmış yoğun sütü ısıttı, en sonunda da yumurtaları omlet biçiminde çırptı. Devinimlerinden birinde, sağ cebine sokuşturduğu tabancaya çarptı. Kâseyi bıraktı, sınıfa geçti ve tabancayı masasının çekmecesine koydu. Odaya döndüğünde, karanlık çöküyordu. Işığı yaktı ve Arap’a yemek koydu, “Ye,” dedi. Öteki bir parça poğaça aldı, çabucak ağzına götürdü, sonra durdu.

“Ya sen?” dedi.

“Senden sonra. Ben de yiyeceğim.”

Kalın dudaklar biraz açıldı, Arap duraladı, sonra kararlı bir biçimde poğaçayı ısırdı.

Yemek bittiğinde, Arap öğretmene bakıyordu.

“Yargıç sen misin?”

“Hayır, ben seni yarına kadar burada tutuyorum.”

“Neden benimle yiyorsun?”

“Karnım aç.”

Öteki sustu. Daru kalkıp çıktı. Bitişik yapıdan bir kamp yatağı getirdi, kendi yatağına dikey olarak masayla soba arasına yaydı. Bir köşede dik olarak duran ve dosya rafı işi gören büyük bir bavuldan iki çarşaf çıkarıp kamp yatağının üstüne yerleştirdi. Sonra durdu, ne yapacağını bilemedi, kendi yatağının üstüne oturdu. Yapılacak, hazırlanacak hiçbir şey yoktu artık. Bu adama bakmak gerekiyordu. O da bakıyor, bu yüzü öfkeye kapılmış olarak tasarlamaya çalışıyordu. Bunu başaramıyordu. Aynı zamanda hem karanlık hem parlak gözleri ve hayvansı ağzı görüyordu.

Düşmanlığı kendisini de şaşırtan bir sesle, “Onu neden öldürdün?” dedi.

Arap gözlerini başka yana çevirdi.

“Kaçtı. Arkasından koştum.”

Gözlerini Daru’ye dikti, bir tür mutsuz soruyla doluydular.

“Şimdi, bana ne yapacaklar?”

“Korkuyor musun?”

Öteki gözlerini başka yana çevirerek dikleşti.

“Üzgün müsün?”

Arap, ağzı açık, ona baktı. Belliydi, anlamıyordu. Daru sinirlenmeye başlıyordu. Aynı zamanda, iki yatak arasında sıkışmış koca bedeninde beceriksiz ve utangaç buluyordu kendini.

“Oraya yat,” dedi sinirli sinirli. “O senin yatağın.”

Arap kımıldamıyordu. Daru’ye seslendi:

“Söylesene!”

Öğretmen ona baktı.

“Jandarma yarın gelecek mi?”

“Bilmiyorum.”

“Sen de bizimle mi geleceksin?”

“Bilmiyorum. Neden sordun?”

Tutuklu kalktı, ayakları pencere yönünde, çarşafların üzerine uzandı. Elektrik ampulünün ışığı dosdoğru gözlerine geliyordu, hemen yumdu gözlerini.

Daru yatağın önüne dikilmişti.

“Neden?” diye yineledi.

Arap kör edici ışığın altında gözlerini açtı, gözkapaklarını kırpmamaya çalışarak ona baktı.

“Bizimle gel,” dedi.

Gecenin ortasında, Daru hâlâ uyumuş değildi. Tümüyle soyunduktan sonra yatağa girmişti: hep çıplak yatardı. Ama odada giysisiz kalınca duraladı. Zayıf buluyordu kendini, yeniden giyinme düşüncesine kapıldı. Sonra omuz silkti; çok şeyler görmüştü o, gerekirse karşıtını ikiye bölebilirdi. Yatağından gözetleyebilirdi onu: sırtüstü uzanmış, hep kımıltısız, keskin ışığın altında gözleri kapalı. Daru ışığı söndürdüğü zaman, karanlık birden pıhtılaşır gibi oldu. Yavaş yavaş, gece pencerede yeniden canlandı: yıldızsız gökyüzü burada usul usul kımıldıyordu. Öğretmen çok geçmeden önünde uzanmış bedeni seçebildi. Arap hâlâ kımıldamıyordu, ama gözleri açık gibiydi. Hafif bir yel dolaşıyordu okulun çevresinde. Belki de bulutları kovacak ve güneş geri dönecekti.

Gece, yel sertleşti. Tavuklar biraz gürültü çıkardılar, sonra sustular. Arap yana döndü, Daru’ye sırtını döndü. Daru adamın inlediğini işitir gibi oldu. Sonra daha güçlü ve daha düzenli olmuş soluğunu dinledi. Bu öylesine yakın soluğu dinliyor ve bir türlü uyuyamadan düş kuruyordu. Bir yıldır yalnız yattığı odada, bu varlık rahatını kaçırmaktaydı. Ama bir de onu bir tür kardeşliğe zorladığı için rahatsız ediyordu, şimdiki koşullarda bu kardeşliği istemiyor ve iyi biliyordu: aynı odaları paylaşan insanlar, ister asker olsunlar, ister tutuklu, giysileriyle birlikte zırhlarını bırakınca, her akşam, düşün ve yorgunluğun eski birliğinde birbirlerini buluyorlardı sanki. Ama Daru çırpınıyor, bu saçmalıklardan hoşlanmıyordu, uyumak gerekiyordu.

Gene de, biraz sonra Arap ayrımsanmaz bir biçimde kıpırdadığı zaman, öğretmen hâlâ uyumamıştı. Tutuklunun ikinci devinisinde, hazır durumda doğruldu. Arap, nerdeyse bir uyurgezer devinisiyle, kollarının üstünde ağır ağır doğruluyordu. Yatağın üstüne oturup sanki dikkatle dinliyormuş gibi, kımıldamadan, başını Daru’ye çevirmeden bekledi. Daru kımıldamadı: tabancanın masasının gözünde kaldığını düşünmüştü. Hemen davranmak daha iyiydi. Bununla birlikte, tutukluyu gözetlemeyi sürdürdü, o da, aynı işlek devinimle, ayaklarını yere basıyor, gene bekliyor, sonra ağır ağır doğrulmaya başlıyordu. Daru tam seslenecekti ki, Arap bu kez doğal, ama olağanüstü sessiz bir biçimde yürümeye başladı. Sundurmaya açılan dipteki kapıya doğru gidiyordu. Kolu önlemle oynattı, çıktı, kapıyı kapatmadan itti. Daru kımıldamamıştı: “Kaçıyor,” diye düşünüyordu yalnızca. “Güzel çözüm doğrusu!” Gene de kulak verdi. Tavuklar kıpırdamıyordu: demek adam düzlüğün üzerindeydi. O zaman hafif bir su sesi geldi kulağına, bunun ne olduğunu ancak adam yeniden kapıda belirdiği, özenle kapatıp sessizce yatağına yattığında anladı. O zaman Daru ona sırtını dönüp uyudu. Daha sonra uykusunun derinliklerinde, okulun çevresinde kaçamak ayak sesleri işitir gibi oldu. “Düş görüyorum, düş görüyorum!” diye yineliyordu kendi kendine. Ve uyuyordu.

Uyandığı zaman, gökyüzü açılmıştı; iyi kapanmayan pencereden soğuk ve arı bir hava giriyordu. Arap, şimdi battaniyeler altında büzülmüş, ağzı açık, tümden kendini bırakmış, uyuyordu. Ama Daru kendisini sarstığı zaman, korkunç bir biçimde irkildi, yüzüne hiç tanımadan, çılgın gözlerle ve öyle bir korku anlatımıyla baktı ki, öğretmen bir adım geriledi. “Korkma. Benim. Yemek yiyeceğiz.” Arap başını salladı, “Evet,” dedi. Sakinlik yüzüne geri dönmüştü, ama anlatımı hep uzak ve dalgındı.

Kahve hazırdı. Her ikisi de kamp yatağının üstüne oturup poğaça parçalarını ısıra ısıra içtiler. Sonra Daru Arap’ı sundurmanın altına götürdü ve elini yüzünü yıkadığı musluğu gösterdi. Odaya döndü, battaniyeleri ve kamp yatağını katladı, kendi yatağını da yapıp odayı topladı. Sonra okuldan geçerek dolma alana çıktı. Güneş şimdiden mavi gökte yükselmekteydi; ıssız yayla yumuşak ve canlı bir ışığa batmıştı. Dik keçiyolunda kar yer yer erimekteydi. Taşlar yeniden belirecekti. Öğretmen yaylanın kıyısına çömelmiş, ıssız uzama bakıyordu. Balducci’yi düşünmekteydi. Onu üzmüştü, bir bakıma, onunla aynı torbada olmak istemiyormuş gibi kovmuştu onu. Jandarmanın allahaısmarladık deyişini hâlâ işitiyor ve nedenini bilmeden, şaşılacak ölçüde boş ve zayıf buluyordu kendini. Bu sırada, okulun öbür yanında, Arap öksürdü. Daru nerdeyse istemeye istemeye dinledi onu, sonra öfke içinde bir taş fırlattı, taş kara gömülmeden önce havada ıslık çaldı. Bu adamın budalaca cinayeti onu ayaklandırıyordu, ama onu teslim etmek onuruna aykırı bir şeydi: bunu düşünmek bile alçalıştan çılgına döndürüyordu onu. Hem kendisine bu Arap’ı yollayan kendi yurttaşlarına hem de öldürmeyi göze almış ve kaçmayı becerememiş olan bu adama lanet ediyordu. Daru kalktı, doldurma alanda dört döndü, kımıldamadan bekledi, sonra okula girdi.

Arap sundurmanın beton tabanına doğru eğilmiş, iki parmağıyla dişlerini yıkıyordu. Daru ona baktı, sonra, “Gel,” dedi. Tutuklunun önünden, odaya girdi. Kazağının üstüne av ceketini geçirdi, yürüyüş ayakkaplarını giydi. Arab’ın kefyesini ve sandallarını giymesini ayakta bekledi. Okulun içinden geçtiler, öğretmen yoldaşına çıkışı gösterdi. “Hadi,” dedi. Öteki kımıldamadı. “Geliyorum,” dedi Daru. Arap çıktı. Daru odaya döndü, peksimet, hurma ve şeker alıp bir paket yaptı. Sınıfta, çıkmadan önce, bir saniye masanın önünde duraladı, sonra okulun eşiğini geçip kapıyı kapattı. “Buradan,” dedi. Arkasında tutuklu, doğu yönüne saptı. Ama, okuldan azıcık ileride, arkasında hafif bir gürültü duyar gibi oldu. Geri döndü, yapının çevresini denetledi: hiç kimse yoktu. Arap, anlar gibi görünmeden, ona bakıyordu. “Gidelim,” dedi Daru.

Bir saat yürüdüler ve kireç taşından bir tür sivri kayanın yanında dinlendiler. Kar gittikçe daha hızlı eriyordu, güneş hemen su birikintilerini emiyor, yaylayı hızla temizliyor, yayla da yavaş yavaş kuruyor ve havanın kendisi gibi titriyordu. Yeniden yola koyuldukları zaman toprak ayaklarının altında çınlıyordu. Arada bir, önlerinde bir kuş sevinçli bir çığlıkla uzamı yarıveriyordu. Daru, derin derin soluyarak, serin ışığı içiyordu. Gök rengi şapkasının altında nerdeyse tümüyle sarı olan bu geniş, bildik uzamın karşısında bir coşku doğmaktaydı içinde. Güneye doğru inerek bir saat daha yürüdüler. Ufalanabilir kayalardan oluşan bir tür düz tepeye geldiler. Buradan başlayarak, yayla, doğuda basık bir ovaya doğru iniyor, burada birkaç cılız ağaç seçiliyor ve güneyde, kaya yığınlarına doğru, görünüme engebeli bir hava veriyordu.

Daru iki yönü de gözden geçirdi. Yalnızca gök vardı çevrende, tek insan görünmüyordu. Arap’tan yana döndü, o da anlamadan kendisine bakıyordu. Daru bir paket uzattı ona. “Al,” dedi. “Hurma, ekmek, şeker var içinde. İki gün dayanabilirsin. Şu da bin frank.” Arap paketi ve parayı aldı ama, kendisine verileni ne yapacağını bilemiyormuş gibi, dolu ellerini göğsünün düzeyinde tutuyordu. “Bak şimdi,” dedi öğretmen, ona doğu yönünü gösterdi. “İşte Tinguit yolu. İki saatlik bir yolun var. Tinguit’de, yönetim ve polis var. Seni bekliyorlar.” Arap paketi ve parayı hep göğsünde tutarak doğuya doğru bakıyordu. Daru kolunu tuttu ve hiç de yumuşak olmayan bir biçimde, güneye doğru dörtte bir bir dönüş yaptırttı ona. Bulundukları yüksekliğin eteğinde, belli belirsiz bir yolun varlığı sezilmekteydi. “Yaylanın içinden geçen yol bu. Buradan bir günlük yürüyüş sonunda, otlakları ve ilk göçebeleri bulursun. Seni aralarına alır, korurlar, yasalarına göre.” Arap şimdi Daru’den yana dönmüştü ve yüzünde bir tür ürküntü yükseliyordu: “Dinle,” dedi. Daru başını salladı: “Hayır, sus. Şimdi, senden ayrılıyorum.” Ona sırtını döndü, okul yönünde iki geniş adım attı, kararsız bir havayla, kımıldamadan duran Arap’a baktı, sonra gene yürüdü. Birkaç dakika süresince, soğuk toprakta çınlayan kendi ayak seslerini işitti yalnızca, hiç başını çevirmedi. Gene de, bir an sonra geriye döndü. Arap hep orada, tepenin ucundaydı, şimdi kolları sarkıktı, öğretmene bakıyordu. Daru gırtlağının düğümlendiğini duydu. Ama öfkeyle küfretti, kolunu salladı, gene yürümeye girişti. Yeniden durup baktığında bayağı uzaktaydı. Artık tepede hiç kimse yoktu.

Daru duraladı. Güneş şimdi gökyüzünde bayağı yukarıdaydı ve alnını yakmaya başlıyordu. Öğretmen, önce biraz kararsız, sonra kararlılıkla, geldiği yoldan geri döndü. Küçük tepeye geldiğinde, her yanı ter içindeydi. Tepeyi hızla tırmandı ve soluk soluğa dorukta durdu. Güneyde, kayalık alanlar mavi göğün üzerinde açıklıkla belli oluyor ama doğuda, ovanın üstünde, şimdiden sıcaktan bir buğu yükselmekteydi. Daru, bu hafif sisin içinde, hapishane yolunda ağır ağır ilerlemekte olan Arap’ı gördü.

Bir süre sonra, sınıfın penceresi önüne dikilmiş, hiç görmeden, ışığın göğün yükseklerinden yaylanın tüm yüzeyine atlayışına bakmaktaydı. Arkasında, karatahtanın üstünde, Fransız ırmaklarının kıvrımları arasında, beceriksiz bir elin tebeşirle yazdığı ve az önce okuduğu yazı: “Kardeşimizi ele verdin. Ödeyeceksin.” Daru gökyüzüne, yaylaya ve daha ötelerde, denize dek uzanan, görünmez topraklara bakıyordu. Öylesine çok sevdiği bu geniş ülkede, yalnızdı.

Albert Camus Sürgün ve Krallık

ANDREY TARKOVSKİ İLE HAYAT, AŞK, SANAT, ÖLÜM VE MUTLULUK ÜZERİNE

“Fidan; esnek ve narindir ve kuruyup sertleştiğinde ise; ölmüştür. Katılık ve güç, ölümün yoldaşlarıdır. Esneklik ve zayıflık ise var oluşun tazeliğini belirtir. Bu yüzden, her kim katılaşmış ise, o muzaffer olamayacaktır.” 

Gençlere ne söylemek isterdin, Andrey?

“-Bilmiyorum… sanırım.. onlara sadece şunu söylemek isterdim: Yalnızlığa daha fazla zaman ayırın. Kendinizle daha sık baş başa kalın, yalnızlığı sevin, Bence günümüz gençliğinin sorunlarının sebebi, genel olarak çok gürültülü ve hatta agresif faaliyetler etrafında birleşmeleri. Kendini yalnız hissetmemek için biraraya gelmeyi dilemeleri bana göre nahoş bir sorun belirtisi. Bana kalırsa kişi, çocukluktan itibaren tek başına kalmayı öğrenmelidir. Bu yalnız olmak anlamına gelmiyor, bu, kendinleyken sıkılmamak anlamına geliyor. Tek başınalıktan sıkılan kişi, bana sanki ahlaki açıdan tehdit altında birisiymiş gibi geliyor.”

Sinemanın en büyük isimlerinden Andrey Tarkovski’nin 1983 yılında İtalya’da verdiği orjinali 1 saat 40 dakika olan röportajın kısaltılmış versiyonu. Büyük yönetmen, ailesinden, hayatından ve hayata bakış açısından, ölümden, aşktan ve sanattan uzunca bahsediyor. Türkçe’ye çevrilmiş röportajların 3-5 dakikayı geçmediğini ve konuşulanların ancak yarısının çevrilmiş olduğunu gördüm ve bu büyük sanatçının 35 dakikalık bir çevirisini yapmak istedim. İyi seyirler. Doğan Çadırcıoğlu

Konuşma metni

Kimsin sen?

-Bilmiyorum. -Kimim ben.. bu soruya çok azımız kesin bir cevap verebilir.

Başka birisinin kim olduğunu yargılamak çok daha kolay bir şey.Ve kendimiz hakkında ise herkesten az biliriz.

Bu ise, insanın içsel sorunlarına dikkatimizi veremeyişimizin esas sebebidir.

Bu Dünya’ya doğduğun için mutlu musun?

-Hayır mesele bu değil.. Mesele bu değil.. Çünkü, bence bu Dünya, mutlu olmayı aramamız gereken bir yer değil. Bu Dünya birileri mutlu olsun diye oluşmadı.. ancak buna rağmen, bir çok insan, içine doğduğumuz bu Dünya’daki varoluşun amacını mutluluk olarak görüyor. Bana öyle geliyor ki, Dünya, mücadele etmemiz için var. İçimizde iyilik ve kötülük savaşsın, ve iyilik kazansın ki, ruhsal olarak gelişelim.

Andrey, bana çocukluğundan bahset.

-Çocukluğumu.. çok net anımsıyorum. çok iyi hatırlıyorum, çünkü benim için hayatımdaki en önemli zaman aralığıydı. En önemliydi çünkü, sonrasında… sonraki, orta yaşlı, artık büyük sayıldığım zamanda, belirginleşen üzerimdeki bütün intibanın oluştuğu senelerdi.

Çocukluk, hayatın öyle bir bölümüdür ki, insanın tüm geleceği o zamandan belirlenir. Özellikle, eğer insan ileride yaratım ile, sanat ile, psikolojik ve içsel sorunlar ile uğraşacaksa.

Anna Ahmatova, çocuk olmanın anlamı hakkında: Kendi çocukluğunun, hayatındaki tüm yaratım süreçlerinin temelini doldurduğunu söyler. Yani, insanların çocukluklarında başlarından geçenler, olgunlaştıklarında yaratıcılıklarının kaynağı olur.

Annem ve babam boşanmışlardı, 1935 yada 36 idi. Annem, Büyükannem ve kız kardeşim beraberce yaşıyorduk, ailemiz bu kadardı.

Evde bir erkek olmadan, annem tarafından yetiştirildim.

Belki de bu, karakterimin şekillenmesine çok büyük etkide bulunmuştur.

Çocukluğumdaki her şey annemle ilgili. Bu tabii ki anlaşılır bir durum, annemle yaşamam, beni büyütmesi.. ve bizi gözetmesiyle. Hayatımız çok zordu.

Annem, şimdilerde Edebiyat Enstitüsü denilen fakülteden mezundu. öncelerde ise sadece Bruisov kursları vardı.

Babam da oradaydı, orada tanışmışlar. Babamız bizi terk ettiğinde ise annem daha fazla edebiyatla uğraşamadı.

Çünkü elinde bakması gereken iki çocuğu vardı. Diploma alması için vermesi gereken sınavlar vardı, bunlara vakit ayıramazdı, basımevlerinde editör olarak çalışmaya başladı. emekli olacağı zaman gerçekleşen ölümüne kadar, basımevlerinin ilk örneği olan, Moskova’da, Jdanovo Basımevi’nde çalıştı.

Hayatta öğrendiğim her şey, ve hayatta sahip olduğum tüm güzel şeyler, ki eğer böyle bir şeye sahipsem; yönetmen oluşum ve sanatçı olmam bile hepsi annem sayesinde gerçekleşti. Hepsi, annemin, şuan olduğum kişi olmam için verdiği çaba sonucu gerçekleşti.

-Çocukken aradığın şeyi bulabildin mi? -Bilmiyorum, buna cevap vermesi çok zor.

Ve biliyorum ki, annem benim sanat yapmamı, yada en azından hayatımın bir parçasının sanat ile ilgili olmasını istiyordu.

Babam ile gerçekleşenler onun için çok önemliydi, hayatının sonuna kadar onu hep çok sevdi.

Bir şeyler ile babama benzememi umuyordu. Bir şekilde sanat ile bağlantılıyım, ama benden bir piyanist olmadı, bir orkestra şefi olmak istemiştim, ancak benden o da olmadı. Öğrettikleri gibi bir heykeltıraş yada sanatkar olmadım.

“Bunlardan biri olmayı diler miydiniz?” diye soruyorlar, bilmiyorum, belki dilerdim. Müzikle ilgilenmiyorum yada Şef olmadım, sanırım bu meslekler benim için daha kolay olurdu.

Çocukken aradığımı bulup bulmadığım konusunda, muhtemelen, hayır diyeceğim.

Çünkü çocukken sanatçı veya müzisyen olmak istemiyordum. O zamanlar daha bitkisel bir karakterim vardı, bir bitkiye benzer yaşıyordum, oldukça az düşünüp, daha çok hissediyordum. Çocukluğumu anımsadığımda, tüm hayatın önüme uzandığı vakitleri hatırlıyorum.

Tüm hayatın önümde ve her şeyin mümkün, her şeyin tam olduğunu bildiğimde, ölümsüz hissediyordum.

Çocukluk beni terk etti mi, yoksa benimle mi kaldı bilmiyorum. Çocukluğun beni terk ettiğini hissettiğim zamanlarda, kendimi kaybolmuş hissediyorum.

Çocukken kendimi hissettiğim kadar hafif hissetmiyorum artık. Korkarım ki, o çocukluk ruh halim, beni terkeden.

Terk etti mi, bilmiyorum ama kaldığı da pek sayılmaz. Sanırım en temel parçalarıyla, bana sanat yapmayı mümkün kılan parçaları benimle kaldı. Yani beni sanata iten tüm dürtüler, sanıyorum ki hepsi çocukluğumla bağlantılı.

Benim çocukluğum.. eğer unutulmuş olsaydı, sinemada artık hiçbir şey yapamazdım.

Sinematografi sence senin için doğru tercih miydi?

Sinema hakkındaki ilk izlenimlerim oldukça garipti, sinemanın ne olduğunu hiç anlamıyordum. Dürüst olmak gerekirse doğru tercih olarak hissetmiyorum. Sinema beni kendine hiç çağırmadı.

Benim için sinema, içinde teknik sihirler barındıran bir meslek artık.

Sinema yardımıyla kendini ifade etmek mümkün, tıpkı müzik ve edebiyat ile olduğu gibi.

Hayır, doğru tercih olduğuna dair hislerim yok. Mesela, “İvan’ın Çocukluğu” ile ilk çekimlerimde, yönetmenliğin ne olduğunu aslında bilmiyordum. Bu bir dokunuşun kasvetli arayışıydı.

Şiir’e temas edebileceğim bir kaç anın arayışındaydım, uğraştım ve buldum.

Bu çekimler sayesinde anladım ki, sinema ile manevi bazı maddelerin kendi ruhlarına temas etmem mümkün. Bu yüzden, “İvan’ın Çocukluğu” ile elde ettiğim tecrübe, benim için çok önemliydi. Çünkü o ana kadar, sinematograf nedir bilmiyordum. Bu arada, şuan bile sinematograf nedir biliyor muyum emin değilim. Bana kalırsa bu en büyük gizemlerden biri. Tıpki diğer tüm sanat türlerinin olduğu gibi.

Bir çok insan için, sinema sadece bir iş, peki ya senin için Andrey? Sinema nedir?

Şahsi hayatımı filmlerimden ayırmayı hiç beceremedim. Çektiklerim her zaman yaşamımın genel birer parçası oldular.

Bu görüntüleri çekebilmek için her zaman hayati önem taşıyan kişisel seçimler yapmam gerekti.

Bilemiyorum, hayatını filmlerden ayrı tutabilen çokça insan var..

Hayatlarındaki eylemleri ile filmlerinde anlattıklarının farklı olduğu çok insan gördüm. Yaptıklarından farklı ve yeni fikirleri ifade ediyorlar, ve bir şekilde yine kendi vicdanları yaşamaya devam ediyor.

Ben bunu hiç beceremedim. Benim için sinema bir meslek değil, sinema benim hayatım. Ve bütün filmler, benim için birer eylemdir.

“Auteur sinema” hakkında ne düşünüyorsun?

Bana kalırsa, sinema tarihinde büyük sanatkarlar olarak anılacak olan herkes, birer şairdir. Yani, benim bakışıma göre şöyle bir düzenlilik söz konusu; “Aeteur Sinema” şairlerin sinemasıdır. Bütün gerçek, büyük ve modern yönetmenler genel anlamda hepsi birer şairdir.

Benim bakış açıma göre sinema şairi; kendi dünyasını kurabilen yönetmenlerdir. Onlar kendi hayatlarının içinde, etraflarındaki hakikatten, kendi dünyalarını bulup, yeniden yaratmaya uğraşırlar.

Bu yüzden, bu insanlara ait arayışları izlediğimiz filmlere, “Auteur veya Şiirsel Sinema” diyoruz.

Andrey, baban şimdilerde yaşayan en ünlü Rus şairlerden birisi, bana ondan bahseder misin? Şiirlerinin muhteşem lirikal tonlamaları ile, muhteşem, bir şekilde hissettirdiği içsel yükü ile, babam şuan şüphesiz en büyük Rus şairi.

Nasıl desem, o, saf bir şair. Hayatın içsel ve ruhsal konseptini en önemli şey sayan bir şair. Kendi toprağına, kanına ve hayattaki rolüne derin ve manevi bir bağı vardı.

Andrey, sanat nedir?

-Kısaca söylemek gerekirse, herhangi bir konsept veya sanat hakkında tanım yapabilmek için, her şeyden önce daha önemli ve büyük bir başka soruyu cevaplamamız lazım. İnsan ne için yaşar?

İnsan yaşamının varoluşundaki anlam nedir? Dünya’da varoluşumuzu kullanarak, tinsel olarak yükselebilmemiz ve gelişmemiz için.

Sanat ise, bu gelişim sürecinde bize hizmet etmelidir, bunun için vardır.

Eğer hayatı başka bir bakış açısı ve anlamlandırma ile görseydim, sanatı da farklı şekilde tanımlardım.

Bilemiyorum, sanatın, gezegendeki tüm diğer manevi ve entelektüel insan faaliyeti gibi bilgilendirici olması gerektiği yönünde düşünenler de var.

Ben, bilmenin mümkün olduğuna, çok inanmıyorum. Bilgi, bizi yavaş yavaş asıl amacımızdan saptırıyor.

Dünya hakkında ne kadar çok öğrenirsek, o kadar az biliyoruz, çünkü derin bir bilgi çukuru kazıyoruz ve içine girdiğimizde yüzeydeki geniş bakış açısını kendi elimizle kaybediyoruz. Sanat, insana tinsel yükselişinde yardım etmelidir.

İnsan kendi kendine, özgür iradesini kullanarak ayağa kalkar.

Rublyov’un hissettiği baskı, herhangi bir istisna değil, sanatçı sürekli üzerinde baskı hisseder, bence sanatçı için ideal çalışma ortamı asla yoktur. Dahası, ideal çalışma ortamı olsaydı bile, bir çalışma ortaya çıkmaz ve sanatçı kendisini havasız bir ortamda hissederdi.

Herhangi bir meslek bile insanın üzerinde baskıdır, nasıl bir baskı olduğunu kesin olarak bilmiyorum. Sanatçı ve sanatın var olmasının tek sebebi, Dünya’nın düzensiz ve işlevsiz olmasıdır.

Eğer Dünya ve hayat harika ve ahenkli olsaydı, kimsenin sanata ihtiyacı olmazdı.

O zaman kişi, ahenk ve uyumu, uğraşları içerisinde aramazdı, çünkü zaten içinde yaşıyor olurdu ve bu ona yeterli gelirdi, benim düşüncem böyle.

Yani bana göre sanatın varlığının yegane sebebi, Dünya’nın düzensizliğidir.

Bence “Rublyov”da bu konuya değiniliyor.

insanlar arasındaki, hayat ve sanat arasındaki tarih ve zaman arasındaki ahenk ve anlam arayışı.. filmimiz de genel olarak bu konuya adanmıştı.

Benim için çok önemli olan başka bir konu ise… “insanoğlunun tecrübesine yaklaşım”. Filmde anlatılan bir diğer konu da bu. Tecrübeyi öğretemezsiniz ve birisinden nasıl yaşanması gerektiğini öğrenemezsiniz. Sadece yaşayıp görebilir ve kendi sonuçlarınızı çıkarabilirsiniz. Ve sonuçlarınızı başka bir kimseye iletmeniz mümkün değildir.

Sıklıkla şöyle diyoruz “babalarımızın tecrübesini kullandık”, hayır, bu çok kolay olurdu. Ne yazık ki, kendi hayatımızı yaşayıp, kendi tecrübelerimizi elde etmeliyiz. Ve maalesef, tecrübeyi elde ettiğimizde, hayatımız sona eriyor ve biz bu tecrübelerden faydalanamıyoruz.

Gençler büyürken yaşlıları dinlemiyorlar ve doğrusunu yapıyorlar, ve kişisel tecrübelerini arıyorlar. Tecrübelerini bulduklarında ise ömürleri sona eriyor, hayatın kuralı bu.

Sinema, sanat türleri içinde belki de en talihsizi. Fazlasıyla paraya bağlı. Çok paraya. Film çekmek çok masraflı olduğundan değil, filmler ile sanki birer sakız, sigara veya eşyaymışçasına ticaret yapmalarından dolayı. Bu yüzden filme güzel denmesi için güzel satması lazım gibi bir anlayış oluştu. Şayet biz sinemanın sanat olduğunu düşünüyorsak, o zaman bu düşünce bir saçmalıktan ibarettir.

Eğer sanatın sadece iyi sattığında kaliteli olduğunu kabul edip… sadece geniş kitlelere ulaşmasına öncelik verirsek, asla bu filmleri üstün şiirsel hüner ile harmanlayamayız.

Tarihsel sürecin sonucu olarak, söyleyebilirim ki, insanoğlunun ruhsal gelişimi ve materyal, bilimsel gelişimi arasında korkunç bir çatışma ortaya çıktı.

Bana göre, zamanımızın draması, devasa bir ayrılıkta bulunmamızı irdeliyor.

Ruhsal gelişimimiz ve materyal, teknolojik gelişimimiz arasında bir çatışmadayız. İşte.. tam da bu.. insan medeniyetlerinin mevcut durumunun sebebidir.

Bugünkü durum içler acısı, hatta trajik diyebilirim, çünkü nükleer yok oluşun eşiğindeyiz. İşte bütün bunların ve medeniyetlerin durumunun sebebi, belirttiğim gibi ruhsal ve materyal gelişim arasındaki çatışmamız.

Galileo ve Einstein gibi insanlar hakkında neler düşünüyorsun?

-Bana kalırsa ikisi de yanıldı.

Bu Dünya ile aran nasıl?

-Ben.. daha çok.. Dünya’ya duygusal açıdan yaklaşıyorum. Daha çok, hakikate hicivci davranmaya eğilimliyim. Dünya hakkında çok fazla düşünmüyorum, ancak onu hissetmeye tutkuluyum. Hayvanların Dünya ile ilişkisi gibi benimki de. Dünya hakkında bir şeyler düşünüp sonuca varabilen yaşça olgunlardan ziyade, bir çocuk gibiyim.

Gençlere ne söylemek isterdin, Andrey?

-Bilmiyorum… sanırım.. onlara sadece şunu söylemek isterdim: Yalnızlığa daha fazla zaman ayırın. Kendinizle daha sık baş başa kalın, yalnızlığı sevin, Bence günümüz gençliğinin sorunlarının sebebi, genel olarak çok gürültülü ve hatta agresif faaliyetler etrafında birleşmeleri. Kendini yalnız hissetmemek için biraraya gelmeyi dilemeleri bana göre nahoş bir sorun belirtisi. Bana kalırsa kişi, çocukluktan itibaren tek başına kalmayı öğrenmelidir. Bu yalnız olmak anlamına gelmiyor, bu, kendinleyken sıkılmamak anlamına geliyor. Tek başınalıktan sıkılan kişi, bana sanki ahlaki açıdan tehdit altında birisiymiş gibi geliyor.

Çocukları sever misin?

-Evet, çok. -Peki hayvanları? Hayvanlarla aranın iyi olduğunu fark etmiştim. Peki ya insanlarla aran nasıl? -Çünkü insanlar.. hayvanlar, çocuklar.. onlar hala masum. Çocuklar ve hayvanlar masumlar, hiçbiri yalan söyleyemez. İkisi de kendi doğalarında, kendi benliklerindeler. Ancak insan.. iyilik ve kötülük arasındaki farkı bilip, seçim yapma yetisine sahip.. ve buna rağmen adım adım hakarete ve yalana alışıyor.

Çünkü böyle yaşamayı kendisi için daha kolay ve karlı sanıyor. Önce diplomasi ile başlıyor, sonrasında ise hayatına yayılıyor.

Renkli rüyalar mı görürsün, yoksa siyah beyaz mı?

Daima renkli. Neden sordun?

-Kibirli misin?

Öyle düşünmüyorum.

Peki kendini seviyor musun, Andrey? Farklı birisi olmak ister miydin?

-Sanırım kendimi yeterince sevmiyorum, tıpkı her birimizin kendisini yeterince sevmediği gibi. Şayet kendimizi gerçekten sevebilseydik; başkalarını da gerçekten sevebilirdik. Kendisini sevemeyen kişiler; yani, kabaca, varoluşlarının amacından bihaber olanlar, başka birisini veya hayatı sevmeyi tecrübe edemezler.

Ve evet, sanırım kendime olan sevgim yetersiz… bu yüzden etrafımdakileri de yeterince sevemiyorum.

Lakin isterdim. Çok önemli bir eksikliğim daha var. Yani.. nasıl desem..

Sabırsızlık. Kendimi bundan kurtarmaya çalışıyorum, ancak korkarım ki başaramayacağım. Yeterince toleranslı olamıyorum. Olgunlukla birlikte gelen sabırdan bende eser yok. Sık sık bundan üzüntü duyuyorum, sanırım bu durum yüzünden de.. insanlara sempati ile yaklaşamıyorum. İnsanlar beni yoruyor.

Ülkeni seviyor musun?

Ülkemi çok seviyorum, ve orada nasıl daha uzun yaşayabilirim, hayal bile edemiyorum. Bir yıldan fazladır buradayım ve şimdiden fevkalade özlem duyuyorum. Kendimi evimde hissettiğim yerlere; köyüme. Köyde bir evimiz vardı, kendi toprağımda, vatanım dediğim yerde yaşıyordum.

Andrey, filmlerinde çok sık su görüyoruz. Neden su seni bu kadar büyülüyor? Suyun senin için anlamı nedir?

-Su, dereler, nehirler, bana çok şey anlatıyor. Böyle yerleri çok seviyorum. Ama eğer deniz dersen, deniz bana ne hissettiriyor bilmiyorum. Deniz, içsel dünyama yabancı. Benim için deniz; Çok geniş bir alan, korktuğum için değil, ama farklı bir manzara göremeyeceğiniz çok geniş bir yer. Benim bakış açıma, zevklerime göre; mikro dünyasal şeyler, makro dünyasal şeylerden kat kat daha sevimli.

Devasa alanlar bana, sınırlı, küçük alanların düşündürdüğünden çok daha az şey düşündürüyor.

Bu bağlamda Japonların doğa ile ilişkileri çok hoşuma gidiyor.

Bölgeleri çok kısıtlı ve onlar da küçük alanlara toplanıp, sonsuzluğun yansımasını görmeye çabalıyorlar. İşte böyle yerler benim için daha anlamlı.

Hiç sefalet çektin mi?

Gerçek anlamda açlık çektiğim zamanlar oldu. Umutsuzca yaşamak… ertesi güne sadece bir lokma ekmeğinin olması. Bu çok ağır bir his… ve bu his.. insanı küçük düşürüyor. Lakin bununla beraber, bizlere… yani bu his, bu durum bizlere.. başkalarına karşı şefkatli olmayı öğretiyor. Bana kalırsa, açlık çekmiş bir insan, asla açgözlü olamaz.

Senin için zenginlik nedir?

Benim için zenginlik… bana hiçbir özel anlam ifade etmiyor. Hayatımı istediğim şekilde yaşamamı garanti altına almamı sağlayabilirdi belki, ama yaşamak istediğim yaşam çok sade, bu yüzden zenginlik istemezdim. Zenginlik çok göreceli.. Bence insanların zenginliğe ihtiyacı yok.. Zira zenginliğe kavuşan insanların değiştiğini, içsel olarak değiştiklerini düşünüyorum. Korunmaya başlıyor, zenginliğini başkalarından koruyor ve en sonunda zenginliğine hizmet etmeye başlıyor.

Biçok insan Stalker’ı fantastik bir film olarak yorumluyor, benim için ise bu hikaye büyükler için. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

-Bırakalım istedikleri gibi yorumlasınlar. Film türlerinin kesin sınırları olduğuna inanmıyorum. Birisi bana “Stalker” ile ilgili düşüncelerimi sorduğunda kayboluyorum. Stalker daha ziyade bir benzetme. Benzetme.. “parabola”. Bir bilim kurgu değil. Seyircilerin filmlerime tepkilerini hiç düşünmedim, zira kendimi seyircinin yerine koymam benim için çok zor. Bence bu lüzumsuz. Seyircinin yerine kendini koyabilmenin tek yolu var; filmin potansiyel başarısını hesaplamak. Kendimi böyle alçaltamam. Bana kalan tek yol ise, kendim olmak, kendi dilimde konuşmak sadece o zaman, seyirci tarafından anlaşıldım. Yazarlar ve şairler hoşnut etmeyi bilmez.

Benim bir kaçışı ele aldığımı söylüyorlar, hayır, tam tersi ben bu filmde insanın dış dünyasından ziyade, iç dünyasında yaşadığı, insanın kendine inanmaması gibi sorunlara değindim.

İnanç problemleri.. Benliğin ve ideallerin arasındaki ilişkiden doğan, insanların ortaya çıkarttığı sorunlar gibi. İnsanlar ve toplum, ahenk içerisinde; içsel ve ruhsal, dışsal, materyal ve teknolojik olarak gelişene kadar; bu Dünya’da tesellisini bulamaz ve kaderini trajik olmaktan kurtaramaz.

Asıl sorun, bu gelişimin iki türünün de terazide eşit ağırlıkta gelmesi. İçsel, ruhsal ; Dışsal, materyalist Ve Stalker’in de içeriği bu konu, hatta aynı Solaris’te olduğu gibi. Aslında, tüm filmlerimde bu içerik bulunuyor. Ruhsal ve materyal gereksinimleri karşılama çabası aynı ağırlıkta. -Onlar.. istisnasız hepsi eğitimli, ancak hepsi duygusal açlık çekmekte.

Hayatta seni en çok korkutan şey nedir?

-İnsanların ve kendimin de, güvensizlik duygusunu, Dünya, doğa ve düşmanca niyetli insanlara karşı acizliğimizi çok hissediyorum. Ama bence en korkunç şey; beşeri zorbalığın çatışmaları olabilir. Yani insanların birbirlerine uyguladığı zorbalık, bence en kötüsü.

Yaşlılıktan korkuyor musun?

-Hayır. Yaşlılıktan korkmuyorum. Sadece bana acı çektirecek hastalıklardan, yada fiziksel yaşlılıktan korkarım. Yaşlılık tabii ki tehlikeli, yani, sonuçta yaşlılık, adım adım ölüme yaklaşmak demek.

Peki ölüm seni korkutuyor mu, Andrey?

-Bilmiyorum… Benim fikrim, ölümün var olmadığı. Bilemiyorum.. Bir keresinde rüyamda görmüştüm.. öldüğümü. Sanki gerçek gibiydi… Öylesine kurtulmuş, öylesine hafif ve inanılmaz özgür hissetmiştim. Tüm bu özgürlük, hafiflik hissi, bana öldüğüm izlenimini vermişti. Bu Dünya’ya bağlı her şeyden kurtulmuştum. Her neyse, ölümün varlığına inanmıyorum, var olan yegane şeyler ise sevgi ve ıstırap. Çok sık, insan ölüm ve acıyı birbiriyle karıştırıyor. Bana göre tabii. Bilmiyorum…. Karşı karşıya geldiğimde, ölümle, belki de ürkeceğim ve başka şekilde yorumlayacağım. Söylemesi zor.

Peki kadınlar, Andrey? -Kadınlar hakkında ne düşünüyorsun?

Kadınlar sence sadece erkeklerin yoldaşları mı? Yoksa daha fazlası mı? -Benim için en mühim olan, kadınların kadın kalmasıdır. Kadınların hayattan ve etraflarından kadın gibi değil de, bir erkek yada başka bir varlıkmış gibi muamele görmek istemesini gerçekten anlayamıyorum.

Ve bunun adına eşitlik diyorlar. Bana kalırsa, kadının güzelliği nasıl desem.. kadının benzersizliği mahiyetiyle alakalı.

Tabii ki de.. Erkeğin mahiyetiyle kadınlarınki zıt birer kutup.

Kadının, kadınsı doğasını koruması bence fevkalade mühimdir.

Eğer bir kadında, zayıflığının getirdiği doğal kadınsı nitelikler ve kalite göremezsem, o kadın benim için çekici değildir.

Yani… Kadın’ın, kadınlığıyla bu Dünya’da, bizler, yani insanlar için aşkın vücut bulmuş hali olduğunu düşünüyorum. Kadınlara derin saygı duyuyorum. Hatta sık sık erkeklerden daha güçlü, daha iyi olduklarını düşünüyorum, tabii kadınsılıklarını korudukları sürece.

-Mutlu musun?

-Hayır. -Yorulmadın mı? -Hayır, hayır. -Harika hissediyorum. -Sanırım, Dünya’ya dönmenin vakti geldi.


Çeviri: Doğan Çadırcıoğlu twitter.com/worsefella

SAVAŞÇI İLE TUTSAĞIN ÖYKÜSÜ – JORGE LUIS BORGES

La poesía (Bari, 1942) adlı kitabının 278. sayfasında Croce, tarihçi Diyakoz Peter’in bir Latince metnini özetlerken Droctulft’un* yazgısını anlatır ve onun gömüt yazıtını aktarır; her ikisi de benzersiz bir etki bırakmıştır bende; nedenini sonraları kavradım. Droctulft, Ravenna’nın kuşatılması sırasında arkadaşlarının safından ayrılan önceleri saldırıya geçtiği kenti savunurken can veren bir Lombard savaşçısıydı. Ravennalılar, onun gömülme törenini bir tapınakta düzenlediler ve yükümlerini bir gömüt yazıtıyla dile getirerek (contempsit caros, dum nos amatille, párenles) bu barbarın yırtıcı görünüşüyle yalınlığı, iyi yürekliliği arasındaki garip karşıtlığı belirttiler:

Terribilis visu facies, sed mente benignus. Longaque robusto pestore barba fuit!1

Droctulft’un, Roma’yı savunurken can veren barbarın öyküsü, ya da öykünün Diyakoz Peter’in zamanın kıyımından kurtarabildiği parçası böyle. Olayın hangi tarihte geçtiğini bile bilmiyorum: Longobardların İtalya düzlüklerini yakıp yıktıkları altıncı yüzyıl ortalarına doğru mu, yoksa sekizinci yüzyılda, Ravenna’nın dize gelişinden hemen önce mi? Biz (bu, tarihsel bir çalışma olmadığına göre) ilk tarihi benimseyelim.

Droctulft’u bir sub specie aeternitatis diye düşünelim biz, hiç kuşkusuz tek, benzersiz ve anlaşılmaz birey (bütün bireyler öyledir) Droctulft kimliği değil: türün başlatıcısı oydu, o ve onu izleyenlerin oluşturduğu, unutuşun ve belleğin bir sonucu olan geleneğin. Savaşlar, ormanlarla bataklıkların karanlık coğrafyasından geçirip ta Tuna ve Elbe boylarından İtalya’ya getirmişti onu, belki de güneye gittiğini bilmiyordu, belki de Roma’ya karşı savaştığını bilmiyordu. Belki de Ogul’un görkemini Kutsal Baba’nın yansısı sayan Arrianist inanca bağlanmıştı, bence onu Toprak’a, üstü örtülü putu öküz arabalarıyla kulübeden kulübeye götürülen Hertha’ya ya da tahtaya oyulmuş, ev-dokusu giysilere bürünmüş, sikkeler ve pazubentler takmış o kaba-saba savaş ve gökgürültüsü tanrılarına tapan biri diye düşünmek daha uygun. Yaban domuzuyla bizonun girift ormanlarından gelmeydi o; açık tenli, yiğit, mâsum, zalimdi, komutanına ve kabilesine sadıktı, evrene değil. Derken savaşlar onu Ravenna’ya getirir ve orada daha önce hiç görmediği, daha doğrusu, tam olarak görmediği bir şeyi görür. Gündüzü görür, selvileri görür, mermeri görür. Çeşitliliği, düzensizliğin çeşitliliğine benzemeyen bir bütün görür; bir kent görür, yontulardan, tapınaklardan, bahçelerden, odalardan, amfilerden, vazolardan, sütunlardan, düzenli ve açık uzamdan oluşma bir işleyiş görür. Bu yapımların hiçbiri, güzelliğiyle etkilemez onu (biliyorum); bugün bizim, işlevini kavrayamadığımız, yine de çiziminden ölümsüz bir zekânın muştusunu çıkarabildiğimiz karmaşık bir mekanizma karşısındaki duygulanışımızı andırır duygulanışı. Belki de ölümsüz Roma harflerinden içinden çıkılmaz yazıtıyla bir tek kemer görmek yetmiştir ona. Birdenbire gözleri kamaşır ve bu aydınlanmayla yenilenir: Kent’le. Onun içinde kendisinin bir köpek, bir çocuk olacağını ama ona akıl erdirmeye bile başlayamayacağını bilir, yine de onun kendi tanrılarından, andıyla bağlandığı inançtan ve Almanya’nın bütün bataklıklarından daha değerli olduğunu kavrar. Droctulft böylece bırakır yandaşlarını, Ravenna uğruna savaşa girer. Ölünce gömütüne kendisinin asla sökemeyeceği şu sözleri kazarlar:

Contempsit caros, dum nos amat ille, parentes Hanc patriam reputans esse, Ravenna, suana.

O, hain değildi (hainler, böyle saygın yazıtlara binde bir esin kaynağı olabilirler)

; bir aydınlanmıştı o, bir ermişti. Birkaç kuşak geçmeden bu döneği kargışlayan Longobardlar da onun izinden gittiler; İtalyan oldular, Lombardlar oldular ve belki de Alighieri’nin atasının ataları onların kanından biri, Aldiger’dir… Droctulft’un bu edimine sürüyle varsayım uygulanabilir; benimki, en kestirmesi; olgu olarak değilse de simge olarak doğru.

Bu savaşçının öyküsünü Croce’nin kitabında okuduğumda, alışmadığım ölçüde duygulandım, bir zamanlar benim olan bir şeyi değişik bir biçimde yeniden ele geçirmiştim sanki. O anda hemen, Çin’i sonsuz bir otlağa çevirmeye çabaladıktan sonra, yerlebir etmeye can attıkları kentlerde ihtiyarlayan Moğol atlılarını düşündüm; ama ardına düştüğüm anı bu değildi. Neden sonra buldum aradığımı: şimdi ölmüş olan İngiliz asıllı ninemden duyduğum bir öyküydü.

1872’de, dedem Borges, Buenos Aires’in, kuzey ve batı Santa Fe’nin güney sınırında komutanmış. Karargâh, Junin’deymiş; ötelerinde birkaç fersah arayla ileri karakollar zinciri, onun da ötesinde, o zamanki adıyla pampa ya da “iç bölge”. Bir keresinde ninem -yarı şaşkın, yarı buruk- yeryüzünün o ucuna sürülmüş yapayalnız bir İngiliz kızı sıfatıyla yazgısını yorumlamaya kalkışmıştı: orada, tek İngiliz kızının kendisi olmadığını söylemişlermiş ona, aylar sonra da alanı usul adımlarla geçen Kızılderili bir kızı uzaktan göstermişlermiş. Kız, iki alacalı battaniyeye sarınmışmış, ayakları çıplakmış; saçları sarıymış. Bir asker ona, başka bir İngiliz kızının kendisiyle konuşmak istediğini söylemiş. Peki, demiş kız; karargâha korkusuzca ama biraz kuşkuyla girmiş. Yabanıl renklerle sıvanmış bakırsı yüzünde gözleri, İngilizlerin gri dediği o çekimser mavi renkteymiş. Bedeni, bir geyiğinki gibi kıvrakmış, elleriyse güçlü ve kemikli. Bozkırdan, iç bölgeden geliyormuş ve her şey çok ufak görünüyormuş gözüne: kapılar, duvarlar, eşya.

İki kadın, belki de bir an bir kardeşlik duygusu paylaştılar; sevgili adalarından çok uzaktaydılar, akıl-sır ermez bir ülkedeydiler. Ninem ona bir soru sormaya yeltenmiş; kadın, güçlükle yanıtlamış soruyu, sözcük arayarak, eski çeşniyi bulduğuna şaşarcasına sözcükleri yineleyerek. On beş yıl kadar ana dilini konuşmadığından yeniden başlamak güç geliyormuş. Yorkshirelı olduğunu, ana-babasının Buenos Aires’e göçtüklerini, onları bir Kızılderili baskını sırasında yitirdiğini, kendisinin Kızılderililerce kaçırıldığını, şimdi bir kabile reisinin karısı olduğunu, daha şimdiden ona iki oğul verdiğini, kocasının yiğitliğini anlatmış. Bunları Arauko ve Pampa dilleriyle karışmış kaba bir İngilizceyle anlatmış; öykünün berisinde de yabanıl bir yaşam biçimi seçiliyormuş: at postundan barınaklar, tezek ateşleri, ateşte kızarmış et ya da çiğ barsak şölenleri, tan ağarırken sinsice yola koyulmalar, ağıllara düzenlenen talanlar, haykırmalarla yağmalar, savaşlar, çıplak atlıların büyük çiftliklere akınları, çok-karılılık düzeni, o leş kokusu, kör inançlar. Demek bir İngiliz kızı, kendini böylesi bir barbarlık düzeyine indirmişmiş. Duyduğu acıma ve dehşetin etkisiyle ninem, geri dönmesi için üstelemiş. Onu koruyacağına, çocuklarını getirteceğine söz vermiş. Kız, mutlu olduğunu söylemiş ve o gece çöle dönmüş, Francisco Borges, kısa bir süre sonra, yetmiş dört ayaklanmasında öldü; belki de ninem o zaman, öteki kadında, amansız bir anakaraya tutsak düşüp onun değiştirimine uğrayan bu ikinci kadında, kendi yargısının tüyler ürperten aynasını görmüştü…

Daha önce her yıl, sarışın Kızılderili kız, Junin’deki ya da Fort Lavalle’deki köy işliklerine gelip incik boncuk, Paraguay çayı malzemesi alırmış; ninemle konuştuktan sonra bir daha ortalıkta görünmemiş. Ama birbirlerini son bir kere görmüşler. Ninem ava çıkmış bir gün; çiftlikte, kan çukurunun başındaki bir adam, hayvan kesiyormuş. Kızılderili kız, bir düşteymişçesine, at sırtında geçmiş yoldan. Kendini hemen yere atmış, sıcak kanı doyasıya içmiş. Artık başka türlü davranamadığı için mi, yoksa bir yüzleşme, bir gösterge adına mı böyle yaptığını bilmiyorum.

Bin üç yüz yıl ve okyanus, tutsağın yazgısıyla Droctulft’un yazgısı arasında duruyor hâlâ. İkisi de eşit ölçüde ele geçmezdir şimdi. Ravenna’nın davasına bağrını açan barbarın suretiyle çorak ülkeyi yurt seçen Avrupalı kadın sureti karşıt düşebilirler. Ama her ikisi de gizli, sağduyudan daha köklü bir dürtüye kapılmışlardı, her ikisi de nasıl savunacaklarını bilemeyecekleri bu dürtüye kulak vermişlerdi. Belki de anlattığım öyküler bir tek öyküdür. Bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya, aynıdır.

Jorge Luis Borges Kaynak: Ölüm ve Pusula
Çeviri: Tomris Uyar, İletişim Yayınevi

1 Gibbon da (Yükseliş ve Çöküş, XLV) bu dizeleri aktarır.

*Droctulf, Süveyş veya Alemannik kökenli bir Bizans generaliydi. Paul the Deacon’un Historia Langobardorum’una göre, 569’da İtalyan yarımadasına girdiği Lombardlar arasında büyüdü. Sonunda onlara karşı savaşmak için Bizans ordusuna katıldı ve hem İmparator hem de Papa’nın önemli bir müttefiki oldu.

EDUARDO GALEANO: KAFAMIN İÇİNDE SİNEKLER GİBİ VIZILDAYAN BAZI SORULARI PAYLAŞMAK İSTİYORUM

Verdiğim rahatsızlıktan dolayı bağışlayınız Adalet adil midir? Dünyanın adaleti ayakları üzerinde ters mi duruyor? Bush’un üzerine ayakkabılarını fırlatan Iraklı zapatista, üç yıl hapis cezasına mahkûm edildi. O daha iyisini, bir madalyayı hak etmiyor muydu?

Terörist olan kim? Ayakkabı fırlatan mı yoksa ayakkabı ile ezen mi? Yalan söyleyerek Irak savaşını yaratan, bir yığın insanı öldüren, işkenceyi onaylayan ve uygulanması emrini veren seri katil bir terör suçlusu değil mi?

Topraklarını savunma haklarını kullandıkları için terörizm yaratmakla suçlanan Brezilya’nın topraksız köylüleri, Şili’nin mapuche ya da Guatemala’nın kekchíe yerlileri ya da Meksika – Atenco’da yaşayan yerli halklar suçlu mudur? Eğer toprak kutsal ise, her ne kadar yasalar bunu ifade etmeseler de; onu savunanlar kutsal değil midir?

Foreign Policy dergisine göre Somali en tehlikeli yer. İyi de korsan olan kim? Açlıktan gemilere saldıranlar mı yoksa yıllardır dünyaya saldıran ve bu çabalarından dolayı multimilyonluk ödüllere konan, Wall Street’in vurguncuları mı? Niçin dünya kendini soyanları ödüllendirir?

Niçin adaletin tek gözü kör? Şirketlerin en güçlüsü Wal-Mart, çalışanlarına sendika yasağı koyuyor. McDonald’s da. Uluslararası hukuku ihlal eden bu suçlu şirketler niçin cezadan muaf olurlar? Günümüz dünyasında emek atıklardan ve işçi hakları şimdiye kadarkinden daha az değerli olduğu için mi?

Kim haklı kim haksız? Eğer gerçekten uluslararası adalet varsa; niçin güçlüler hiçbir zaman yargılanmazlar? Onlar mahkûm değiller. Cezaevlerinin anahtarlarının sahibi onlar oldukları için mi?

Niçin Birleşmiş Milletler’de veto hakkına sahip beş güç dokunulmazdır? Bu hakkın ilahi bir kökeni mi var? Savaşı iş haline getirenler barışı mı koruyacaklar? Esas işleri silah üretmek olan bu beş gücün, dünya barışından sorumlu olması adil mi?

Uyuşturucu tüccarlarını aşağılayan yok; buda mı bir “organize suç” değil? Gürültü çıkaranlara karşı her yerde ısrarla ölüm cezası istenirken dünyanın sahiplerine karşı ceza talep eden yok? Daha fazlası gerekirken. Füzeleri kullananlara karşı değil bıçakları kullanan katillere karşı yaygara koparılıyor.

Hayret ediyoruz: Mademki şu koruyucular, bu kadar öldürme arzusu çılgınlığı içinde bulunuyorlarsa; neden sosyal adaletsizliğe karşı ölüm cezası talep etmezler? Her bir dakikada üç milyon doların askeri harcamalara ayrıldığı sırada tedavi edilebilir hastalıklardan ve açlıktan on beş çocuğun öldüğü bir dünya adil olabilir mi? Adı uluslararası toplum olan yapı, dişlerine kadar, kime karşı silahlanıyor? Fakirliğe karşı mı yoksa fakir fukaraya karşı mı?

Ölüm cezasının ateşli savunucuları, sürekli kamu güvenliğine saldıran tüketim toplumunun değerlerine karşı neden ölüm cezası istemiyorlar? Milyonları, milyonlarca genci, düşük ücretliyi serseme çeviren reklâm bombardımanları suça davet etmiyor mu? Var olmak sahip olmaktır diye gece gündüz tekrarlanan; arabaya sahip ol, markalı ayakkabıya sahip ol, sahip ol, sahip ol… Ve o, sahip olmayan var olmuyor mu?

Ve neden ölüme karşı ölüm cezası uygulanmıyor? Dünya ölümün hizmetine organize olmuş durumda. Bizim enerjimizin ve kaynaklarımızın büyük bir kısmını yalayıp yutan silah endüstrisi, yoksa ölüm üretmiyor mu?

Dünyanın sahipleri, şiddeti yalnızca diğerleri uyguladığı zaman cezalandırıyorlar. Bu şiddet tekeli, bütün olumsuzluklara karşın hayatta kalmayı isteyen dünyalılar için dayanılmaz ve yeryüzünün dışında var olanlar için de açıklanamaz bir duruma dönüşüyor: Biz insanlar karşılıklı olarak birbirimizi yok etmede uzmanlaşmış tek hayvan türüyüz ve bizler, diğer şeyler arasında, doğayı ve onun canlılarını da yok etmekte olan bir imha teknolojisi geliştirdik.

Bu teknoloji korkuyu besliyor. Bu korku, polisiye ve askeri savurganlıkları haklı gösteren düşmanları üreten bir korkudur. Peki, bizler ölüm treninde; korkuyu ölüme mahkûm etseydik nasıl olurdu? Profesyonel dehşet vericilerin, bu evrensel diktatörlüğüne son vermek sağlıklı olmaz mıydı?

Panik ekiciler, bizi yalnızlığa mahkûm ediyor ve bize dayanışmayı yasaklıyorlar: altta kalanın canı çıksın, birbirlerini yesinler, bu komşu daima bir tehlike, dikkat, çok dikkat et, bir şeylerini çalar, o sana tecavüz edecek, bir Müslüman şu bebek arabasına bomba koymuş, eğer şu kadın sana bakarsa, şu masum görünüşlü komşu, eminim ki sana domuz gribi bulaştıracak…

Alt üst olmuş bu dünyada, ortak düşünce ve adaletin sağlanmasına yönelik en basit eylemler karşısında bile korku yaratılıyor. Başkan Evo Morales, ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan yerlilerin, kendilerine aynada bakma utancını üzerlerinden atmaları için Bolivya’yı yeniden yapılandırmaya kalkışınca paniği kışkırttılar. Elbette, bu cüret, mümkün olan tek düzen bizimkidir diyenlerin geleneksel ırkçı bakış açısından bir felaketti: Kargaşa ve şiddeti getiren Evo idi ve onun kabahati yüzünden ulusal birlik bozulacaktı ve ülke parçalara bölünecekti.

Yine, Ekvador Devlet Başkanı Correa’nın, yasadışı kabul ettikleri borçların ödenmeyeceği konusunda ısrarlı olduklarını bildiren haberi, dünya mali piyasalarında terör üretti ve kötü bir örnek olacağı için de Ekvador korkunç bir şekilde cezalandırılmakla tehdit edildi.

Askeri diktatörler ve hırsız siyasiler, uluslararası bankalar tarafından her zaman şımartılmış olsalar bile; biz, zaten halkın, kendisini sopalayan sopanın ve kendisini yağmalayan aç gözlülüğün bedelini ödemesini kaçınılmaz bir kader gibi kabul etmesine alışmadık mı?

Fakat ortak düşünce ve adalet, sonsuza dek birbirlerinden ayrılmış mı olacak? Bunlar birbirine bağlı, birlikte yürümek için doğmamışlar mıydı? Feministlerin söylediği “eğer biz erkekler, hamile kalsaydık, kürtaj serbest olurdu” sloganı adalet anlayışı ve ortak düşüncenin bir ürünü değil mi? Niçin kürtaj hakkı yasallaştırılmıyor? Kürtajın bedelini ödeyebilenlerin ve bundan kazanan doktorların, sonra cinsiyet ayrımı yapmayı terk edecekleri için mi?

Ortak düşünce ve adaletin, aynı şekilde, inkâr edilmesi başka bir skandal olayda yaşanıyor: Niçin uyuşturucular yasallaştırılmıyor? Yoksa o da kürtaj gibi bir halk sağlığı sorunu değil mi? En fazla uyuşturucu bağımlısına sahip olan ülke; bağımlıların taleplerini karşılayanları cezalandırmak için hangi ahlaki otoriteye sahip? Ayrıca, uyuşturucu belasına karşı savaşı, bu kadar yücelten büyük medya, neden dünyada tüketilen eroinin, hemen hemen tamamının Afganistan’dan geldiğini hiç söylemiyor? Afganistan’dan gönderen kim? Bu ülke, hepimizi kurtarmakla görevlendirilen mesihin memleketinin askeri işgali altında bulunan bir ülke değil mi?

Neden uyuşturucuları bu en uygun zamanda yasallaştırmıyorlar? Askeri istilalar için iyi bir bahane olmayacağı ve dahası, geceleri kirli çamaşırları yıkayan çamaşırhaneler gibi çalışan, büyük bankalara daha sulu kârlar sağlamayacağı için mi?

Bugünlerde dünya daha az otomobil satılması nedeniyle üzgün. Küresel krizin sonuçlarından biri de, gelişen otomotiv sanayi üretimindeki düşüşün devam ediyor olması. Eğer bir parça ortak düşünce ve birazcık adalet duygusuna sahip olsaydık; bu güzel haberi kutlamaz mıydık? Otomobillerin azalması, biraz daha az toksin salgılanacak olan doğa acısından ve biraz daha az ölecek olan yayalar acısından iyi bir haber değil mi?

Lewis Carollo’ya göre, harikalar ülkesinde, adaletin nasıl işlediğini soran Alicia’ya, Kraliçe “İşte görüyorsun” der. “Fakat yargılama gelecek çarşambaya kadar başlamayacaktır. Ve elbette, suç da en sonunda işlenmiş olacaktır.”

El Salvador’da, Başpiskopos Oscar Arnulfo Romero, adaletin, bir yılan gibi, yalnızca çıplak ayaklıları soktuğunu ispatladı. Ülkesindeki çıplak ayaklıların, dünyaya gelme suçunu işledikleri için peşinen suçlu doğduklarını söylediği için de kurşunlanarak öldürüldü.

El Salvador’da yapılan son seçimlerin sonucu; herhangi bir şekilde gösterilen saygının ifadesi değil mi? Adaletsizliğin krallığında, adil bir adalet için Başpiskopos Romero ve onun gibi mücadele ederek ölen binlere gösterilen bir bağlık ifadesi değil mi?

Tarihin gelişim aşamaları bazen kötü biter; ama o, Tarih, bitmez. Elveda derken daha sonra görüşmek üzere, der.

Kaynak: Kaosenlared Çeviri:Atiye Parılyıldız (sendika.org)

GEORGE ORWELL’IN BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT’ÜNE SONSÖZ – ERICH FROMM

0

Orwell’ın ortaya attığı temel soru, “hakikat” diye bir şeyin olup olmadığıdır. Egemen parti der ki: “Gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil… Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur.” Eğer böyleyse, o zaman, Parti insanların zihinlerini denetim altına alarak gerçeği denetim altına alıyor demektir. Parti’nin önde gelen kişisiyle yenik düşmüş asi arasında geçen, Dostoyevski’nin yapıtındaki Engizisyoncu ile İsa arasındaki konuşmaya benzetilebilecek çarpıcı bir konuşmada, Parti’nin temel ilkeleri açıklanır. Ne ki, Engiziyoncu’nun tersine, Parti’nin önderleri sistemlerini insanı mutlu kılmayı amaçlayan bir sistem olarak göstermeye bile çalışmaz, çünkü onlara göre insanlar güçsüz ve korkak yaratıklar oldukları için özgürlükten kurtulmak isterler ve gerçekle yüzleşemezler.

George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varmayacaklarıdır. İnsanın geleceğine ilişkin umutsuz ruh hali, Batı düşüncesinin en temel özelliklerinden biriyle, insan ilerlemesine ve insanın bir barış ve adalet dünyası yaratma gücüne duyulan inançla tam bir karşıtlık içindedir. Bu umudun kökleri, Eski Yunan ve Roma düşüncesine olduğu kadar, Eski Ahit peygamberlerinin Mesih kavramına da uzanır. Eski Ahit’in tarih felsefesi, insanın tarih içinde gelişip açılacağını ve en sonunda gizilgücüne erişeceğini varsayar.

İnsanın akıl ve sevgi güçlerini tam olarak geliştireceğini ve böylece hem öteki insanlar ve doğayla bir olarak hem de bireyselliğini ve bütünlüğünü koruyarak dünyayı kavrayabileceğini kabul eder. Evrensel barış ve adalet insanoğlunun erekleridir; peygamberlerin, tüm yanlışlar ve günahlara karşın, Mesih figürüyle simgeleştirilen “o gün”ün eninde sonunda geleceğine inancı tamdır.

1984Bu peygamberce kavram tarihsel bir kavramdı, insanoğlunun tarihsel zaman içinde gerçekleştireceği bir yetkinlik durumuydu. Hıristiyanlık bu kavramı tarihötesi, tümüyle tinsel bir kavrama dönüştürdü, ama ahlaksal ilkelerle politika arasındaki bağlantı düşüncesinden vazgeçmedi. Ortaçağ sonlarının Hıristiyan düşünürleri, “Tanrı’nın Krallığı”nın tarihsel zaman içinde olmamasına karşın toplumsal düzenin Hıristiyanlığın tinsel ilkelerine uygun düşmesi ve onları gerçekleştirmesi gerektiğini vurguladılar. Reform’dan önceki ve sonraki Hıristiyan tarikatları bu istemleri daha ivedi, daha etkin ve devrimci biçimlerde ortaya attılar. Ortaçağ dünyasının dağılmasıyla birlikte, insanın güç kavramı ve yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal yetkinliğe olan umudu yeni bir güç edindi ve yeni biçimlere büründü.

Bunların en önemlilerinden biri, Rönesans’tan başlayarak gelişen yeni bir yazma tarzıdır; bu tarzın ilk örneği, Thomas More’un Ütopya’sıydı. Sözcük anlamı “Yokülke” olan Ütopya, daha sonraları, benzer tüm yapıtları tanımlamak için kullanılır oldu. Thomas More’un Ütopya’sı, kendi toplumunu, toplumun usdışılığın› ve adaletsizliğini derinliğine eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda yetkin olmasa da çağdaşlarına çözümsüz gibi görünen insan sorunlarının çoğunu çözmüş bir toplum resmi çiziyordu. Thomas More’un Ütopya’sının ve öteki bütün ütopyaların belirleyici özelliği, genel ilkelerden söz etmekle yetinmemeleri, insanoğlunun en köklü özlemlerini karşılayan bir toplumun somut ayrıntılarının düşsel bir betimini vermeleridir. Bu yetkin toplumlar, peygamberce düşüncelerin tersine, “o günler”in gelmesini beklemezler, şimdiden vardırlar – zamanın uzaklığından çok, coğrafi bir uzaklıkta olsa da.

Thomas More’un Ütopya’sını iki ütopya daha izledi: İtalyan din adamı Campanella’nın Güneş Ülkesi adlı yapıtı ve Alman hümanist Andreae’nin, üçünün en moderni olan Christianopolis adlı kitabı. Gerçi bu üç ütopya arasında bakış açısı ve özgünlük bakımından farklılıklar vardır, ama bu farklılıklar ortak yanlarının yanında önemsiz kalır. Daha sonra, yirminci yüzyıl başına kadar, birkaç yüzyıl ütopyalar yazıldı. En sonuncusu ve en etkileyicisi Edward Bellamy’nin 1888’de yayımlanan Geriye Bakış’ıydı. Tom Amca’nın Kulübesi ve Ben-Hur’u saymazsak, ABD’de birkaç milyon basılan ve yirmiden fazla dile çevrilen Geriye Bakış, hiç kuşkusuz yüzyıl sonlarının en popüler kitabı olmuştu. Bellamy’nin ütopyası, Whitman, Thoreau ve Emerson’ın düşüncelerinde dile getirilen büyük Amerikan geleneğinin bir parçasıdır. Bu yapıt, o sıralar en güçlü anlatımını Avrupa’daki sosyalist harekette bulan düşüncelerin Amerika’ya özgü bir yorumudur.

İnsanın bireysel ve toplumsal bakımdan yetkinleştirilebilirliğine duyulan ve felsefi ve antropolojik açıdan on sekizinci yüzyıl Aydınlanma filozofları ile on dokuzuncu yüzyılın sosyalist düşünürlerinin yapıtlarında açık seçik dile getirilen bu umut, Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar değişmeden sürdü. Barış ve demokrasi uğruna savaştıkları yanılsamasını taşısalar da Avrupa devletlerinin toprak hırsı uğruna milyonlarca insanın öldüğü bu savaş, Batı’nın iki bin yıllık umut geleneğini kısa denilebilecek bir sürede yok edecek ve umudu umutsuzluğa dönüştürecek bir gelişmenin başlangıcı oldu. Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği duygusuzluk ve kayıtsızlık yalnızca bir başlangıçtı.

(…) İkinci Dünya Savaşı; Hitler tarafından başlatılan ve Hamburg, Dresden ve Tokyo gibi kentlerin baştan başa yok edilmesiyle, en sonunda Japonya’ya karşı atom bombalarının kullanılmasıyla süren, sivil halkın sınır tanımaksızın yok edilmesi. O günlerden bu yana, insan soyu daha da büyük bir tehlikeyle, bugün var olan ve gittikçe artan ürkünç boyutlarda geliştirilen termonükleer silahlarla, tekmil insanlığın değilse bile uygarlığımızın yok edilmesi tehlikesiyle yüz yüze gelmiş bulunuyor.

Ne var ki, çoğu kimse ne bu tehdidin ne de kendi umutsuzluğunun bilincinde. Bazıları, salt modern savaş çok yıkıcı olduğu için savaşın olanaksız olduğuna inanıyor; bazıları da nükleer bir savaşın ilk bir iki gününde altmış, yetmiş milyon Amerikalı ölecek olsa bile, ilk sarsıntı atlatıldıktan sonra yaşamın eskisi gibi sürmeyeceğine inanmak için bir neden olmadığını söylüyor. İşte, Orwell’ın kitabının önemi de çağımızı kuşatan bu yeni umutsuzluk halini, belirginlik kazanmadan ve insanların bilincini ele geçirmeden önce dile getirmiş olmasından geliyor.

Orwell bu uğraşta yalnız değildir. İki yazar daha, Biz adlı kitabında Rus yazar Zamyatin ve Cesur Yeni Dünya’da Aldous Huxley, bugünün ruh halini ve gelecekle ilgili uyarıyı Orwell’a çok yakın biçimlerde dile getirmişlerdir. Yirminci yüzyıl ortalarının “olumsuz ütopyalar”ı diye tanımlayabileceğimiz bu yeni üçleme, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda yazılmış olan ve az önce sözünü ettiğimiz olumlu ütopyalar üçlemesinin kontrpuanıdır.1 İlk ütopyaların ortaçağ sonrası insanın özgüven ve umut içeren ruh halini dile getirmesine karşılık, olumsuz ütopyalar modern insanın güçsüzlük ve umutsuzluk içeren ruh halini dile getirir. Tarihsel açıdan, bu değişimden daha aykırı bir şey olamazdı: İnsanoğlu, sanayi çağının başlarında, gerçekte herkesin karnını doyurabileceği bir dünyanın olanaklarına sahip değilken, kölelik, savaş ve sömürünün ekonomik nedenlerinin var olduğu, yeni bilimin ve onun teknolojiye ve üretime uygulanmasının olasılıklarını ancak sezebildiği bir dünyada yaşarken umut doluydu – evet, modern gelişmenin başlangıcında insanoğlu tüm bunlara karşın umut doluydu. Şimdi, dört yüz yıl sonra, tüm bu umutlar gerçekleşebilir olmuşken, insan herkese yetecek kadar üretebilirken, teknik gelişme her ülkeye toprak fethinin verebileceğinden daha fazla zenginlik sağlayabileceği için savaş gerekli olmaktan çıkmışken, yerküre dört yüz yıl öncesinin bir anakarası kadar birleşik olma sürecine girmişken, insanoğlu tam da umudunu gerçekleştirmenin eşiğindeyken umudunu yitirmeye başlıyor. Üç olumsuz ütopyanın da temel özelliği, yalnızca ilerlemekte olduğumuz geleceğin betimlenmesi değil, aynı zamanda bu tarihsel aykırılığın açıklanmasıdır.

Bu üç olumsuz ütopyayı birbirinden ayıran, ayrıntı ve vurgulardır. Zamyatin’in 1920’lerde kaleme aldığı Biz’in, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sından çok, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’le ortak yanları vardır. Biz’de de, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te de insanların birer rakam olup çıktıkları ve tüm bireysellik duygusunu yitirdikleri, tümden bürokratikleşmiş bir toplum betimlenir. Bu da, bitmez tükenmez bir terörün (Zamyatin’in kitabında, sonunda insanı fiziksel olarak da değiştiren bir beyin ameliyatı da vardır) ve ideolojik ve psikolojik bir yönlendirmenin anlatılmasıyla yapılır. Huxley’nin yapıtında, insanları otomatlara dönüştürmenin başlıca yolu, terör uygulamaya gerek bırakmayan uykuda telkinle öğretme yöntemidir.

Bu farklılığa karşın, üç olumsuz ütopyanın paylaştığı temel bir soru vardır. Felsefi, antropolojik ve ruhbilimsel, dahası belki de dinsel bir soru: İnsan doğası, insanoğlunun özgürlük, onur, doğruluk, sevgi özlemini unutacağı biçimde değiştirilebilir mi – yani insan, insan olduğunu unutabilir mi? Ya da insan doğası, bu temel insan gereksinimlerinin ayaklar altına alınmasına karşı tepki göstererek, insanlıkdışı bir toplumu insani bir topluma dönüştürmeye kalkışacak bir dinamizme sahip midir? Burada, bu üç yazarın, bugün pek çok toplumsal bilimcinin paylaştığı ruhbilimsel görelilik düşüncesini benimsemediğini; insan doğası diye bir şey olmadığı, insan için onsuz edilemez nitelikler diye bir şey olmadığı ve insanoğlunun herhangi bir toplumun üstüne kendi metnini yazdığı boş bir kâğıt parçası olarak dünyaya geldiği varsayımından yola çıkmadığını belirtmek gerekir. Bu üç yazar da insanın sevgi, adalet, hakikat, dayanışma uğrunda yoğun bir savaşım verdiğini varsayar; bu bakımdan, göreliliği savunanlardan çok farklıdırlar. Aslında, bu insan çabalarının gücünü ve yoğunluğunu, bu çabaların yok edilmesini gerekli görenlerin yöntemlerini betimleyerek doğrularlar. Zamyatin’in Biz adlı yapıtında, insan doğasının insani istemlerinden kurtulmak için lobotomiye benzer bir beyin ameliyatı gereklidir. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında yapay biyolojik ayıklama ve uyuşturucular, Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde ise sonu gelmeyen bir işkence ve beyin yıkama gerekir. Bu üç yazardan hiçbiri, insanın içindeki insanlığı yok etmenin kolay olduğunu düşünmekle suçlanamaz. Ama yine de üçü de aynı sonuca varır, bugün artık herkesçe bilinen yöntemler ve tekniklerle bunun mümkün olduğu sonucuna.

Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, Zamyatin’in kitabıyla birçok benzerlik taşımakla birlikte, “İnsan doğası nasıl değiştirilebilir?” sorusuna özgün bir katkıda bulunur. Şimdi, daha “Orwell’a özgü” birkaç kavramdan söz etmek istiyorum.

Orwell’ın 1961 yılını ve önümüzdeki beş, on yılı en dolaysızca ilgilendiren katkısı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün diktatörlük altında yaşayan toplumu ile atom savaşı arasında kurduğu bağıntıdır. Atom savaşları ilk kez daha 1940’larda ortaya çıkmıştı; on yıl kadar sonraysa büyük çaplı bir atom savaşı patlak vermiş, Avrupa Rusyası, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki sanayi merkezlerine birkaç yüz bomba atılmıştı. Bu savaştan sonra, bütün ülkelerin hükümetleri, savaşın sürdürülmesinin örgütlü toplumun da, kendi iktidarlarının da sonu olacağı kanısına varmışlardı. Bu nedenlerle, başka bomba atılmadı ve var olan üç büyük güç bloğu, “atom bombası üretmeyi sürdürdü ve eninde sonunda kullanma fırsatını bulacaklarını düşünerek bu bombaları biriktirdi.” Egemen güçlerin tek hedefi kalmıştı, o da “birkaç yüz milyon insanın önceden uyarıda bulunmadan birkaç saniye içinde nasıl öldürülebileceğini” keşfetmekti. Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü termonükleer silahların bulunmasından önce yazmıştı; tarihsel bir dipnot düşmek gerekirse, az önce sözünü ettiğimiz hedefe 50’li yıllarda çoktan ulaşılmıştı. Bir ülkenin nüfusunun yüzde 90’ı ya da yüzde 100’ünü birkaç dakikada yok edebilecek güçteki termonükleer silahların olanaklı kılabileceği kitle kırımıyla kıyaslandığında, Japonya’nın kentlerine atılan atom bombası küçük ve yetersiz kalır.

Orwell’ın savaş kavramının önemi, bazı çok keskin gözlemlerde yatar.

Orwell, her şeyden önce, ekonomik sistemin onsuz işleyemeyeceği sürekli silah üretiminin ekonomik önemini gözler önüne serer. Dahası, durmadan savaşa hazırlanan, sürekli saldırıya uğrama korkusuyla yaşayan ve düşmanlarını yeryüzünden silmenin yollarını bulmaya çalışan bir toplumun nasıl gelişeceğinin çarpıcı bir betimlemesini yapar. Orwell’ın betimlemesi son derece yerindedir, çünkü silahlanma yarışını sürdürerek ve “sarsılmaz” bir caydırıcı bularak özgürlü€ü ve demokrasiyi kurtarabileceğimiz yolundaki yaygın düşünceye karşı etkili bir sav koyar ortaya. Bu yatıştırıcı tablo, gittikçe büyüyen (yaklaşık beş yılda bir yepyeni silahlar yaratan ve yakında 10 megatonluk bombalar yerine 100 ya da 1000 megatonluk bombaların geliştirilmesine olanak sağlayacak olan) teknolojik “gelişme”yle birlikte, tüm toplumun yeraltında yaşamak zorunda kalacağı, ama termonükleer bombaların yıkıcı gücünün her zaman mağaraların derinliğinden daha büyük olacağı, askerlerin (yasal olarak olmasa da) egemen konuma geçecekleri, olası bir saldırganın korkusunun ve nefretinin demokratik, insancıl bir toplumun temel tutumlarını yok edeceği gerçeğini göz ardı eder. Başka bir deyişle, sürekli kılınan silahlanma yarışı, termonükleer bir savaşın patlak vermesine yol açmasa bile, toplumumuzun “demokratik”, “özgür” ya da “Amerikan geleneğine uygun” diye tanımlanabilecek niteliklerinin tümünün yıkımına yol açacaktır. Orwell demokrasinin, nükleer savaşa hazırlanan bir dünyada varlığını sürdürebileceği sanısındaki yanılsamayı gözler önüne serer, hem de çok yaratıcı ve parlak bir biçimde.

Yapıtın bir başka önemli yanı da Orwell’ın gerçeğin doğasını tanımlayışıdır; bu tanımlama, yüzeyde, Stalin’in özellikle 1930’larda gerçeği ele alışının bir resmidir. Ne var ki, Orwell’ın betimlemesinde, yalnızca yeni bir Stalincilik suçlaması gören, onun çözümlemesindeki temel bir öğeyi kaçırmış olur. Orwell aslında, Batı’nın sanayileşmiş ülkelerinde meydana gelen bir gelişmeden söz etmektedir; bu gelişmenin Rusya ve Çin’dekinden tek farkı daha yavaş seyretmesidir. Orwell’ın ortaya attığı temel soru, “hakikat” diye bir şeyin olup olmadığıdır. Egemen parti der ki: “Gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil… Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur.” Eğer böyleyse, o zaman, Parti insanların zihinlerini denetim altına alarak gerçeği denetim altına alıyor demektir. Parti’nin önde gelen kişisiyle yenik düşmüş asi arasında geçen, Dostoyevski’nin yapıtındaki Engizisyoncu ile İsa arasındaki konuşmaya benzetilebilecek çarpıcı bir konuşmada, Parti’nin temel ilkeleri açıklanır. Ne ki, Engiziyoncu’nun tersine, Parti’nin önderleri sistemlerini insanı mutlu kılmayı amaçlayan bir sistem olarak göstermeye bile çalışmaz, çünkü onlara göre insanlar güçsüz ve korkak yaratıklar oldukları için özgürlükten kurtulmak isterler ve gerçekle yüzleşemezler. Önderler, kendilerinin tek amacının iktidar olduğunun ayırdındadır. Onların gözünde “iktidar bir araç değil, bir amaçtır.” Ve iktidar, başka bir insana sınırsız acı verme, acı çektirme gücü demektir.2 Öyleyse iktidar onlar için gerçekliği yaratır, gerçeği yaratır. Orwell’ın burada, iktidarı elinde tutan azınlığa yakıştırdığı tutumun, felsefi idealizmin aşırı bir biçimi olduğu söylenebilir; ama Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te ortaya konan gerçek ve gerçeklik kavramının, gerçeğin Parti’ye bağımlı kılındığı pragmatizmin aşırı bir biçimi olduğunu görmek daha yerinde olacaktır. Life in the Crystal Palace (Sırça Köşkte Yaşam) adlı kitabında, büyük bir Amerikan şirketindeki yaşamı incelikli ve etkileyici bir biçimde anlatan Amerikalı yazar Alan Harrington, günümüzün gerçek kavramına çok güzel bir ad bulmuştur: “devingen gerçek”. Ürününün tüm rakiplerinin ürünlerinden daha iyi olduğunu ileri süren büyük bir şirkette çalışıyorsam, bu savın, araştırılıp öğrenilebilinir gerçeklik açısından doğru olup olmadığı hiç önemli değildir. Önemli olan, o şirkette çalıştığım sürece, bu savın “benim” gerçeğim olacağı ve onun nesnel olarak geçerli bir gerçek olup olmadığını araştırmaktan kaçınacağımdır. Buna karşılık, bir gün işimi değiştirip o güne kadar “benim” rakibim olan bir şirkete geçersem, yeni gerçeği, yani en iyi ürünün onun ürünü olduğunu kabullenmem gerekecek ve öznel olarak bakıldığında bu yeni gerçek bir önceki kadar doğru olacaktır. Her geçen gün biraz daha bir araca dönüşen insanın, gerçekliği kendi çıkarlarına ve işlevlerine bağlı bir şeye gittikçe daha fazla dönüştürüyor olması, toplumumuzun en karakteristik ve yıkıcı gelişmelerinden biridir. Gerçek, milyonların uzlaşımıyla kanıtlanır; “milyonlar nasıl yanılıyor olabilir ki” sloganı, “küçük bir azınlık nasıl haklı olabilir ki” diye tamamlanır. Orwell, gerçekliğe ilişkin nesnel bir yargı olarak gerçek kavramının yok edildiği bir sistemde, azınlıkta kalan herkesin deli olduğuna inandırılması gerektiğini açık seçik ortaya koyar.

Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te ağır basan düşünme biçimini betimlerken, çoktan modern sözlüklere girmiş olan bir sözcük bulmuştur: “çiftdüşün”. “Çiftdüşün, insanın iki çelişik inancı zihninde aynı anda bulundurabilmesi ve ikisini de kabullenebilmesi anlamına gelir. …. Bu işlem bilinçli bir biçimde yapılmak zorundadır, yoksa yeterince kusursuz olmaz; ama aynı zamanda bilinçsiz bir biçimde de yapılmak zorundadır, yoksa insanda bir sahtelik, dolayısıyla da suçluluk duygusu uyandırır.” Çiftdüşünün bu bilinçsiz yanı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün pek çok okurunu, çiftdüşün yönteminin Ruslar ve Çinliler tarafından kullanıldığına, buna karşılık kendilerine çok yabancı bir şey olduğuna inanmaya yöneltecektir. Oysa bu, birkaç örnekle de ortaya koyabileceğimiz gibi, bir yanılsamadır. Biz Batı’dakiler, “özgür dünya”dan söz ederken, buna yalnızca ABD’de ve İngiltere’deki özgür seçimlere ve ifade özgürlüğüne dayanan sistemleri değil, aynı zamanda Güney Amerika’daki diktatörlükleri (en azından var oldukları sürece böyle yaptık) ve Franco ile Salazar’ın diktatörlüklerini, Güney Afrika, Pakistan ve Habeşistan’daki çeşitli diktatörlük biçimlerini de katıyoruz. Özgür dünyadan söz ettiğimizde, aslında, bu iki sözcüğün karşılığı olan siyasal özgürlüğe sahip devletleri değil de Rusya’ya ve Çin’e karşı olan bütün devletleri kast ediyoruz. İnsanın iki çelişik inancı zihninde aynı anda bulundurabilmesi ve ikisini de kabullenebilmesinin günümüzdeki bir başka örneği de silahlanmayla ilgili tartışmamızdır. Gelir ve enerjimizin önemli bir bölümünü termonükleer silahların yapımına harcıyoruz ve bu silahların bir gün patlayarak nüfusumuzun (ve düşmanın nüfusunun da) üçte birini, yarısını ya da büyük bir bölümünü yok edebileceğini aklımıza bile getirmiyoruz. Kimileri daha da ileri gidiyor; örneğin, bugün atom stratejisi konusunda en etkili yazarlardan biri olan Herman Kahn diyor ki: “… başka bir deyişle, savaş korkunçtur, bu tartışılmaz, ama barış da korkunçtur; o yüzden, bugün yapmakta olduğumuz hesaplarla, savaşın korkunçluğu ile barışın korkunçluğunu kıyaslamak ve hangisinin daha korkunç olduğunu görmek yerinde olacaktır.”3

Kahn, termonükleer savaşın altmış milyon Amerikalının yok olması anlamına gelebileceğini kabul ediyor, ama böyle bir durumda bile “ülkenin hızla ve güçlü bir biçimde toparlanacağını” ve “sağ kalanların ve onların torunlarının normal ve mutlu yaşamlarının”4 termonükleer savaş faciası tarafından kösteklenmeyeceğini söylüyor. Bu görüşe göre; a) savaşa, barışı korumak için hazırlanırız; b) savaş patlak verse, Ruslar bizim nüfusumuzun üçte birini öldürse ve biz de onların nüfusunun üçte birini öldürsek (keşke daha fazlasını öldürebilsek) bile, insanlar ondan sonra yine mutlu mesut yaşayacaklardır; c) yalnızca savaş değil, barış da korkunçtur ve savaşın barıştan ne kadar daha korkunç olduğunu incelemek gerekir. Böyle bir akıl yürütmeyi kabul edenlere “aklı başında” denilmektedir; iki milyon ya da altmış milyon kişi ölse de Amerika’ya temelde bir şey olmayacağından kuşku duyanlar “aklı başında” değildir; böylesi bir yıkımın siyasal, psikolojik ve manevi sonuçlarına dikkat çekenlerin “gerçekçi olmadıkları” söylenmektedir.

Gerçi burası, silahsızlanma sorunu üstüne uzun uzadıya tartışmanın yeri değil; ama bunlar, Orwell’ın kitabının, “çiftdüşün”ün yalnızca gelecekte ve diktatörlüklerde olabilecek bir şey değil, daha şimdiden bizde olan bir şey olduğunun anlaşılması için verilmesi gereken örneklerdi.

Orwell’ı tartışırken karşımıza çıkan bir başka önemli nokta da “çiftdüşün” ile yakından bağıntılı: Zihin başarılı bir biçimde yönlendirildiğinde, insan artık düşündüğünün tersini söylemez, doğru olanın tersini düşünür. O yüzden de, örneğin, bağımsızlığından ve dürüstlüğünden tümüyle vazgeçmişse, kendini devlete, partiye ya da şirkete ait bir şey olarak görüyorsa iki kere iki beş eder ya da “Kölelik Özgürlüktür” ve kendini özgür hisseder, çünkü gerçek ile yalan arasındaki ayrımın ayırdında değildir artık. Bu, özellikle ideolojiler için geçerlidir. Tıpkı ellerindeki tutuklulara işkence eden Engizisyoncuların Hıristiyan sevgisi adına davrandıklarına inandıkları gibi, Parti de, “sosyalist hareketin başlangıçta savunduğu tüm ilkeleri yadsır ve ayaklar altına alır, üstelik bunu sosyalizm adına yapar.” Sosyalizmin içeriğinin tersyüz edilmiş olmasına karşın, insanlar ideolojinin ne diyorsa o olduğuna inanırlar. Bu açıdan Orwell’ın sosyalizmin Rus komünizmi tarafından çarpıtılmasına gönderme yaptığı açıktır; ama Batı’nın da benzer bir çarpıtmadan sorumlu olduğunu eklememiz gerekir. Toplumumuzu serbest girişimin, bireyciliğin ve idealizmin egemen olduğu bir toplum olarak sunarız, oysa gerçekte bunların çoğu lafta kalır. Biz, esas olarak bürokratik bir nitelik taşıyan ve tinsel ve dinsel kaygılarla biraz hafifletilmiş bir materyalizmle harekete geçirilen, merkezi olarak yönetilen bir endüstri toplumuyuz. Bununla bağıntılı bir “çiftdüşün” daha var: Atom stratejisini tartışan bazı yazarlar, öldürmenin Hıristiyanlık açısından öldürülmek kadar, hatta öldürülmekten de kötü olduğu olgusuna takılıp tökezliyorlar. Okuyucu, kendi “çiftdüşün”ünün yeterince üstesinden gelebilirse, Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te betimlediği toplumda günümüz Batı toplumunun daha pek çok özelliğini bulacaktır.

Orwell’ın çizdiği resim, hiç kuşkusuz, iç karartıcıdır; hele, Orwell’ın kendisinin de belirttiği gibi, bunun yalnızca düşmanın değil, tüm bir insan soyunun da yirminci yüzyıl sonlarındaki resmi olduğunun ayırdına varırsak. İnsan bu resme iki türlü tepki gösterebilir: ya daha da umutsuzluğa kapılarak ve boyun eğerek ya da hâlâ geç kalınmadığını bilerek ve daha büyük bir açıklıkla ve yüreklilikle karşılık vererek. Sözünü ettiğimiz olumsuz ütopyaların üçü de hem insanı tümüyle insanlıktan çıkarmanın hem de yaşamın sürüp gitmesinin olanaklı olduğu bir resim koymaktadır ortaya. Bu varsayımın doğruluğundan kuşku duyulabilir ve insanın insani özü yok edilirken aynı zamanda insanlığın geleceğinin de yok edilebileceği düşünülebilir. Bu duruma getirilmiş insanlar insanlıktan o denli çıkarılmış ve o denli ruhsuzlaştırılmış olacaklardır ki, ya birbirlerini yok edecekler ya da can sıkıntısı ve kaygılar içinde yaşamaktan ölüp gideceklerdir. Eğer Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün dünyası yeryüzünün egemen yaşama biçimi olacaksa, dünyamız bir deliler dünyasına dönüşecek, yaşanabilir bir dünya olmaktan çıkacaktır (Orwell bunu, Parti önderinin gözlerindeki delice parıltıdan söz ederek çok ustaca vurguluyor). Hiç kuşkum yok ki, Orwell da, Huxley de, Zamyatin de bu cinnet getirmiş dünyanın gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunda diretmek istemiyorlardı. Tam tersine, çok açıktır ki, Batı kültürüne kök salmış olan hümanizm ruhu ve vakarın yeniden doğuşunu sağlayamazsak sonumuzun nereye varacağını göstererek bir uyarıda bulunmak istiyorlardı. Öbür iki yazar gibi Orwell da insanın insanlar gibi hareket eden makineler yaptığı ve makineler gibi hareket eden insanlar geliştirdiği yönetsel sanayi sisteminin, insanların nesnelere dönüştükleri ve üretim ve tüketim sürecinin bir eklentisi olup çıktıkları bir insansızlaştırma ve tam bir yabancılaşma dönemine yol açtığını imlemektedir.5 Üç yazar da bu tehlikenin yalnızca Rusya’daki ya da Çin’deki komünizmde var olmadığını, modern üretim ve örgütlenme biçiminin özünde var olan, çeşitli ideolojilerden görece bağımsız bir tehlike olduğunu imlemektedir. Öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi Orwell da bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır – ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin; bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitirecekleri gibi, “çiftdüşün” yüzünden bunun ayırdına bile varamayacakları bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin kavranmasıyla gerçekleşebileceğini öğretir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır; okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yetinir ve bizi de [Batı] kast ettiğini görmezse çok yazık olur.

Erich Fromm Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Sonsöz, Türkçesi: Celâl Üster, Can Yayınları


1 Jack London’ın, Amerika’da faşizmle ilgili öngörüsü Demir Ökçe’nin, modern olumsuz ütopyaların ilki olduğunu eklemek gerekir. 2 Bu iktidar tanımı için bkz. Erich Fromm, Escape from Freedom, New York: Rinehart & Co., Inc., 1941. Ayrıca, Simon Weil’in tanımına göre iktidar, yaşayan bir insanı bir cesede, yani bir şeye dönüştürme gücüdür. 3 H. Kahn, On Thermonuclear War, Princeton: Princeton University Press, 1960, s. 47. 4 a.g.e., s. 74. 5 Bu sorunun ayrıntılı çözümlemesi için bkz. Erich Fromm, The Sane Society, New York: Rinehard & Co., Inc., 1955.

ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA: ZAMAN MÜTTEFİKİMİZ DEĞİL BİZİM, YARGICIMIZ – AMIN MAALOUF

Temmuz 1952 darbesinin ertesinde, dünyanın görünümü de onun düşüncelerini destekler gibiydi. Bütün bakışlar o dönemde İran’a çevrilmişti: İsviçre’de eğitim görmüş bir hukukçu, en az Nâsır kadar yurtsever olan, ama çoğulcu bir demokrasiden yana tavır sergileyen İran başbakanı Musaddık, İngiltere-İran Petrol Şirketi’yle kapışmaktaydı. Şirket o sırada devlete pek küçük bir pay ödüyor, bu payı da canının istediği oranda, kendisi belirliyordu. Musaddık gelirlerin yarısının ülkesine verilmesini istedi. İstediğini elde edemeyince, şirketin ulusallaştırılması konusunu parlamentoda oya sundu. İngilizlerin buna yanıtı korkutucu biçimde etkiliydi. İran petrolüne dünya çapında bir ambargo koyuldu, kimse artık bu petrolden almaya cesaret edemiyordu; ülke, çok kısa bir süre içinde, her türlü kaynaktan yoksun kaldı, ekonomi tıkandı. Mısır devriminin ilk yılı boyunca, zavallı Musaddık’ın diz çöktüğüne tanık olunacaktı; Ağustos 1953’te de yönetimden uzaklaştırıldı. Kısa bir süre için kendi isteğiyle ülkesinden ayrılmış olan şah da, bunun üstüne yeniden güçlenmiş durumda geri dönüp yirmi beş yıl ülkeyi yönetti.

İşte o yaz Mısırlı Hür Subaylar gencecik kralı tahttan indirmeye, anayasaya dayalı bir monarşiden vazgeçmeye ve otoriter bir cumhuriyet kurmaya karar verdiler.

Bir kararı etkileyebilecek ya da bir çatışmayı tetikleyebilecek bütün öğeler gözden geçirildiğinde, sonucu nedene bağlayan düz bir çizgi çizilemez asla. Nâsır’ın, Mısır devriminin yönünü belirleyen ve aynı zamanda, geniş ölçüde, Arap ulusalcılığını önce zirveye tırmandırıp ardından da uçuruma yuvarlayan seçimlerini anlayabilmek için, birçok verinin hesaba katılması gerekir. Kesinlikle ikincil bir önem taşımayan kişisel etkenin dışında, o yıllarda meydana gelen çeşitli gelişmeler de göz önünde bulundurulmalıdır; bunlardan bazıları doğrudan Soğuk Savaş’ın sürmesine, bazıları da eski Avrupa sömürge imparatorluklarının parçalanmasına ve genelde Batı karşıtı, tek partili Sovyetleri ve ekonomik güdümcülüğü kendine örnek alan ulusalcı bir Üçüncü Dünyacılığın ortaya çıkışma bağlıdır.

Nâsır, kuramsal olarak, başka bir yolu izlemeye karar verebilirdi. Olaylara bakıldığında, o zamanın düşünce tarzları ve güç ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda, bunun zorlu ve tehlikeli olduğu görülüyordu.

Nâsır, 1956’da, Süveyş Bunalımı sırasında Arap halkının gözbebeği haline geldi; çünkü Batılı sömürgeci güçlere meydan okuma yürekliliğini göstermiş ve bu mücadeleden galip çıkmıştı.

O yılın Temmuz ayında, İskenderiye’de devrimin dördüncü yılı kutlamaları için düzenlenen bir toplantıda, birdenbire, radyodan canlı yayınlanan bir konuşma yapıp Süveyş Kanalı’ndaki, ülkesine yabancıların el koyuşunun simgesi durumundaki Fransız-İngiliz Petrol Şirketi’nin ulusallaştırıldığını duyurdu. Onu dinleyenler kendilerinden geçmişlerdi, bütün dünya şoktaydı; Londra ve Paris’te kıyamet kopuyor, soygundan, savaştan söz ediliyor ve uluslararası ekonominin karışabileceği söyleniyordu.

38 yaşındaki genç Mısırlı albay, kısa sürede dünya sahnesinin ön planına taşınmıştı. Sanki bütün dünya onun yandaşlarıyla muhalifleri arasında bölünmüş gibiydi. Bir tarafta, Üçüncü Dünya halkları, bağlantısızlar hareketi, Sovyet bloku ve Batılılar arasındaki, gerek ilkesel nedenlerden ötürü gerekse harcamaların durdurulması için sömürgecilik dönemine bir son verilmesini isteyen, sayıları gittikçe artan kesim; diğer tarafta da, İngiltere, Fransa ve İsrail; ve Nâsır’ın kendi ülkelerindeki istikrarı bozabileceğinden çekindiklerinden onlara gizliden gizliye destek olan bazı muhafazakâr Arap liderleri; bunlar arasından Irak Başbakanı Nuri Said Paşa, İngiliz meslektaşı Anthony Eden’a şunu öğütlemişti: “Hit him! Hit him now, and hit him hard! ” “Vurun ona! Şimdi vurun ve sert vurun! ” Herkes Musaddık’ın acılı yazgısını hâlâ anımsıyordu ve Mısır liderinin de aynı şekilde

cezalandırılmayacağı pek akla yatkın gelmiyordu. Bunun nedeni hem Batı’nın bu önemli deniz yolunun denetimini korumak istemesi hem de bu cezanın örnek oluşturacak olmasıydı.

Gerçekten de, “ona sert vurma” kararı verildi. Ekim sonunda, iki kanattan harekete geçildi: İsrailliler Sina Yarımadası’na bir kara saldırısı düzenledi, kanal bölgesine de paraşütle İngiliz ve Fransız komando birlikleri indirildi. Nâsır askeri açıdan yenilgiye uğramıştı; ama siyasal açıdan, özellikle ne kendisinin ne de düşmanlarının öngörebildiği bir tarihsel rastlantı sayesinde zafer kazanacaktı.

Aslında, tam da Paris ile Londra’nın Kahire’ye saldırının habercisi olacak ültimatomu verdiği gün, Imre Nagy yönetimindeki yeni Macar hükümeti çoğulcu demokrasiye döndüğünü ilan etmiş, böylece Moskova’nın hegemonyasına karşı açık bir isyan başlatmıştı. Tarih 30 Ekim 1956, Salı’ydı. Bunu izleyen günlerde, birbirine koşut iki dramatik olay meydana geldi: Royal Air Force, Kahire Havaalanı’nı bombalarken, Fransız ve İngiliz paraşütçüleri Port Said’e inerken, Sovyet zırhlı birlikleri Budapeşte’deki öğrenci gösterilerini kana bulamaya başlamışlardı.

Bu iki olayın aynı zamana denk gelmesi en çok Washington’ı kızdırdı. Başkan Eisenhower ve Dulles kardeşlerin -Dışişleri Bakanı John Foster ve CIA Başkanı Ailen- komünizmi can düşmanı belleyen yönetimi, Macaristan’daki olayları dünyadaki iki blok arasındaki çekişmede önemli bir evre olarak değerlendiriyordu. Gerçekten de Sovyet yöneticiler şaşkınlık içindeydi; Stalin’e özgü yöntemleri bırakma girişimleri şimdi onlara karşı dönmüştü; Merkez ve Doğu Avrupa’da egemenliklerini korumak için, şiddete başvurmaktan başka seçenekleri kalmamıştı. Tek başına kalmalarını sağlamak, uluslararası sahnede inandırıcılıklarını ortadan kaldırmak ve onlara esaslı bir siyasal bozgun yaşatmak için elverişli bir fırsattı bu.

Tam da bu sırada Mısır’a saldıran İngilizler, Fransızlar ve İsrailliler, dünyanın bakışlarını Sovyetlerin cezalandırmaya yönelik saldırısından başka tarafa çevirme olasılığı yaratmışlardı beklenmedik şekilde. Amerikalılar köpürüyordu. Daha yazın müttefiklerine Mısır saldırısına izin vereceklerini söylerlerken, şimdi yana yakıla durmalarını, operasyonu iptal etmelerini ve birliklerini geri çağırmalarını istiyorlardı. Süveyş daha sonra konuşulacak işti!

Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere, Eden geri çekilemezdi artık, bunu istemiyordu da zaten. Washington’dan gelen ısrarlı talepler onu etkilemiyordu. Her zaman huysuzluk eden o müttefiklerini iyi tanıdığına inanıyordu. Önce ayak sürürler, müdahale etmemek için bahaneler uydururlardı; ilk başta İngilizlerin oraya gitmesi, onları cesaretlendirmesi, teşvik etmesi gerekiyordu. Sonrasında Amerikalılar işe koyulacaklar ve herkesten daha iyi savaşacaklardı. Onları Hitler’in savaşma sokmak için Churchill az mı ter dökmüştü! O dönemde, Amerika savaşa katılana dek, İngiltere’nin iki buçuk yıl boyunca, neredeyse tek başına dayanması gerekmemiş miydi? İran bunalımında da, aynı şey yinelenmişti. Amerikalılar kendi başlarına bırakılsalar, Musaddık hükümetine de, petrolün ulusallaştırılmasına da pekâlâ razı olurlardı; hem zaten o konuda İngiltere’den İranlıların ulusal isteklerini göz önünde bulunduran bir uzlaşmayı kabul etmesini istemişlerdi. O zaman da, Churchill’in, Eden’ın ve daha birçok sorumlunun Beyaz Saray’a ve Dışişleri Bakanlığı’na gidip Amerikalıları harekete geçmeye ikna etmek için dil dökmeleri, kanıtlar ortaya koymaları gerekmişti. Ardından, bir kez daha, onların müdahalesi kesin sonuca götürmüştü; hatta Musaddık’ın devrilmesini etkin biçimde düzenleyen de Amerikalılar olmuştu. Süveyş davasında da aynı şey olacak, diye düşünüyordu Eden. Washington komünizme karşı verilen savaşın ister Mısır’da, Macaristan’da, İran’da olsun, isterse Kore ya da başka bir yerde, her zaman aynı olduğunu anlayacaktı önünde sonunda.

Başbakan son derece yanılıyordu. Amerikalıların, atıldığı serüvende onu izlemeye niyetlerinin olmaması bir yana, kendisine o kadar kızıyorlardı ki, toplum önünde onu aşağılamaya kadar vardıracaklardı işi. O küçük aptal savaşının, Sovyetlerin ekmeğine yağ sürdüğünü anlamaması yüzünden, düşman gibi davranacaklardı Eden’a; bu, İki yüzyıldır Washington ile Londra arasında görülmemiş bir şeydi. Amerikan Hâzinesi yoğun biçimde İngiliz parası satışına başladı, bu da onun kurunun düş-meşine yol açtı; kimi Arap ülkeleri de Mısır’la dayanışma içinde Fransa ile İngiltere’ye petrol vermeyi kesince, ABD bu ülkelerin petrol eksiğini gidermeyi reddetti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Amerikan heyeti askeri operasyonların durdurulmasını gerektiren bir çözüm önerisine destek çıktı; Paris ile Londra veto ettiğinde de, aynı öneri Genel Kurul’a sunuldu ve büyük çoğunlukla kabul edildi. Kanada ve Avustralya gibi İngiliz Milletler Topluluğu’nun önemli ülkeleri bile Eden’ın onların desteklerine güvenmemesi gerektiğini belli etmişlerdi.

İngiliz hükümetinin lideri ve Fransız meslektaşı Guy Mollet, en sonunda pes edip birliklerini geri çağırdılar. Bölgedeki askeri başarılarına karşın, kesin bir siyasal bozgun yaşamışlardı. İki Avrupalı güç, hâlâ dünya çapında imparatorluklara sahipmiş gibi davrandığından, yıkıcı bir tokat yemişti. Süveyş Bunalımı sömürge çağının bitişinin işaretiydi; artık başka güçlerle, başka bir dönemde yaşanılıyordu ve oyunun kuralları değişmişti.

Bu köklü değişimi başlatan kişi olan ve bu güç yarışından galip çıkan Nâsır, kısa sürede, dünya sahnesinde çok önemli bir figür halini aldı; Araplar için de, tarihlerindeki en büyük kahramanlardan birine dönüştü.

Nâsır dönemi uzun sürmedi. Genel olarak hesaplanırsa, Temmuz 1952’den Eylül 1970’e, demek ki darbesinden ölümüne kadar on sekiz yıl; yok eğer Arap halklarının topluca kendisine inandıkları süreyle kısıtlı kalınırsa, Temmuz 1956’dan Haziran 1967’ye, yani Süveyş Kanalı’nın ulusallaştırılmasından Altı Gün Savaşı’na kadar on bir yıl.

Bir altın çağ mıydı bu? Bilançosuna bakılırsa kesinlikle hayır, çünkü Mısır devlet başkanı ülkesini az gelişmişlikten kurtaramamış, çağdaş siyasal kurumlar oluşturamamış, diğer devletlerle birleşme tasarıları hep başarısızlığa uğramış ve bütün bunlara bir de İsrail karşısında aldığı büyük askeri yenilgi eklenmişti. Öte yandan, Arapların o yıllara ilişkin izlenimleri hâlâ aynıydı: Güçsüz, anlamsız ve küçük görülen figüranlar değil de, kendi tarihlerinin oyuncuları olmuşlardı bir süreliğine ve kendilerini özdeşleştirdikleri bir liderleri vardı. Övgülere boğulan bu lider, demokrat olmamasına, bir askeri darbeyle başa geçmesine ve hileli seçimlerle iktidarda kalmasına karşın, kendi ülkesinin sınırlarının dışında bile meşru görülürken, ister en eski hanedanların mirasçısı olsunlar, hatta isterse Peygamber’in soyundan gelsinler, ona karşı olan liderler hiç de meşru gelmiyordu halklara.

Araplar Nâsır’la birlikte onurlarına yeniden kavuştuklarını, öteki ulusların arasında yeniden başları dik biçimde yerlerini aldıklarını hissediyorlardı. O zamana dek, kuşaklardır, hatta yüzyıllardır, yaşamlarında bozgunlar, yabancı işgalleri, eşitsiz anlaşmalar, kapitülasyonlar, aşağılamalar ve dünyanın yarısını fethettikten sonra bunca alçalmanın utancı vardı yalnızca.

Her Arap içinde düşkün bir kahramanın ruhunu taşır ve kendisini hiçe sayanlara karşı intikam arzusuyla yanıp tutuşur. Birisi ona bunu vaat ederse, hem beklenti hem de güvensizlikle kulak kabartır ona. Ama kısmen ya da simgesel biçimde de olsa, bu fırsat sunulursa ona, coşar.

Nâsır kardeşlerinden yeniden başlarını dik tutmalarını istemişti. Onların adına, sömürge güçlerine meydan okumuş; onların adına, “üçlü saldırıya göğüs germiş; onlar adına, zafere ulaşmıştı. Bu durum, anında coşkunluk yaratmıştı. On milyonlarca Arap yalnızca onu görüyor, yalnızca onu düşünüyor, yalnızca onun adına ant içiyordu. İnsanlar bütün dünyaya karşı onu desteklemeye, hatta kimi zaman onun için ölmeye hazırdı. Elbette, gözleri kapalı biçimde, bıkıp usanmadan alkışlıyor, adını haykırıyorlardı. Başarı kazandığında, arkasından hayır duaları ediyorlar; başarısızlığa uğradığındaysa, onun düşmanlarını lanetliyorlardı.

Gerçekten de, yükselişler ve düşüşler yaşandı; Nâsır yılları, şimdi bakıldığında hareketli bir satranç partisini andırıyordu, öyle ki oyuncular önce bir haneyi işgal ediyor, sonra baskı karşısında oradan çekiliyor, derken biraz sonra yeniden o haneyi ele geçiriyor, bazen önemli bir taşını yitiriyor, ama çok geçmeden rakibinin de önemli bir taşını alıyordu; bu da beklenmedik bir “mat”a yol açacak son hamleye dek sürüyordu.

Örneğin, Şubat 1958’de, Süveyş Savaşı’ndan tam on beş ay sonra, Nâsır galip biçimde Şam’a girdi; Suriye’de halk onu öyle seviyordu ki ülkeyi yönetenler iktidarı ona bırakmaya karar vermişlerdi. Güneydeki yönetim bölgesi Mısır, kuzeydeki yönetim bölgesi de Suriye olan bir “Birleşik Arap Cumhuriyeti” kuruldu. Eski Arap birliği düşü gerçekleşme yolundaydı sanki. Daha da iyisi, büyük Nâsır cumhuriyeti, Selahaddin Eyyubi’nin sekiz yüzyıl önce kurduğu krallığı anımsatıyordu her haliyle; Selahaddin Eyyubi 1169’da Kahire’de iktidara geçmiş, 1174’te de Şam’ı fethetmişti, böylece Kudüs’teki Frank Krallığını kıskacına almıştı. Bu arada, Selahaddin Eyyubi’nin lakabı da “Nâsır”, yani “zafere ulaştıran”dı.

Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşunu izleyen aylarda, Beyrut’ta, Süveyş Bunalımı sırasında Fransızlar ile İngilizlere destek olmakla suçlanan Devlet Başkanı Şamun’a karşı bir ayaklanma patlak verdi; başkanın istifası isteniyordu, bazı Nâsırcılar Lübnan’ın Mısır-Suriye Devleti’ne bağlanmasını önermeye kadar vardırdılar işi. Birçok başka ülkede de az ya da çok şiddetli ulusalcı kargaşalar çıkmaya başlamıştı.

Her ikisi de 23 yaşındaki ve aynı Haşimi hanedanından gelen iki gencecik hükümdarın yönettiği, Batı yanlısı Irak ve Ürdün krallıkları bu meydan okumalara karşılık olarak, kendileri de birlikçi bir Arap krallığı kurmaya karar verdiler. Ama bu “karşı-birlik” ancak birkaç hafta ayakta kalabildi; 14 Temmuz 1958’deki kanlı bir darbe, Irak monarşisini alaşağı ederek bu tasarıyı sona erdirdi; bütün kraliyet ailesi öldürüldü ve Nâsır’ın eski düşmanı Nuri Said Paşa Bağdat sokaklarında kalabalık tarafından linç edildi.

Nâsırcı ulusalcı dalga “Okyanus’tan Körfez’e”, hızla bütün Arap âlemini kaplayacak gibiydi. Domino kuramının böylesi bir ritimde işlediğine daha önce hiç tanık olunmamıştı. Bütün tahtlar sallanıyordu, krallar her an düşürülme korkusuyla yaşıyorlardı, özellikle Kral Hüseyin zavallı Iraklı kuzenininkine benzer bir yazgıyla karşılaşmaktan endişeleniyordu.

Washington ve Londra 14 Temmuz’da bir toplantı yaptılar ve doğrudan tepkilerini ortaya koymaya karar verdiler. Hemen ertesi gün, Amerikan donanması Lübnan kumsallarına yanaştı; iki gün sonra, İngiliz komandoları Ürdün’e çıktı. Bu, Nâsır’a, bir adım daha atarsa, Batı’yla doğrudan askeri çatışmaya gireceğini göstermenin bir yoluydu.

Bu karşılık, istenilen etkiyi yarattı. Ulusalcı dalgada bir gerileme yaşandı. Lübnan’daki ayaklanma yoğunluğunu yitirdi ve Başkan Şamun görev süresinin sonuna dek başta kaldı. Ürdün’de, Kral Hüseyin devrilmedi; daha birçok çeşitli tehlikeye göğüs germesi gerekecekti -askeri ayaklanmalar, kendisine ve yakınlarına karşı düzenlenen suikastlar-, ama bu ilk saldırıyı atlattıktan sonra, tahtını korumayı başaracaktı.

Nâsır ise bunun üstüne iki ciddi başarısızlığa daha uğrayacaktı. Irak’ta, darbenin mimarları içinde Kahire’yle aynı çizgiyi izlemek isteyenler ile ondan ayrılmak isteyenler arasında kısa süre içinde çatışmalar yaşanmaya başlanmıştı, sonuçta da reisin dostları yenilgiye uğratılmış ve bertaraf edilmişti. Yeni rejimin güçlü ismi General Abdülkerim Kasım, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmak yerine, bütünüyle Irak’a özgü ve açıkça sola dönük bir devrimin sözcüsü süsü verdi kendine. Böylece, çok geçmeden, Nâsır’ın amansız düşmanı haline geldi ve bu iki adam arasında ölümüne bir mücadele başladı. 7 Ekim 1959’da, Bağdat’ın göbeğinde, Kasım’ın zırhlı arabası kurşun yağmuruna tutuldu. General hafif sıyrıklarla çıktı arabadan; bacağından yaralanan saldırgan kaçıp Suriye topraklarına sığınmak üzere sınırdan geçmeyi başardı. 22 yaşındaki ulusalcı bir militandı bu, adı da Saddam Hüseyin’di.

Öteki başarısızlığı Nâsır için daha da yıkıcı oldu. 28 Eylül 1961 sabahının ilk saatlerinde, Şam’da bir askeri darbe oldu. Kahire’yle olan birliğin sona erdiği duyuruldu, Suriye yeniden bağımsız olacaktı. Arap ulusalcıları bu eylemi “ayrılıkçı” olarak niteleyip darbecileri sömürgecilere, Siyonizm’e, gericiliğe ve petrol üreticisi monarşilere uşaklık etmekle suçladılar. Ama o dönemde Suriye halkının Mısır egemenliğine katlanmakta gitgide daha zorlandığını herkes biliyordu, çünkü Mısır özellikle gizli servisler aracılığıyla çalışmalar yürütüyordu. Şam da, tıpkı Bağdat gibi, İslam âleminin tarihi başkentlerinden biridir; Bağdat, Abbasi halifesinin başkentiyken, Şam da Emevi halifesininkidir. Her iki kent de Kahire’yle kardeş olmak istiyordu, ama onun uşağı olmayı kabul edemezlerdi. Halk arasında, özellikle Nâsır’ın ulusallaştırma girişimlerinin büyük zarar verdiği kent burjuvazisinde ve toprak sahiplerinde buna benzer duygular hâkimdi.

Mısır reisinin yıldızı geri dönüşü olmayan biçimde sönüyor gibiydi. Kuşkusuz Arap ülkelerinin çoğunluğunda halkın hâlâ gözdesiydi. Ama bölgedeki ve Batı’daki rakipleri artık daha rahat soluk alıyor, başlangıçtaki ulusalcı dalganın geride kaldığını düşünüyorlardı.

Derken, dalga yeniden kabardı, üstelik eskisinden daha güçlü ve daha yoğun biçimde.

1962 yazında, bağımsız Cezayir’in başına Nâsır’ın ateşli bir hayranı olan Ahmed Ben Bella geçti. Eylül’de, Mısır örneğinden esinlenen “Hür Subaylar” Yemen imamlarının gerici mi gerici monarşisini devirdiler; cumhuriyet ilan edildi, Nâsır da bu ülkeye gereken her türlü yardımı yapacağına söz verdi; kısa süre sonra, binlerce Mısır askerinin Arap Yarımadası’nın güneyine çıktığı görüldü, petrol üreticisi monarşileri korkudan türetmişti bu durum.

8 Şubat 1963’te, Arap ulusalcı subaylar Bağdat’ta yönetime el koydular; Kasım hemen idam edildi, cesedi de televizyonda gösterildi; Nâsır’ın sadık müttefiki Abdüsselam Arif yeni devlet başkanı oldu. Bir ay sonra, 8 Mart’ta, buna benzer bir darbe de Şam’da gerçekleşti, “ayrılıkçılığa” son verildiği duyuruldu; Mısır ve Irak’la, belki ayrıca Yemen, Cezayir’le ve neden olmasın, yarın da Lübnan’la, Libya’yla, Kuveyt’le, Sudan’la, Arabistan’la vb. birleşmek isteniyordu artık.

Birdenbire, birkaç ayda, Nâsır’ın Arap birliği düşü dirilmiş gibiydi, üstelik şimdi hiç olmadığı kadar canlıydı. Iraklı ve Suriyeli yeni yetkililer, tasarısı 17 Nisan 1963’te görkemli biçimde ilan edilen yeni birliğin koşulları üstünde uzlaşmak üzere Kahire’ye gittiler. Böylece, üç büyük imparatorluk başkentini -Kahire, Bağdat, Şam- bir araya getirecek güçlü bir Arap devleti kurulacaktı. Arap ulusalcılığı daha önce eşine rastlanmamış bir zaferin arifesinde görünüyordu. Yandaşları coşkulu, rakipleri telaşlıydı. Ama iki taraf da o dönemde çözülmenin ne kadar yakın olduğunu hayal bile edemezdi.

Dalganın yeniden gerilemesi en az kabarması kadar hızlı olacaktı. Yeni birlik üstünde uzlaşmayı izleyen haftalarda, Kahire görüşmelerinin aslında çok kötü geçtiği öğrenildi. Aynı Panarap partiye, Baas’a -“Yeniden Doğuş”- bağlı Suriyeli ve Iraklı yetkililer, Nâsır’ın yeni devletin başkanı olacağı ama bölgede asıl iktidarı onlara bırakacağı bir ortaklıktan yanaydılar, İlk birleşme girişimindeki hataları anımsayarak, ülkelerinin Mısır liderinin emirlerine uyacak bir tür kral naibi tarafından yönetilmesini istemiyorlardı. Nâsır ise ne güvendiği ne de yakınlık duyduğu bu Baasçıların egemenliğindeki bir devletin kâğıt üstündeki başkanı olmaya hiç niyetli değildi. Evet, iki hükümet darbesinin mimarıydılar belki, ama Arap birliğinin bayrağını taşıyan asıl kendisiydi, Nâsır’dı, halklar onunla özdeşleştiriyorlardı kendilerini, başlarına onun geçmesini istiyorlardı, başkasının değil. Bu uyuşmazlık, kısa sürede, şiddetli bir çekişmeye dönüştü; Bağdat’taki düello geçici olarak Mısır devlet başkanının lehine sonuçlandı; ama Suriye’de Nâsırcılar Baasçılara karşı ayaklandığında, isyan kan dökülerek bastırıldı; yüzlerce kişi öldü.

Yemen’de, Suudi Arabistan’dan yardım alan kralcılar yeni cumhuriyet rejimine şiddetle karşı çıkıp görevdeki Mısır birliğini güç duruma düşürmeyi başardılar; girişilen serüven askeri, mali ve ayrıca, bazı askerlerin “kurtarıcı” gibi değil de, işgalci, hatta kimi zaman yağmacı gibi davranmalarından ötürü manevi açıdan da felakete dönüşmüştü.

Nâsır’a bir darbe daha: Haziran 1965’te, dostu Ben Bella askeri bir darbeyle düşürüldü; yeni Cezayir Devlet Başkam Huari Bumedyen kısa sürede Kahire’yle arasına mesafe koydu.

Amin Maalouf Çivisi Çıkmış Dünya Uygarlıklarımız Tükendiğinde Çeviren: Orçun Türkay

BENDE GÖRSÜN ASIM BEY – AZİZ NESİN

Bir ilçede, genç bir memur olarak ilk göreve başladığım dairenin, müdürü, Asım Bey adında, babacan, iyiyürekli, güleç yüzlü, dünyaya boşvermiş, çok görmüş geçirmiş görünüşlü yaşlıca biriydi. Memurların kimisi ona, yüzüne karşı, beyefendi der, kimisi de Asım Bey derdi, ama hepsi de arkasından «Bende görsün Asım Bey» diye ondan sözediyordu. Bendegörsün lakabına kızıp kızmadığını bilmiyordum.

İlçelerdeki memurlar arasında, büyük kentlerde olduğu kadar üstlük, astlık ayırımı çok değildir. Küçük yerlerde herkes birbirini daha yakından tanıdığından üstler, astlarına tepeden bakıp pek öyle kasılmazlar.

Genellikle cumartesi geceleri, yarı kumarhane, yarı meyhane olan Şehir Kulübüne gidiyorduk. Bir akşam Şehir Kulübü’ndeydik. İçki sofrasında, bizim kısmın şefiyle iki de eski memur vardı. Söz bende görsün Asım Bey’den açılınca, şefe, neden bizim müdüre Bende görsün denildiğini sordum. Bilmem gereken, herkesin bildiği bişeyi bilmiyormuşum gibi, sofradakiler benim soruma şaştılar. Şef,

— Onu sen Asım Bey’in kendi ağzından dinlemelisin… dedi.

Memur arkadaşlardan biri de,

— O olayı kimse onun kadar tatlı anlatamaz… dedi.

Asım Bey’in bir büyük kentte çok önemli bir görevi varken, o kentte durmak istemeyip kendi isteğiyle bu küçük, kıyı ilçedeki bir küçük dairenin müdürlüğüne geldiğini anlatıp o konuyu kapadılar.

İlk memurluğum olan o dairedeki görevime başlayalı bir yıl oluyordu. Bir kızla evlenmek üzereydim. Kızın ailesi, nişanı, nikâhı, düğünü hep bir arada yapmak istiyordu. Oralarda bir kızla bir erkeğin arkadaşlığı çok kınandığından, ben evleneceğim kızla arkadaşlık edememiş, onu yakından tanıyamamıştım.

Bigün dairede bir yazıyı imzalatmak için müdürün odasındaydım. Bendegörsün Asım Bey, masasına koyduğum kâğıttan başını kaldırmadan,

— Evleniyormuşsunuz diye duydum, öyle mi? dedi.

Ben bir küçük memurdum. Müdürle de o kadar az karşılaşıyorduk ki, böyleyken benim evleneceğimi duymuş olmasına, benimle ilgilenmesine şaştım.

— Daha kesin değil müdür bey, ama düşünüyorum… dedim.

Gözlük camlarının üstünden bana bakarak,

— Kız kimin nesi? diye sordu. — Tanımazsınız efendim, dedim, buralı bir ailenin kızı.

Gözlüğünü çıkardı. Önce bir «Yaa…» dedikten sonra ekledi:

— Bu akşam vaktin varsa yemeği birlikte yiyelim.

İltifatına teşekkür ettim,

— Emredersiniz, dedim.

— Rica ederim, dedi, akşam Şehir Kulubü’nde buluşalım.

Akşam Şehir Kulübü’nde buluştuk. Kalabalıktan uzak, salonun köşesinde bir masa seçti.

— Rakı içeriz, değil mi? dedi.

— Evet, dedim.

Bendegörsün Asım Bey’i tanıyan garson masamızı mezelerle donattı. İçmeye başladık. Asım Bey,

— Uzaktan seni izliyorum, iyi bir delikanlıya benziyorsun, dedi.

Dilimin döndüğünce, iltifatına lâyık olmaya çalıştığımı söyledim.

— Bana neden Bendegörsün Asım Bey dediklerini biliyorsun, değil mi? diye sordu.

— Bilmiyorum, dedim.

— Gerçekten bilmiyor musun, yoksa alınmayayım diye bilmezden mi geliyorsun?

— Gerçekten bilmiyorum efendim.

— Öyleyse anlatayım da dinle… Ama önce sen anlat. Evleneceğin kız nasıl bişey? Cevabı verilmeyecek bir soruydu bu. Ben susunca.

— Oldukça sıkıntı çeken bir ailenin kızıymış? dedi.

— Evet, dedim, ben küçük bir memurum…

Sözümü kesip,

— Gözü yükseklerde olmasın diye düşündün, dedi.

— Evet, dedim.

— Sende olanla yetinsin, dedin.

— Evet efendim.

— Gözü açılmamış olsun, dedin.

— Evet efendim. Bikaç kez pek şaşmış gibi «Allah allah…» dedikten sonra,

— Tıpkı bir zamanlar benim düşündüğüm gibi… Yalnız aramızda bir fark var; ben oldukça geç evlenmiştim, sen erken davranıyorsun. Çok iyi… dedi.

Boşalan kadehlerimizi doldurdu.

— Hadi bakalım, mutluluğunuz için. Bak, şimdi sana vereceğim öğüt, kulağına küpe olsun. Alacağın kız babasının evinde hangi cins, kaç paralık çorap giyiyorsa, babasının evinden senin evine nasıl bir çorapla gelmişse, sen de ona öyle çorap al. Sakın değiştirme. Aman bende görsün, memnun olsun diye sakın daha iyisini, daha pahalısını alma… Sonra benim gibi yanarsın.

Ne demek istediğini anlamamıştım ama, müdürün karşısındaki küçük memur alışkanlığıyla,

— Başüstüne efendim, dedim.

— Biliyorum, sen şimdi içinden «Ne münasebet!» dersin. «Ne diye karıma daha iyi çorap almayayım» dersin. Sakın haaa, alma! Bir çorap deyip geçme oğlum, herşey çoraptan başlıyor çünkü. Çorap derken iskarpin, iskarpin derken eşarp… Eşarp derken bluz…

Bir de bakıyorsun, karı elden gitmiş. Yaaaa! Ben de küçük bir memurdum, böyle senin gibi gencecik… Ama ben, dargelirli aylığımla kendime güvenip de evlenmedim, karımı mutlu edemem diye yıllarca bekâr kaldım. Eh, yıllar geçti aradan, yükseldim, aylığım arttı. Bir de küçük apartman dairesi satın aldım, kendime göre döşedim. Yaşım da oldu otuz sekiz.

Sıra geldi evlenmeye… O zamana kadar bilmezdim, meğer evlenmek için koca bekleyen o kadar çok kız, kadın varmış ki… Şaştım… Kimisi liseyi bitirmiş, kimisi üniversiteyi… İstersen okumamış ya da az okumuş ev kızı al. Sarışını, esmeri, beyazı, kumralı… Şişmanı, zayıfı, balıketlisi, tombulu, tombulcası… İçlerinde zengini de, zenginceleri de vardı. Hatta birinin sekiz daireli bir apartmanı bile vardı. Neyse uzatmayalım…

Hele doldur kadehlerimizi… Mutluluğun için! İnsan bir konuyla ilgilenmeyince, o konuyla ilgilenenleri bilemiyor. Ben de bu kadar çok kızın evlenmek için beklediğini, ancak evlenmeye karar verdiğim zaman anlayıp şaştım.

O zamanki kafamla şöyle düşündüm: Öyle bir kız alayım ki, yoksulca olsun, bende olanla yetinsin, gözü yükseklerde olmasın, herşeyi bende bulsun, bende görsün, gözü açılmamış olsun… Böylesini bulursam, gözü dışarda olmaz, bana bağlı olur diye düşündüm.

Benimle evlenmeye istekli onca kız içinden arayıp tarayıp, Sabiha adında, böyle birini seçtim. Yaşı yirmi bir. Ortaokulu bitirebilmiş. Öyle albenili, çarpıcı güzel değil, ama çirkin de sayılmaz, yüzüne bakılır, akça pakça…

Biz bununla evlendik. Çeyiz meyiz de getirmedi. Buna daha çok sevindim. «Sana şunu alayım Sabiha» diyorum. «Benim herşeyim var» diyor, «Yahu etme, Sabiha, bak, bunu alayım sana …«İstemem,» diyor, bir mendil, bir çorap bile aldırmıyor. «Benim öyle giyimde kuşamda gözüm yoktur; insanlık giyimle kuşamla değil» diyor… İşte kadın diye ben böylesine derim. Ben artık mutluluktan uçacağım.

Sabiha öyle ruj, rimel bilmez. Ojeymiş, Losyonmuş, pudraymış, onları da bilmez. Böyle bişey almaya kalksam, «Neden erkekler kendileri boyanıp süslenmiyor da, kadınlar makiyaj yapıyor; demek, erkekler kadınları süslü bebek olarak görmek istiyor» diye öyle akıllı akıllı konuşuyor ki, şaşar kalırsın… Hele incik boncuktan, küpeden kolyeden, yüzükten, bilezikten hiç hoşlanmaz. «Ben yamyam mıyım?» der, küpe filan takmaz.

Öyle pek okumamış ama okumuş yazmışlara taş çıkartır, sağduyusu var. Evet, bunca yıl bekâr bekledim, bekledim, ama en sonunda işte turnayı gözünden vurdum.

Altı ay kadar böyle geçti. Bigün onunla sokaktayız. Hiç olmazsa karıma bir çorap olsun alayını, şöyle iyi, pahalı, incecik bir çorap olsun, dedim. Yine istemem diye tutturdu. «Benim iki çift çorabım var» diyor. Yahu iki çift çorap da çorap var mı sayılır. Benim bile, erkekken, sekiz-on çift çorabım var… Sabiha’nın ayağındaki çorap da, en ucuzundan, kalın, koyu renk bişey…

«Sabihacığım, yavrum, bak bacakların çok güzel… Şu çoraptan alayım sana…»

Neyse, ben buna en pahalısından, incecik, ten rengi iki çift çorap aldım. Almamı istemedi ama, bir görsen, aldım diye de teşekkür teşekkür üstüne… Eh o sevindi diye ben de daha çok sevindim.

Gelgelelim, aradan bir ay geçti, iki ay geçti, yeni aldığım çorapları bitürlü giymiyor. Sanki atla deve almışım gibi, «Yeni aldığım çorapları giy!» de diyemiyorum. Kendikendime, herhalde böyle çoraba alışmamıştır da ondan, diyorum. Sonunda bigün,

— Neden yeni çoraplarını giymiyorsun Sabiha? dedim.

— Giyeceğim, giyeceğim ama… dedi, sözün sonunu getirmedi.

Ben üsteleyince söyledi. İki çift ayakkabısı varmış, biri hergünlükmüş, öbürü yabanlıkmış. Ama ikisi de iyi değilmiş. Yeni aldığım o incecik, ten rengi çorapla o eski ayakkabılar giyilemezmiş, uygun düşmezmiş.

— Öyle söylesene Sabihacığım, hemen çorabına uyan bir ayakkabı alalım.

İstemez falan diye mırın kırın etti ama, hemen o gün götürüp, kadın ayakkabıcılarının en büyüğünden Sabiha’ya en pahalı olan bir çift iskarpin aldım. Bir tanıdığımıza ziyarete gideceğimiz bigün, bitek gün. İşte o iskarpinle yeni çorabı giydi, bir daha giymedi. Nedenini sordum, utana sıkıla,

— Elbiselerim, yeni ayakkabımla çorabıma uymuyor da ondan… dedi.

Haa, anlaşıldı.

— Elbet hakkın var Sabiha’cığım.

Hemen o gün buna en iyisinden hazır bir takım elbise aldım, ayrıca bir elbiselik te çok güzel bir kumaş… Kumaşı da terziye verdik. Elbise yeni, iskarpin yeni, çorap yeni…

Benim Sabiha bir oldu, bir oldu. Ama yine her zaman yenilerini giymiyor. Nedenmiş?

— Herşeyin yaraşığı var şekerim, dedi, bu eski bluzla olmuyor ki…

Doğru Sabiha’ya biriki de bluz aldık. Bu kez,

— Eşarp, dedi, bu güzel takımıma uyan eşarp olmalı ki…

— İstediğin eşarp olsun Sabiha… Eşarpları da alınca, artık herşey tamam ya; Sabiha’da bir cansıkıntısı, bir cansıkıntısı…

— Neyin var Sabihacı’ğım?

— Vallahi söylemeye utanıyorum şekerim. Ben istemeden sen bana herşey aldın… Yalnız… Nasıl söyliyeyim, bilmem ki… Dışı seni, içi beni yakar, derler ya, işte ben öyle oldum. İççamaşırlarım, üstümdekilere hiç uymuyor.

— Üzüntün bundan mıydı Sabiha’cığım.. Hay Allah, söylesene canım… Bunca kadının kızın içinde ben neden Sabiha’yı seçip de aldım, herşeyi bende görsün, gözü başkalarında olmasın diye…

Hemen o gün işten çıkınca, Sabiha’cığımla doğru mağazalara … Belki bilirsin, belki bilmezsin; kadın iççamaşırı deyip de geçme haaa… Sabahlığı varmış, geceliği varmış, kombinezonu, kilotu, şusu busu, korsesi, sütyeni… Allah allah… Yahu, bu benim Sabiha eskiden sütyen kullanmazdı. Ama şimdi o elbisenin, o çamaşırın içinde göğüsleri sütyensiz durmaz, hakkı var…

Bunları almakla iş bitmiyor elbet. Çünkü aldığın eskiyor. Haydi yenisini alıyoruz. Yenisini almakla iş bitiyor mu? Modası geçiyor. Haydi yeni moda olanını alıyoruz. Öyle ya, ben bu Sahiba’yı neden kendime eş diye seçtim, onca kızın, kadının içinden? Bende görsün diye… Elbet alacağım.

Bir akşam Sabiha,

— Benim bişey istediğim yok şekerim, hep sen istiyorsun diye giyinip kuşanıyorum, ama bu saçlarım, giyinip kuşanmada uymuyor… deyince şaşırıp kaldım. Yahu, kadına saç alacak değiliz ya…

— Peki, ne olacak Sabiha?

— Her kadın berbere gidiyor… dedi. Benim Sabiha, kadın berberine gitmeye de başladı. Ama doğrusu, beni de çok düşünüyor. Sık sık,

— Ben öyle her kadın gibi, iki-üç günde bir berbere gitmiyorum ki… Haftada, on günde bir… diyor.

Herşeyin yaraşığı değil mi? Bunca giyim kuşam, eh elbet oje de ister, ruj da ister, derken rimel de, pudra da, şu da, bu da… Ne dedik biz baştan; kadın bende görsün, dedik.. Gel zaman git zaman, Sabiha’yı bir kara kara düşüncedir aldı.

— Nedir Sabiha’cığım, senin bir derdim var?

Sabiha,

— Şekerim, dedi, biliyorsun ki, ben senden bişey istememiştim. Sen bana herşeyi zorlayarak aldın.

Doğru, Sabiha’nın daha başta çorap morap istediği yoktu benden, ben zorlaya zorlaya aldım.

— Eksik olma bana herşeyi aldın…

— Peki, şimdi neyin eksik Sabiha’cığım?

— Çok şükür bişeyim eksik değil ama şu benim giyinip kuşanmama bak, bir de evimizin eskipüskü eşyasına bak… Bu giyimkuşamla, bu eski eşya arasında oturmak hiç uygun düşmüyor.

Siz söyleyin haklı değil mi? Hadi içelim efendim… Mutluluğunuza!…

Evin eşyasını yenilemek kolay iş değil. Ama ne yapacaksın. Sabiha her ne görecekse bende görecek….

Önce koltuk takımını değiştirdik. Onları değiştirince, onlara uygun perde almak gerekti. Koltuklarla perdeler, eski yemek masasına uymadı. İster istemez, onlara uygun düşsün diye yeni bir yemek takımı aldık. Yemek takımıyla iş bitiyor mu? İşte böyle evin bütün eşyasını değiştirdik.

— Şekerim, bu eşyanın bir eksikliği var…

— Nedir?

— Televizyon da ister, yoksa eksik kalıyor. Vallahi ben istemiyorum ama, uygunu bu…

Babasının evinde radyo bile olmayan Sabiha, haklı olarak, evin eşyası eksik kalmasın diye televizyon istiyordu. Eh, bir kadın nerde görür: kocasının evinde… Televizyonu da aldım…

Aradan uzun zaman geçmedi, Sabihacığım yine üzgün… Nedir, neyin var? Efendim, kadın haklı… Diyor ki, giyimi kuşamı, eşyası, herşeyi yerinde… İyi ama, güzelim eşya, bu giyim kuşamlı kadın, bu kıyı mahalledeki bu eski, bu küçük eve hiç yaraşıyor mu? Her şeyin bir yaraşığı var… Yoksa onun bişey istediği yok, ama yeni, güzel eşya, kendine uygun ev istiyor.

Daha iyi bir semtte pahalı bir apartman dairesine eşyalarımız uygun düşmedi. Herşeyin bir yaraşığı var… Eskilerini satıp yeni eşya aldık. Eşyayı, oturduğumuz eve uygun alamamışız. Giderimiz arttıkça, geçim zorluğu da başladı. İyi ki, terfi ediyorum da aylığım yükseliyor. Eskiden biriktirdiğim parayla yeni aldığımız eşyamıza uygun iyi bir apartman dairesi satın aldık. Herşeyi bende görsün istediğimden, elbet apartıman tapusunu Sabiha’nın üstüne yaptım.

Sabiha’da yine bir surat, bir surat… Sabiha mı dedim, aman efendim, herşeyin bir yaraşığı, bir uygunu var, öyle değil mi? Bu giyim kuşum, bu süspüs, bu eşya, bu ev… Herşey değişir de Sabiha’nın adı değişmez mi? Benim Sabiha, oldu Sabiş… Sabiş aşağı, Sabiş yukarı…

— Sabiş, yine ne üzüntün var canım…

Sabiş’in bişey istediği yokmuş ama, on altı daireli bu apartımanda oturanların bizden başka hepsinin özel arabaları varmış. Neden? Böyle bir yerde oturmanın da bir yaraşığı, bir gereği, bir uygunu varmış… Araba olmayınca ev de, eşya da, giyimkuşam da eksik kalırmış.

Haklı olmasına haklı, ama ben artık dayanamadım,

— Ulan Sabiş, suç senin değil benim! diye bağırdım, hani sana o ilk çorabı almıştım ya, hani o ince, pahalı çorabı… Hay ellerim kırılsaydı da alamaz olaydım… Ulan, o fitilli kara kalın çoraplar senin neyine yetmez? Senin dünyadan haberin mi vardı? Neye yarar, iş işten geçmiş artık… Bikez o güzel, ten rengi, ince çorabı almıştım. Çoraba uygun ayakkabı, ayakkabıya uygun entari, entariye uyun manto… Derken derken, özel arabaya kadar geldik.

Hadi İçelim efendim… Sağlığınıza! Sizin de… Derken…

Eh, biz bu Sabina’yı yani uygun yeni adıyla Sabiş’i, neden bunca kadının kızın içinden seçip aldık herşeyi bende görsün diye… Şimdi arabayı da alacağız. Birikmiş biraz param vardı. Epiyce de borca girdim, arabayı aldım.

Arabayla bitiyor mu? Özel arabaya uygun, Sabiş’e deri eldiven… Spor kılık. Tek bende görsün, gözü başkasında olmasın diye ne isterse alıyorum, ama borç gırtlağa geldi dayandı…

Sabiş’in suratından düşen bin parça oluyor. Ne alsam, mutlu değil yine…

— Neyin var Sabiş’ciğim? diyorum.

— Herşeyin yaraşığı, herşeyin uygunu… diyor.

Peki ama, yaraşığı dediği ne? Anlayabilirsen anla…

Bira içemeyen Sabiş, herşeyin yaraşığı diyerek, oturduğumuz çevrenin yaraşığı olarak içkiye de başladı; viski, rakı, konyak, ne olsa… Fosur fosur cigara içiyor, hem de filitreli kaçak amerikan cigarası…

— İçmek istediğimden değil, diyor, ama içki içince, içkinin yaraşığı…

Derken, konken, bezik daha adlarını bilmediğim bilmem ne kumarları…

Sabiş’in suçu yok, eşeklik bende ki, kadına zorla ince, ipekli, pahalı çorabı aldım… Herşeye razıyım, tek mutlu olsun, tek bende görsün herşeyi…

— Neden üzgünsün Sabiş’ciğim?..

— Herşeyin bir uygunu bir yaraşığı var…

Derken oğlum… İçelim hadi. Başarılarınız için… Afiyet olsun…

Bizim eve gelenler gidenler çoğalmaya başladı. Partiler veriyor Sabiş, çaylar veriyor… Ama mutlu değil.

— Sabişçiğim derdin ne?

— Herşeyin bir yaraşığı olmalı öyle değil mi? Anlıyorum, ne demek istediğini ama, anlamazdan geliyorum. Çünkü, Sabiş’in hayatında herşey birbirine uygun, yaraşmış, evi, eşyası, giyimi, süsü, arkadaşları, çevresi, yaşayışı, arabası… Yalnız uygun olmayan yaraşık olmayan birşey var; o da ben… Sabiş’in yaşayışına para yetiştirmek için ben…

Sabiş’in yaşayışına para yetiştirmek için ben eskisinden de beter olmuşum. Evimizin semtine yakışmıyorum, eve yakışmıyorum, eşyaya yakışmıyorum, komşulara, arabaya, konuklara, hepsinden önemlisi eskiden Sabiha olan Sabiş’e yakışmıyorum… Fitilli kara kalın çorabını değiştirdikten sonra, uygunu olsun, yaraşığı olsun diye değiştire değiştire, şimdi de beni değiştirecek…

Yahu işe bak sen. Bende görsün, aman bende görsün derken, şu başıma gelenlere bak… Ben istediğim kadar anlamazdan geleyim, neye yarar… Sabiş, boşanma dâvası açtı… Eh, zorla güzellik olmaz ya, boşandık. Boşanmakla bitiyor mu? Ev onun üstüne, eşya onun, araba onun… Üstelik adım da çıktı Bendegörsün Asım Bey’e…

İşte böyle evlât… Ben de herşeyi bırakıp, bu ilçeye geldim kendi isteğimle… Yahu, bende görsün, aman Sabiha’cığım bende görsün derken, Sabiş benden başka herkeste gördü… Hay ellerim kırılaydı da o çorabı alamaz olsaydım. Şimdi söyle bakayım, alacağın kız nasıl çorap giyiyor?

Evlenmek istediğim kızı, o da başkalarının yanında, ancak üç kez görmüştüm. Bendegörsün Asım Bey böyle sorunca, kızın karşımda oturuşu gözümün önüne geldi. Bacaklarında, kalın en ucuzundan, koyu pembe renkli çorap vardı. Ama Asım Bey’in sorusuna,

— Hatırlamıyorum, dedim.

Bendegörsün Asım Bey,

— Benden sana baba öğütü oğlum, dedi, sen sen ol, aman bende görsün diye, sakın bişey alma. Herşey o çorapla başlıyor. Hadi içelim efendim… Mutluluğumuza!… Ya işte böyle, bende görsün; bende görsün derken… Karı benden başka herkeste gördü…

Bendegörsün Asım Bey böyle söylerken, sanki geçmişinden acı bir olayı değii de, gülünçlü bir anısını anlatır gibi, tatlı tatlı gülüyordu.

Aziz Nesin Bütün Kitapları II, S. 888-893

SEVGİ VE NEFRET ÜZERİNE AFORİZMALAR: İNSANIN SEVMEYİ VE NEFRET ETMEYİ ÖĞRENMESİ GEREKİR – NIETZSCHE

0

İnsanın sevmeyi öğrenmesi gerekir, iyi biri olmayı öğrenmesi gerekir, hem de gençliğinden itibaren… Aynı şekilde layıkıyla nefret edebilmek için nefretin de öğrenilmesi ve beslenmesi gerekir.

Psikolojik gözlemin faydaları

İnsanca, pek insanca olan şeyler –ya da daha bilgece bir ifadeyle: psikolojik gözlem– üzerine düşünmek hayatın yükünü hafifletebilecek araçlardan biridir; bu sanatı icra etmek insana zor durumlarda zihin açıklığı, sıkıcı bir ortamda oyalanacak bir şey verir, kendi hayatının en dikenli, en nahoş yollarında yürürken özlü sözler toplamasını, kendini biraz olsun iyi hissetmesini sağlar: İnsanlar buna inanıyor, bunu biliyordu – önceki yüzyıllarda. Tam da psikolojik gözlem eksikliğinin en azından Almanya’da, hatta Avrupa’da pek çok belirtiyle kendini hissettirdiği yüzyılımızda bu neden unutuldu? Romanlarda, novellalarda ve felsefi yazılarda değil –bunlar müstesna insanların işidir– daha ziyade kamusal olayların ve kişiliklerin değerlendirilmesinde: Ama psikolojik çözümleme ve derleme sanatının eksikliği en çok da insanlar hakkında pek çok şeyin konuşulduğu ama insan hakkında hiçbir şeyin konuşulmadığı topluluklarda hissedilir. Peki insanlar, bu en zengin ve en zararsız sohbet konusunu neden kaçırıyor? Neden psikolojik özdeyişlerin büyük ustaları bile artık okunmuyor? Çünkü hiç abartmadan söylenebilir ki Avrupa’da La Rochefoucauld’yu1 ve onun düşünsel ve sanatsal akrabalarını okumuş kültürlü biri nadiren bulunur; onları tanıyan ve küçümsemeyense çok daha nadir. Ama muhtemelen bu alışılmadık okur bile bu sanatçılardan, onların kullandığı biçimin vermesi gerekenden çok daha az zevk alacaktır; çünkü en keskin zekâ bile, eğer özdeyiş-yontuculuğu sanatında eğitim almamış, rekabet etmemişse bu sanata hak ettiği değeri gösteremez. İnsan böyle uygulamalı bir eğitim almadığında bu yaratımı ve biçimi, olduğundan daha kolay bir şey gibi algılar, başarılı ve çekici yanını yeterince belirgin bir şekilde hissedemez. Bu yüzden günümüzdeki özdeyiş okurları onlardan görece ufak bir zevk alır, onları dişe dokunur sayılamayacak bir hoşluk olarak görürler; öyle ki renkli kabartmalara bakan sıradan insanlar gibi davranırlar: Sevemedikleri için överler, hayranlık duymaya hazır ve nazırdırlar, kaçıp gitmeye ise dünden razıdırlar.

İtiraz

Erdem, insanın kendi varoluşuna karşı sorumluluğudur. Kötü, insanın güçlerinin sakatlanmasından oluşur.

Yoksa psikolojik gözlemin, yaşamın uyarıcı, iyileştirici ve rahatlatıcı araçlarından biri olduğu savına karşı argümanlar mı üretmek gerek? Kendini geliştirmeye çalışan insanları şimdi kasıtlı olarak bu sanattan uzaklaştırmak için bunun nahoş sonuçları olacağına yeterince kanaat mi getirmek gerek? Gerçekten de insan doğasının iyiliğine duyulan kör bir inanç, insan davranışlarının çözümlenmesine karşı öğretilmiş bir isteksizlik, ruhun çıplaklığı karşısında hissedilen bir tür utanç, bir insanın genel mutluluğu için, münferit durumlarda faydalı olan psikolojik sağgörüden daha arzulanmaya değer şeyler olabilir; belki de iyiliğe, erdemli insanlara ve davranışlara, dünyadaki kişisel olmayan yardımseverliğin bolluğuna duyulan inanç, insanları daha az şüpheci kıldığı ölçüde daha iyi kılmıştır. Plutarkhos’un kahramanlarının coşkuyla taklit edilmesi ve eylemlerinin ardındaki sebeplere şüpheyle yaklaşma düşüncesinin tiksintiyle karşılanması hakikatin değil fakat insan toplumunun refahının yararınadır: Bu konudaki psikolojik hata ve genel aymazlık insanlığın ilerlemesine yardımcı olur, diğer yandan hakikatin bilgisi, La Rochefoucauld’nun Özdeyişler adlı eserinin ilk baskısının başına koyduğu gibi bir hipotezin uyarıcı gücüyle daha fazlasını kazanabilir: “Ce que le monde nomme vertu n’est d’ordinaire qu’un fantôme formé par nos passions, à qui on donne un nom honnête pour faire impunément ce qu’on veut.”1 La Rochefoucauld ve ruh incelemesinin diğer Fransız ustaları (aralarına yakın zamanda bir Alman, Psychologische Beobachtungen’in2 yazarı da katıldı) hedefi hep tam on ikiden vuran keskin nişancılar gibidir – ama on ikiden vurdukları insan doğasıdır. Yetenekleri şaşkınlık uyandırır ama bilimin değil insancıllığın ruhunun rehberliğinde ilerleyen bir seyirci, insanların ruhuna küçümseme ve şüphe aşılıyor gibi görünen bir sanata nihayetinde lanet edecektir.

Yine de

Lehte ya da aleyhte argümanlar ne olursa olsun: Belirli, tek bir bilimin şu anki durumunda ahlaki gözlemi uyandırmak bir gereklilik halini aldı ve insanlık, psikolojik ameliyat masasının, onun neşterlerinin ve penslerinin korkunç görüntüsünden kurtulamaz. Çünkü burada hüküm süren, sözde ahlaki duyguların kökenini ve tarihini sorgulayan bilimdir, bu bilim ilerleme kaydettikçe karmaşık sosyolojik problemleri ortaya koyup çözmek zorundadır – eski felsefe bu tür sorunlara aşina değildir, ahlaki duyguların kökenini ve tarihini araştırmaktan acınası bahanelerle sürekli kaçınmıştır. Peki sonuçları nelerdir: En büyük filozofların yanılgıya düşüp genellikle belirli insan davranışları ve duygularının yanlış açıklamasını çıkış noktası olarak aldığı, örneğin sözde bencil olmayan insan davranışlarına dair hatalı bir analizin temel alınarak yanlış bir etiğin inşa edildiği, yine bu uğurda dinden ve mitolojik canavarlardan yardım alındığı ve nihayetinde bu hüzünlü ruhların gölgelerinin fiziğin ve tüm dünya görüşünün üzerine düştüğü birçok örnekle ispatlandıktan sonra şimdi açıkça görülebilir. Ancak psikolojik gözlemin yüzeyselliğinin insanların muhakeme ve çıkarımlarına en tehlikeli tuzakları kurduğu, kurmaya da devam ettiği bir gerçekse şimdi gerekli olan şey, taş üstüne taş, çakıl üstüne çakıl koymaktan yılmayan iş azmidir; gerekli olan şey, böyle mütevazı bir işten utanmamak, her türlü horgörüye kafa tutmak için gösterilecek ölçülü cesarettir. Doğrudur: İnsanca, pek insanca olana ilişkin sayısız münferit görüş, ilk olarak bilimsel bilgiye değil, nükteli bir işveliliğe her türlü fedakârlığı sunmaya alışkın toplumsal çevrelerde keşfedildi ve dile getirildi; ahlaki özdeyişin o eski vatanının kokusu –çok baştan çıkarıcı bir koku– bu türün tamamına neredeyse çıkarılamayacak denli sindi: Öyle ki biliminsanı bu nedenle bu türe ve onun ciddiyetine karşı ister istemez belli bir kuşku besler.

Ama sonuçlarına değinmek yeterli: Çünkü en ciddi sonuçların, psikolojik gözlemin toprağında yetiştiği şimdiden görülmeye başlandı. En cesur ve soğukkanlı düşünürlerden birinin, Über den Ursprung der moralischen Empfindungen1 kitabının yazarının, insan davranışları üzerine keskin ve derin analizleri sayesinde vardığı ana önerme neydi? “Ahlakçı insan,” diyor, “düşünülür (metafizik) dünyaya fiziksel insandan daha yakın değildir.” Tarihsel bilginin çekiç darbeleriyle sertleşip keskinleşen bu önerme, gelecekte bir gün insanın “metafizik ihtiyacı”nın köküne indirilecek balta işlevi görebilir – bunun genel refah için lanet mi inayet mi olacağını kim bilebilir? Ama her halükârda en önemli sonuçlara yol açan, hem meyve hem dehşet veren ve dünyayı tüm büyük bilgilerin sahip olduğu o iki yüzle gören bir önerme olacaktır.

Friedrich Nietzsche Sevgi ve Nefret Üzerine Aforizmalar

İNSAN DOĞASI: İKTİDARA KARŞI ADALET – NOAM CHOMSKY İLE MICHEL FOUCAULT TARTIŞIYOR

0

Yüzyılın iki büyük düşünürünün yıllar önce yaptığı bu tartışma iki konu etrafında odaklanır: Bilimsel bilginin gelişimi nasıl yorumlanmalıdır? Siyasal mücadelede adaletin, bir başka deyişle etiğin yeri nedir? Foucault’ya göre, tarihte bilgi üretimini farklı çerçeveler belirlediği için, her çağda farklı bilimsel söylem tipleriyle karşılaşırız. Chomsky ise kendi dilbilim kuramından hareket eder ve insanın doğarken beraberinde getirdiği bir yaratıcılık kapasitesi olduğunu savunur. Siyasal mücadele, bir sınıfın tarihsel haklılığına dayandığı için mi, yoksa daha adil bir toplum hedefi güttüğü için mi meşruluk kazanır?


ELDERS: Sayın Chomsky, çünkü sık sık insan doğası kavramına başvuruyor, hatta onunla bağlantılı olarak “doğuştan gelen fikirler” ve “doğuştan gelen yapılar” gibi terimler kullanıyorsunuz. Dilbilimden ne gibi argümanlar türetiyorsunuz da bu insan doğası kavramına böylesi merkezi bir konum veriyorsunuz?

CHOMSKY: Biraz tekniğe girerek başlayayım o halde.

Dilleri incelemek gibi bir derdi olan biri, gayet belirli bir ampirik sorunla karşı karşıya gelir. Bir organizmayla, olgun, daha doğrusu yetişkin bir konuşmacıyla karşı karşıya gelir; özellikle kafasındakileri söylemesini, insanların ona söylediklerini anlamasını, bunu da son derece yaratıcı demekte sakınca görmediğim bir biçimde yapmasını sağlayan inanılmaz yetenekleri bir şekilde edinmiş bir konuşmacıdır bu…

Yaratıcı sıfatını kullanıyorum, çünkü bir insanın başkalarıyla sürdürdüğü normal etkileşim içinde söylediği şeylerin büyük çoğunluğu yenidir, duyduğunuz şeylerin çoğu yenidir, sizin deneyimlediğiniz hiçbir şeye yakından benzemez; şurası açık ki, rastlantısal bir yeniliğe sahip bir davranış değildir bu. Bir anlamda nitelenmesi çok güç sayılabilecek, içinde bulunulan durumlara uygun düşen bir davranıştır. Ve pekala da yaratıcılık denebilecek şeyin birçok özelliğine sahiptir.

Şimdi, bu çapraşık, son derece gelişkin ve düzenli yetenekler toplamını ki bu yetenekler toplamına bir dili bilmek diyoruz edinmiş olan kişi belli bir deneyime maruz kalmıştır; hayatını sürdürürken kendisine belli bir miktarda veri, belli bir miktarda dolaysız dil deneyimi sunulmuştur.

Bu kişinin ulaşabildiği verileri araştırabiliriz; bunu yaptığımızda da genelde epey açık seçik ve iyi tarif edilmiş bir bilimsel sorunla karşılaşırız; yani çocuğa sunulan gerçekten çok az miktarda, az ve oldukça düşük nitelikte veri ile onun bu verilerden bir şekilde çıkardığı son derece karmaşık, son derece sistematik, derin bir düzene sahip bilgiler arasındaki uçurumu izah etme sorunuyla.

Ayrıca belli bir dilde çok değişik deneyimleri olmuş değişik bireylerin yine de birbiriyle son derece uyumlu sistemlere ulaştıklarını fark ederiz. İngilizce konuşan iki kişinin yaşadıkları çok farklı deneyimler temelinde ulaştıkları sistemler, birinin dediğini öbürünün çok büyük oranda anlayabilmesi anlamında birbirine uyumludur.

Üstelik, daha da dikkate değer bir şeyi, yani dillerin çoğunda, aslında ciddi bir biçimde incelenmiş olan bütün dillerde, insanların maruz kaldıkları çok farklı türden deneyimlerin ürünü olan sistemler üzerinde dikkate değer kısıtlamalar olduğunu fark ederiz.

Bu kayda değer fenomenin, biraz şematik bir biçimde sunmak zorunda kalacağım olası tek bir açıklaması vardır ki, bu da şu varsayımdır: Genel şematik yapının, hatta belki de bu çok dağınık ve sınırlı deneyimden son kertede çıkardığı bilginin özgül içeriğinin önemli bir kısmı, daha doğrusu büyük kısmı bireyin kendisinden gelmektedir.

Bir dili bilen bir kişi, söz konusu bilgiyi, öğrenim deneyimine, ona maruz kaldığının ne tür bir dil olduğunu söyleyen gayet açık ve ayrıntılı bir şematizmle yaklaştığı için edinmiştir. Yani, daha gevşek söylersek; çocuk işe bilgiyle başlamak zorundadır, işittiğinin İngilizce mi, Felemenkçe mi, Fransızca mı yoksa başka bir şey mi olduğu bilgisiyle değil elbette, ama işittiğinin çok az sayıda çeşitlemeye izin veren son derece dar ve açık seçik bir insan dili olduğu bilgisiyle. Ve ancak işe son derece düzenli ve son derece kısıtlayıcı bir şematizmle başladığı içindir ki, dağınık ve yetersiz verilerden gayet düzenli bilgiye uzanan o dev sıçramayı yapabilmektedir. Şunu da eklemeliyim ki, çocuğun dil öğrenimine getirdiği ve benim doğuştan gelen dil ya da içgüdüsel bilgi adını verdiğim bu bilgi sisteminin özelliklerini gözler önüne serme yolunda belli bir mesafe, bence epey uzun bir mesafe katedebiliriz; çocuğun bu bilgiyi edindiği zaman zihinsel olarak temsil edilen sistemi tarif etme konusunda da uzun bir yol katedebiliriz.

İşte ben bu içgüdüsel bilginin, yani son derece kısmi verilerden karmaşık ve çapraşık bilgiler çıkarmayı mümkün kılan bu şematizmin, insan doğasının temel bileşenlerinden biri olduğunu iddia edeceğim. Dilin sadece iletişimde değil, düşüncenin ifadesinde ve kişiler arasındaki etkileşimde de oynadığı rol yüzünden temel bir bileşendir bu bilgi; insan zekasının diğer alanlarında, insan idrakinin ve davranışının diğer alanlarında da aynı türden bir şeyin geçerli olduğunu varsayıyorum. Ben insan doğası kavramıyla, toplumsal, düşünsel ve bireysel davranışlarımıza yön veren bu şematizmler, doğuştan gelen düzenleyici ilkeler toplamını, kütlesini kastediyorum.

ELDERS: Sayın Foucault, Deliliğin Tarihi ve Kelimeler ve Şeyler gibi kitaplarınızı düşündüğümde, sizin bütünüyle farklı bir düzeyde, tamamen zıt bir amaç ve hedef gözeterek çalıştığınız izlenimini alıyorum; insan doğasını şematizm kelimesiyle anlatacak olursak, siz birçok farklı şematizmi olan birçok farklı dönemi anlatmaya çalışıyorsunuz galiba. Buna ne diyorsunuz?

FOUCAULT: Sakıncası yoksa Fransızca cevap vereceğim, zira İ ngilizcem o kadar zayıf ki İngilizce cevap vermekten utanırım. insan doğası kavramına biraz şüpheyle baktığım doğru, nedeni de şu: Ben bir bilimin kullanabildiği kavramların hepsinin aynı gelişkinlik düzeyinde olmadığına ve genelde bilimsel söylem içinde aynı işlevi görmedikleri gibi, aynı olası kullanım tipinde de olmadıklarına inanıyorum. Biyoloji örneğini ele alalım. Burada sınıflandırıcı işlevi olan kavramlar, ayırt edici işlevi olan kavramlar ve çözümleyici işlevi olan kavramlar görürsünüz: Bunlardan bazıları, sözgelimi “doku”, nesneleri nitelememizi; “kalıtsal özellik” gibi bazıları belli unsurları tecrit etmeyi, “refleks” gibi bazıları da ilişkileri sabitlemeyi sağlar. Ayrıca söylemde ve akıl yürütme pratiğinin iç kurallarında rol oynayan unsurlar da vardır. Ama bunların yanı sıra, bilimsel pratiğin kendini adlandırmakta, kendini başka pratiklerden ayırt etmekte, nesneler alanını sınırlamakta ve müstakbel görevlerinin toplamı olarak gördüğü şeyi adlandırmakta kullandığı “tali” nosyonlar da vardır. Biyolojide hayat nosyonu bir ölçüde bu rolü belli bir dönem süresince oynamıştır.

ı7. ve ı8. yüzyıllarda, doğa incelenirken hayat kavramına pek başvurulmazdı: Canlı cansız bütün doğal varlıklar minerallerden insana uzanan devasa bir hiyerarşik tablo içinde sınıflandırılırdı; mineraller ile bitki veya hayvanlar arasındaki kopuş görece belirsizdi; epistemolojik olarak tek önemli olan, bu varlıkların konumlarını su götürmez bir biçimde sabitlemekti.

ı8. yüzyıl sonlarında, bu doğal varlıklara ilişkin betimleme ve çözümlemeler, daha kusursuz araç gereçlerin ve en son tekniklerin kullanılması sayesinde, doğanın bilgisi içinde biyolojinin özgüllüğünü tanımlamamızı sağlayan bir nesneler alanını, bir ilişki ve süreçler alanını ortaya çıkardı. Hayatla ilgili araştırmaların en nihayet biyoloji bilimi içinde yerleşiklik kazandığı söylenebilir mi? Biyolojik bilginin düzenlenmesi hayat kavramı sayesinde mi mümkün oldu?

Zannetmiyorum. Şunu söylemek daha yerinde olurmuş gibi geliyor bana: Biyolojik bilginin ı8. yüzyıl sonunda geçirdiği dönüşümler bir yandan bilimsel söylemde kullanılmaya başlanan bir dizi yeni kavramla gözler önüne serilirken bir yandan da hayat gibi bir nosyonu, belli bir bilimsel söylem tipini adlandırmamızı, sınırlandırmamızı ve konumlamamızı sağlayan bir nosyonu ortaya çıkardı. Hayat nosyonunun bilimsel bir kavram olmadığını söyleyeceğim ben; sınıflandırıcı, sınırlandırıcı ve diğer işlevleri bilimsel tartışmalar üzerinde (bu tartışmalara konu olan şey üzerinde değil) bir etki yaratmış olan epistemolojik bir işaret· olmuştur bu nosyon.

insan doğası nosyonu da aynı tipteymiş gibi geliyor bana. Dil bilimciler sessiz harflerin dönüşüm kurallarını, Freud rüya çözümlemesinin ilkelerini yahut kültür antropologları mitlerin yapısını insan doğasını inceleyerek keşfetmiş değillerdir. Bilgi tarihi içinde, insan doğası nosyonu, teoloji, biyoloji ya da tarihle bağlantılı ya da onlara karşıt belli söylem tiplerini tanımlayan bir epistemolojik işaret rolü oynamıştır bence esasen. Ben bunda bilimsel bir kavram görmekte zorlanıyorum.

CHOMSKY: Bir kere, insandaki bilişsel yapının, çocuğun bu karmaşık sistemleri edinmesini mümkün kılan özelliklerini, sözgelimi sinir ağlarıyla tanımlayabiliyor olsaydık, o zaman bu özellikleri insan doğasının kurucu bir özelliği olarak tarif etmekte hiç tereddüt etmezdim ben şahsen. Yani, bu durumda zihinsel yeteneklerimizle yaptığımız şey her neyse, onun temelini oluşturan biyolojik olarak verili, değişmez bir şey vardır.

Ama sizin ana hatlarıyla özetlediğiniz, ki ben de bu noktada aslında sizinle bütünüyle hemfikirim, gelişme hattını biraz daha ileri götürerek, biyolojik bilimlerdeki düzenleyici bir kavram olarak hayat kavramı üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Bana öyle geliyor ki. burada geçmişten değil gelecekten bahsettiğimize göre biraz daha spekülasyon yapılabilir ve insan doğası, yahut doğuştan gelen düzenleyici mekanizmalar ya da zihnin bünyesindeki şematizm kavramının (ya da artık her ne demek istiyorsanız, ben bunlar arasında pek fark görmüyorum, ama lafı kısa tutmak için insan doğası diyelim), hayatın ne olduğu sorusunu kimilerinin tatminkar bulduğu bir biçimde cevapladıktan sonra (en azından biyologlar böyle düşünüyorlar, ama bu da sorgulanabilir belki), biyolojiye katetmeye çalışacağı bir sonraki zirveyi sunup sunmadığı sorulabilir.

Başka ve daha net bir deyişle, çocuğun karmaşık bilgi sistemlerini edinebilme yeteneğine, daha da önemlisi bu tür bilgi sistemlerini edindikten sonra da bu bilgilerden özgür, yaratıcı ve dikkate değer oranda farklı biçimlerde yararlanabilme yeteneğine ilişkin biyolojik bir açıklama ya da fiziksel bir açıklama sunmak mümkün müdür? Bu yeteneği halihazırda elimizde bulunan fiziksel kavramlarla tarif edebilmek mümkün müdür?

Öncelikle bilgi edinmenin, ikinci olarak da ondan yararlanmanın bu özelliklerini biyolojik terimlerle, nihai olarak da fiziksel terimlerle açıklayabilir miyiz? Açıklayabileceğimize inanmak için bir neden görmüyorum aslında; yani, gerçekte bilim insanları için bir inanç meselesinden başka bir şey değil bu; bilim başka birçok şeyi açıklayabildiğine göre bunu da açıklayacaktır diye düşünülüyor.

Bunun bir anlamda zihin/beden’ sorununun bir varyantı olduğu söylenebilir. Ama geriye dönüp bilimin çeşitli zirveleri nasıl katetmiş olduğuna ve hayat kavramının uzun bir süre onun görüş alanı dışında kaldıktan sonra en sonunda bilimin menziline nasıl girmiş olduğuna bakarsak, sanırım tarihin birçok noktasında -17. ve 18. yüzyıllar bunun özellikle belirgin örnekleridir-bilimsel ilerlemelerin tam da fiziksel bilimin alanının kendisinin genişlemesi sayesinde mümkün olduğunu fark ederiz. Newton’un yerçekimi kuvvetleri klasik örneklerdir. Kartezyenlere göre uzaktan etki hala mistik bir kavramdı;·· hatta Newton’un kendisi için bile bilim alanına ait olmayan esrarengiz bir nitelik, mistik bir şeydi. Oysa bir sonraki kuşakta, uzaktan etki bilime dahil edilmişti, sağduyuya aykırı bir kavram değildi artık.

Ne olmuştu peki? Beden nosyonu, fiziksellik nosyonu değişmişti. Kartezyen, tam manasıyla kartezyen biri bugün ortaya çıkacak olsa, gök cisimlerinin hareketlerinin hiçbir açıklaması yokmuş gibi gelirdi ona. Mesela bugün elektromanyetik kuvvetlerle açıklanan fenomenlerin bir açıklaması yoktur onlara göre kesinlikle. Ama fizik biliminin önceden ulaşılamayan kavramları, yepyeni fikirleri kapsayacak şekilde genişletmesi sayesinde, daha fazla sayıda fenomeni kapsayan, gittikçe karmaşıklaşan yapıları aşama aşama inşa etmek mümkün hale gelmiştir.

Kartezyenlerin fiziğinin mesela fizikteki temel parçacıkların davranışlarını açıklayabileceği kesinlikle doğru değildir, keza hayat kavramlarını da açıklamaktan acizdir. Aynı şekilde, bugün bilindiği şekliyle fizik biliminin (biyoloji de dahil) insanın doğuştan gelen düşünsel kapasitelerine, daha da önemlisi özgürlük koşulları altında bu kapasitelerden yararlanma yeteneklerine dair bir izah geliştirmesini sağlayacak ilkeler ve kavramları bünyesinde barındırıp barındırmadığı sorusu da sorulabilir bence.

Biyolojinin ya da fiziğin şu anda bu kavramları içerdiğine inanmak için özel bir neden göremiyorum; bir sonraki zirveyi katedebilmeleri, bir sonraki adımı atabilmeleri için bu düzenleyici ilke üzerinde odaklanmaları ve bu kavramla hesaplaşabilmek için kapsamlarını genişletmeleri gerekiyor olabilir pekala.

FOUCAULT: Evet.

ELDERS: Her ikinizin verdiği cevaplardan da çıkan daha özgül bir soru sormaya çalışsam daha iyi olacak galiba, zira aksi takdirde tartışma fazla teknikleşecek diye korkuyorum. İkiniz arasındaki başlıca farklardan birinin yaklaşım farkından kaynaklandığı izlenimini aldım ben. Siz, Sayın Foucault, bilimin ya da bilim insanlarının belli bir dönemde nasıl iş gördükleriyle ilgileniyorsunuz özellikle, oysa Sayın Chomsky “ne-soruları” denen sorularla daha çok ilgileniyor, neden dile sahip olduğumuzla ilgileniyor; sadece dilin nasıl işlediğiyle değil dile sahip olmamızın nedeninin ne olduğuyla. Bunu daha genel bir biçimde aydınlatmaya çalışabiliriz: Siz, Sayın Foucault, ı8. yüzyıl rasyonalizminin sınırlarını belirliyorsunuz. Sizse, Sayın Chomsky, ı8. yüzyıl rasyonalizmini özgürlük ve yaratıcılık gibi nosyonlarla birleştiriyorsunuz. Bunu ı7. ve 18. yüzyıllardan verilecek örneklerle daha genel bir biçimde gösterebiliriz belki.

CHOMSKY: Önce şunu söyleyeyim ki, ben klasik rasyonalizme aslında bir bilim tarihçisi ya da felsefe tarihçisi olarak değil, biraz farklı bir bakış açısından, belli bilimsel nosyonları olan ve eskiden insanların bu nosyonlara ulaşma yönünde el yordamıyla, hatta muhtemelen ne yönde ilerlediklerinin farkında bile olmaksızın nasıl ilerlediklerini görmek gibi bir derdi olan birinin bakış açısından yaklaşıyorum.

Öyleyse denebilir ki, ben tarihe asıl derdi 17. yüzyıl düşüncesinin ne olduğunu araştırıp bulmak ve bu düşünceye dair net bir izah sunmak olan bir antika düşkünü olarak değil -bu yaklaşımı küçümsemiyorum, sadece bu benim yaklaşımım değil- daha çok, sözgelimi bir sanat sevdalısının bakış açısından bakıyorum; ı7. yüzyıla, onda belli bir değeri olan ve değerinin bir kısmını da o sevdalının ona bakarken benimsediği perspektif sayesinde edinen şeyler bulmak için bakmak istiyorum.

Diğer yaklaşıma itirazım olmasa da kendi yaklaşımımın meşru olduğunu düşünüyorum; yani bilimsel düşüncenin ilk aşamalarına şu anki kavrayışlarımız· temelinde hareket ederek geri dönmenin ve büyük düşünürlerin, kendi dönemlerinin sınırları içinde kalarak da olsa, bizatihi açık seçik bir biçimde farkında olamayacakları kavramlar, fikirler ve kavrayışlar yönünde nasıl el yordamıyla ilerlediklerini görmenin kesinlikle mümkün olduğunu düşünüyorum. Herkes kendi düşüncesiyle ilişkili olarak bunu yapabilir bence mesela. Kendini geçmişin büyük düşünürleriyle karşılaştırmaya kalkışmadan da herkes yapar…

İnsan Doğası: İktidara Karşı Adalet Noam Chomsky ile Michel Foucault Tartışıyor Türkçesi: Tuncay Birkan, Bgst Yayınları, 1971

 

ALİ ŞERİATİ: ORUÇ TUTMAK, ÖĞLE İLE AKŞAM YEMEĞİNİN YERLERİNİ DEĞİŞTİRMEK DEĞİLDİR!

Oruç

Orucun, öğlen ile akşam yemeğinin yerlerini değiştirmekten ibaret idi! İyi, ben de değiştirmedim. Ben şöyle bir şey düşündüm; ne zaman ki doktor kolesterolümün ve tansiyonumun yükseldiğini söylerse ben de rejim yaparım. Böylece kesin ve bilimsel netice alırım, sen ise öyle kalırsın. Bazen öyle olurdu ki mide ve bağırsak rahatsızlığın olduğu ve bu nedenle dört saatte bir yemek yemen gerektiği halde sen gittin oruç tuttun, neredeyse helak olacaktın!

Senin orucundan aldığımız tek netice bu oldu, başka değil. Zira ramazan ayından sonra öncesinde yaptığın şeylerin aynısını yapmaya devam ettin, fikirlerin de tıpkı eskisi gibi devam ediyordu. Ramazan bitince düşüncen, ahlâkın, özelliklerin ve yolun hiç değişmedi. Üstelik ramazan ayında dahi aç kalmak dışında işinde, eylemlerinde hiçbir değişiklik olmadı. Yani her şey eskisi gibi, aynı tas aynı hamam! Sadece bir ay boyunca hem sen vaktini israf ettin hem ben. Zira benim de hayatım, yemek saatlerim ve programım tamamen değişti ve alt üst oldu.

Dine Karşı Din – Ali Şeriatı

GÜNLÜKLERİ IŞIĞINDA SOFYA TOLSTOY & LEV TOLSTOY: “ÖLÜM OLMASAYDI HAYAT DAHA AZ İLGİNÇ OLURDU”

“L.N., bugün daha iyi bir gün geçirdi, çünkü ağrısı azdı ve bir buçuk saat kadar uyudu; konuşabildi de. Buna rağmen güçten düşüyor ve özellikle kalbi zayıflıyor. Başka bir şey düşünemiyorum; güçlü olmam ve ona bakmam gerek. Patlamak isteyen umutsuzluğumu, yüreğimin derinliklerine gömmeye uğraşıyorum.”

Sofya Tolstoy, 28 Ocak 1902

Günlük, bir edebî malzeme olmasının yanında yazarının gündelik hayatını, sırlarını, en insani yönlerini açığa vurması bakımından da önemli bir yazın türüdür. Hele de bu günlüğü tutan kişi dünya edebiyatının önemli bir ismiyse, yazdıkları daha bir anlamlı hale gelir, okurlar tarafından fazladan bir dikkatle takip edilir. Bununla birlikte okur, günlüklerde anlatıldığı kadarıyla vâkıf olabilir günlük sahibinin hayatına. Hiçbir yazar yoktur ki sırları, ruhunun karanlık yönleri olmasın. Bu karanlığı her yönüyle bilebilmek neredeyse imkânsız olsa da günlükler (tıpkı hatıratlar veya mektuplar gibi) bir yazarın esasında görünmeyen yüzünü gösterir bize.

Söz konusu yazar Tolstoy olunca, kuşkusuz günlükleri de daha bir önem arz ediyor. Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş gibi büyük romanları dünya edebiyatına kazandıran Tolstoy’u günlüklerinde en yalın haliyle görmek mümkün. Ancak Tolstoy’un malikânesinde günlük tutan tek kişi kendisi değil. Neredeyse hayatının elli yılını birlikte geçirdiği karısı Sofya Tolstoy[1] da henüz 16 yaşında günlük tutmaya başlıyor ve 1919’daki ölümüne dek günlük tutmayı sürdürüyor. Günlük tutmak, neredeyse bir aile geleneği bu anlamda. Ancak Tolstoy’larda bu eylem önemli bir farkla cereyan ediyor. Günlük, normalde kayıt tutan kişinin “kişisel ve özel” anlarının bir toplamı olarak görülen ve çoklukla kapalı sandıklarda muhafaza edilen bir şeyken; Tolstoy’larda, ev içinde kamusal bir anlama bürünüyor. Eşler sık sık birbirlerinin günlüklerini okuyup, yazılanlar üzerine kendilerince fikir yürütebiliyor. Bu da Tolstoy’lardaki günlük tutma ritüelinin son derece karmaşık ve karakteristik yönünü bize gösteriyor.

Sofya Tolstoy, 1862 yılının sonbaharında, yani henüz Lev Tolstoy’la evlendiği yılda, günlük tutmaya başlıyor. Sofya Tolstoy’un günlüğü, Lev Tolstoy’un günlüğüyle kimi zaman paralel konular, benzer bakışlar içerse de temelde ayrı iki noktaya savruluyor. Sofya, muhtemeldir ki Tolstoy’la olan yaş farkının da etkisiyle, özellikle gençliğinin ilk yıllarında son derece kırılgan ve hassas bir haletiruhiye sergiliyor. Bu kırılganlığının en önemli sebebi tabii ki kocası. Tolstoy’un günlüğünde dikkat çekense, Sofya’ya göre hayata bakışının bir hayli farklı olması. Sofya, neredeyse hayatının merkezine Lev Nikolayeviç’i yerleştirmişken, Tolstoy’daki Sofya imgesi yaşamın merkezinde değil, çeperinde yer alıyor. Tolstoy, karısına âşık olduğunu hiçbir zaman gizlemiyor, hakeza Sofya da öyle. Aralarındaki fırtınalı ilişki hayatlarının son demlerine kadar durulmuyor. Bu durumda hiç kuşku yok ki büyük pay sahibi olan Lev Nikolayeviç. Sofya Tolstoy, henüz evliliğinin başlarında, 11 Ekim 1862 tarihinde şöyle yazıyor günlüğüne: “Korkunç, korkunç hüzün. Gittikçe kendi kabuğuma çekiliyorum. Kocam hasta, huysuz ve beni sevmiyor. Ben bunu bekliyordum ama bu denli korkunç olacağını sanmıyordum. Benim çok mutlu bir yaşamım olduğunu sanan var mı acaba?”[2] Oysa aynı yılın ağustos, eylül ve ekim aylarında günlüğüne yazdıkları, Tolstoy’un Sofya’ya nasıl bir tutkuyla bağlandığını çarpıcı bir şekilde gösteriyor:

… vaktimi Sonya’ya[3] isminin harfleriyle mektup yazmaya harcadım. (28 Ağustos)

Geceyi onların evinde geçirdim; uyuyamadım; başka hiçbir şeyi değil yalnızca onu düşündüm. (30 Ağustos)

“… her zamankinden daha aşık bir halde oradan ayrıldım. (10 Eylül)

Âşık olmanın mümkün olacağına hiç inanmadığım halde âşık oldum. Çılgına döndüm; eğer böyle giderse kendimi vuracağım. (12 Eylül)

Onu gittikçe daha fazla seviyorum; ama bu farklı bir aşk. Güç anlar yaşadık. (2,3,4-14 Ekim)”[4]

Bütün bu yazdıklarına rağmen Tolstoy, Sofya’yla olan ilişkisini sürekli kaygan bir zeminde tutuyor. Büyük yazarın hep “daha önemli” işleri var; dünyayı anlama çabası, hayatı yorumlama ve gerçeğin bilgisine ulaşma arayışları Tolstoy’un zihnini öylesine meşgul ediyor ki evinde bir karısı ve çocukları olduğunu yer yer unutuyor sanki. Oysaki ne karısına karşı ilgisiz bir koca ne de çocuklarına karşı ilgisiz bir baba… En büyük problemi muhteşem kafa karışıklığı… Ancak onun bu kafa karışıklığını yaşamaya imkân bulması acaba tesadüf mü? Tolstoy’un felsefi temelli problemlerini “tadına vara vara” yaşamasının birkaç sebebi var aslında. Zenginliği, bunun en önemli vesilesi. Bununla birlikte Sofya gibi bir karısının olması da Tolstoy’a bu lüksü yaşamak için imkân tanıyor. 1863 yılının 6 Ekim gününde şunları yazıyor günlüğüne Tolstoy:

“Her şey bitti; demek her şey yalandı. Onunla mutluyum ancak kendimden hiç memnun değilim, ölüm tepesinden aşağıya doğru kayıyorum ve durdurmak için hiç gücüm kalmadığını hissediyorum. Ölmek istemiyorum, ölümsüzlüğü istiyor ve seviyorum. Seçmek zorunda değilim. Seçim uzun süre önce yapıldı. Edebiyat-sanat, pedagoji ve aile. Çelişki, ürkeklik, tembellik, zayıflık; işte bunlar benim düşmanlarım” (s. 295).

Tolstoy’un hayata dair serzenişlerine, ölümü anlamaya çalışma ve ölümsüzlüğü isteme çabasına nazaran Sofya’nın aynı yılın 7 Ekim gününde yazdıkları son derece “gündelik” kalıyor. Sanki aynı çatı altında, ortak bir hayatı paylaşan bu iki insan, iki farklı kurguda yaşıyor gibi:

“Ne usanç… Ama çocuğumun olması da ne mutluluk. Bir sürü kundak ve bezlerle uğraşmak, bana zevk veriyor ve karamsar düşüncelerden kurtarıyor. Kuşkusuz sıkıntımın farkında, zaten gizleyemiyorum. […] Ben ne yapacağımı bile bilemez durumdayım, onu anlamak da istemiyorum. Hastalık ve çocuk, beni ondan uzaklaştırdı, bu yüzden onu artık anlamıyorum” (s. 64).

TOLSTOY’DAN EŞİ SOFYA’YA VEDA MEKTUBU: “GİDİŞİM SANA ACI VERECEK, ÜZGÜNÜM, BANA İNAN…”

Sofya’nın, Tolstoy’u “değişken huylu, tuhaf bir adam” (s. 63) olarak tanımlaması boşuna değil. Tolstoy gerçekten de ölene dek bu çalkantılardan bir türlü kurtulamıyor. Öyle ki neden çıktığını bile bilmediği bir yolculuğun ara duraklarından birinde hayata gözlerini kaparken Sofya’yı son bir kere görme imkânı bulamıyor. Ölüm döşeğinde son nefesini verecekken, karısını bir daha görememek üzere yola çıktığını biliyor mudur acaba Tolstoy? Cevabı ne olursa olsun, bunca yıl birlikte olduğu, tutkuyla bağlandığı karısını geride bırakıp meçhul bir yola koyulmak, Tolstoy’un Sofya’ya yaptığı bir haksızlık olarak da görülebilir mi? Düşünmeye değer…

Yer yer psikolojik şiddete varan eylemlerine rağmen Tolstoy’un Sofya’ya olan bağlılığı yine de son bulmuyor. Sofya, Tolstoy’un sadece karısı değil aynı zamanda romanlarını defalarca temize geçen, onu anlamaya çalışan, tabiri caizse onun “büyük Rus yazarı Tolstoy” olmasına yardımcı olan, hayatının en önemli parçası. Henüz evliliğinin birinci yılı dolmadan, 2 Ağustos 1863’te şunları yazıyor günlüğüne Sofya: “… ben burada ne yapıyorum? Buralardan gitsen iyi edersin Sofya Andreyevna… Beni huzursuz ve mutsuz etmek için acımasızca hırpalıyor” (s. 60). Kuşkusuz bu serzenişte yeni evli olmanın ve yeni bir düzen kurmaya çabalamanın sancıları da var. Üstelik yaşça bir hayli genç olduğu da göz önünde bulundurulursa Sofya’nın bu cümleleri sarf etmesini olağan karşılamak gerekli belki de. Kendisi de bu çalkantılı ilişkiyi daha net gösterir biçimde, 31 Temmuz 1868’de günlüğüne o yılın tek parçası olan şu satırları yazıyor:

“İnsanın kendi güncesini okuması çok tuhaf. Ne çelişkiler… Mutsuz bir kadın görünümü almışım. Oysa, benden daha mutlu bir kadın var mıdır? Birbirine bizden daha bağlı, daha iyi anlaşmış bir çift bulunabilir mi? Arada bir odamda yalnızken, mutluluktan kahkahalar atıyor, sonra da bu durumun uzun, çok uzun sürmesi için Tanrı’ya yalvarıp istavroz çıkarıyorum” (s. 90).

İkili adeta “ne kavgam bitti ne sevdam” dercesine bir ömür sürüyor. Bu evliliği daha yaşanabilir kılması gereken kişi olan Lev Tolstoy buna ne kadar yanaşıyor, tartışma konusu. Bununla birlikte, yukarıda da belirttiğim gibi Tolstoy, hayatının önemli bir bölümünde ne karısını ne de çocuklarını ihmal ediyor. İtiraflarım’da, “Mutlu bir aile hayatının oluşturduğu yeni şartlar, beni, hayatın anlamını araştırmaktan tamamen alıkoyuyordu. Bu sıralarda bütün hayatımın merkezinde, ailem, eşim, çocuklarım ve onlar için evin imkânlarını genişletmek yer alıyordu. Mükemmelleşme çabası yerini elden geldiği kadar kendimin ve ailemin rahat etmesi çabasına bırakmıştı,”[5] şeklinde bahsettiği evlilik hayatı, aslında onun yazarlık kariyerine bir bariyer koymuyor da değil ancak Tolstoy’un bundan şiddetli bir şekilde şikâyetçi olduğu da söylenemez. Yine de Tolstoy’ların evliliği Lev Nikolayeviç’in “entelektüel” derinliği yüzünden sık sık sarsılıyor.

1860’lardaki bu hararetli ortam, ikilinin evliliklerinin henüz taze olmasına bağlanabilirdi belki ancak zaman bunun doğru olmadığını gösteriyor. Neredeyse yarım asır süren birlikteliklerinde fırtına yer yer sakinleşse de hiçbir zaman tam anlamıyla durulmuyor. Tolstoy’un kaygılarının Sofya’ya nazaran hep daha felsefi, daha entelektüel kaygılar olduğunu söylemiştim. 1890 yılının 16 Aralık gününde Lev Tolstoy günlüğüne şunları yazıyor:

“(…) Dün yattım ama uyuyamadım. Kalbim ağrıdı ve hepsinden öte kendime lanet dolu bir acıma hissettim. Ona karşı ise öfke. Şaşırtıcı bir durum. Bütün bunlarla birlikte asabi bir heyecan ve düşüncelerimde berraklık yaşıyorum. Bu baskılar ve gerginliklerle birlikte mükemmel şeyler yazabiliyorum. Hâlâ sade, nazik, muhabbet dolu bir tavır sergileyemiyorum. Ama yalnızca ona (Sonya’ya) karşı değil; hiçbirine karşı. Bu da suçun bende olduğunun kanıtı.” (s. 449-450)

Aynı gün Sofya Tolstoy’un yazdıkları ise insanın içini acıtacak cinsten. Sofya’nın içinde yaşadığı keşmekeş ve bunu dile getiriş biçimi, Sofya özelinde belki kadının ev içi emeğinden tutalım da bireysel varoluş mücadelesine kadar pek konuda fikir veriyor:

“Evet, herhangi bir şey, bir düşünce, bir duygu, bir iş üzerine kendimi verme yeteneğimi kaybettim. Bu sayısız kaygı çatışması, ara sıra beni sersemleştiriyor ve dengemi kaybediyorum. Söylemesi kolay ama, her an ya iyi çalışmayan veya hastalanan çocuklarla, ya kocamın sağlık, özellikle ruhsal durumuyla, ya büyük çocuklarımın işleri, borçları, aileleri ve durumlarıyla ve sonra, Samara’daki çiftliğin satış ve ağaç fidanı bulma işleriyle, yasaklanan Kreutzer Sonatı’nı da içeren XIII. cilt dahil yapıtların yeni baskısıyla, Ovsiannikovo papazıyla yapılacak arazi taksimi için dilekçe vermekle, XIII. cildin provalarının düzeltilmesiyle, Mişa’nın gece gömlekleriyle, Andriuşa’nın çizme ve giysileriyle uğraşıyorum, dile kolay bu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de: evin sigortalarının, mülklerin yükümlülüklerinin, hizmetçilerin pasaportlarının süresinin geçmemesini kollamak, hesapları çıkarmak ve metinleri kopya etmek… Tüm bu işler, zorunlu olarak ve doğrudan doğruya benim omuzlarıma yükleniyor” (s. 150-151)

Bu tutarsızlık karşısında Sofya Tolstoy yine de herhangi bir durum neticesinde, “istemeden kocasına bir kötülük yapmış olma” kaygısını taşıyor. Yukarıdaki satırların devamında “Kendine hayranlığı, tüm güncelerinde açıkça görülüyor,” dediği Lev Tolstoy ve ailesi için kendini bu kadar hırpalaması ve buna rağmen dik durmaya, her şeyin üstesinden gelmeye çalışması Sofya Tolstoy’un karakterine dair önemli bir ipucu da veriyor sanırım.

Kendine hayran bu adamın karısı olmak Sofya için fazlasıyla zor olsa gerek. Sofya’nın Tolstoy’daki anlamı neydi? Bunu günlüklerine rağmen tam olarak bilebilmek pek de mümkün değil. Sofya, Lev Nikolayeviç için şahsına münhasır bir yer kaplıyor muydu? Mutlaka böyle bir yeri var ancak Sofya yerine bir başkası olsaydı da Tolstoy’un karısına karşı (özellikle olumsuz denebilecek) davranışları değişir miydi, evliliği farklı bir seyirde mi devam ederdi hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak şunu söyleyebiliriz ki Sofya, Tolstoy’un “büyük Rus yazarı” olmasında ciddi pay sahibi. Sadece yazılanları temize geçme ve kopya etme gibi pratik eylemleri sayesinde değil; aynı zamanda Tolstoy’un “zihinsel” hırçınlığını ve yorgunluğunu taşıdığı, paylaştığı ve entelektüel olarak yapıp ettikleri konusunda fikir beyan ettiği için de “Tolstoy inşası”nda özel bir konumda bulunuyor. Buna rağmen Tolstoy karısına gereken değeri vermiş, büyük saygınlık göstermiş midir? Şahsen buna olumlu bir cevap vermekten imtina ediyorum. Tolstoy her bakımdan sadece karısı değil bütün çevresince takdir görmek isteyen ve saygı bekleyen bir adam oldu. Ancak aynı değeri ve saygınlığı en yakınındaki insana ne kadar gösterdi? Büyük bir soru işareti olarak bir kenarda kalmalı ve sürekli kafamızı meşgul etmeli bu soru.

Bunlar, her şeye rağmen bir bütünün parçaları. Her ne kadar huysuz, aksi, çoğu zaman bencil bir adamla birlikte olsa da Sofya Tolstoy hiçbir zaman Lev Nikolayeviç’ten vazgeçmiyor. Ölümüne birkaç ay kala, 7 Temmuz 1910’da günlüğüne yazdıkları, ona karşı beslediği aşkı bütün çıplaklığıyla gösteriyor: “Yüreklerimizi birleştiren bağı hiçbir şey koparamaz. Biz birbirimize uzun bir yaşam ve güçlü bir sevgiyle sımsıkı bağlanmışız” (s. 606).

Bu bağlılık her şeye rağmen Tolstoy’un yaşadığı dünyadan kopmasına engel olmuyor. 25 Ekim 1910’da şöyle yazıyor Tolstoy günlüğüne: “Hala aynı depresif duyguyu hissediyorum. Kuşkular, gizlice izleme ve içimde hissettiğim onun benim kaçıp gitmem için bir bahane vermesine yönelik günahkâr arzu. Ne kadar kötüyüm, önce uzaklara gitmeyi düşünüyorum, sonra da onun durumunu düşünüyor, onun için üzülüyor ve bunu yapamıyorum” (s. 845). Tolstoy’un karısı hakkında söyledikleri, artık 80’ini devirmiş yaşlı bir ihtiyar için fazlasıyla sarsıcı düşünceler. Bu gelgitli fikirler nihayetinde Tolstoy’un her şeyi geride bırakıp evinden kaçıp gitmesine sebep oluyor. Bir tren istasyonunda karısını son bir kez gör(e)meden ölmesi, “kaderin cilvesi”nden öte bir anlam taşıyor olsa gerek.

Bu kısa yazı ve Tolstoy’ların günlüklerinden yapılan bazı alıntılar, bütünlük içerisinde okunmadığı sürece net bir fotoğraf göstermeyebilir ancak bütün bunlar ikilinin çalkantılı hayatına dair küçük de olsa bir fikir veriyordur diye düşünüyorum. Tolstoy’lar, hiç durulmayan bir fırtınada yarım asır boyunca yönlerini bulmaya çalıştılar. Vardıkları nokta, varmak istedikleri yer miydi bilinmez. Yine de bütün bu karmaşık hayat hikayesine rağmen, ikilinin büyük bir aşkla yaşadıklarını söyleyebiliriz sanırım. Her şeye ve en çok da Lev Nikolayeviç Tolstoy’a rağmen…


(Bu yazı Nihayet dergisinin Haziran 2021 tarihli sayısında yayınlanmıştır.) [1] Rusçadaki yapısal ayrım, aynı soyada sahip kadın ve erkeklerde soyadların farklı yazılmasına sebebiyet veriyor. Lev Tolstoy’un eşi Sofya’nın da soyadı Rusçada “Tolstaya” şeklinde yazılıyor esas olarak. Ancak ikili arasındaki ortaklığı ve birlikteliği bozmamak/görebilmek adına yazı boyunca bu ayrımı dikkate almayacağım. [2] Sofya Tolstoy, Sofiya Tolstoy’un Güncesi, Çev. Muzaffer Kuşuloğlu, Düşün Yayınevi, İstanbul: 1985, s. 35. (Bundan sonraki alıntılarda metin içinde sayfa numarası belirtmekle yetineceğim.) [3] “Sofya” ismi, muhtelif kaynaklarda yer yer farklılaşarak “Sonya” olarak da geçiyor. Ben alıntıların aslına sadık kalmakla birlikte kendi yazdığım kısımlarda “Sofya” olarak kullanmaya devam edeceğim. [4] Lev Tolstoy, Günlükler: 1847-1910, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Dergâh Yayınları, İstanbul: 2021, s. 267-274. (Bundan sonraki alıntılarda metin içinde sayfa numarası belirtmekle yetineceğim.) [5] Lev Nikolayeviç Tolstoy, İtiraflarım, çev. Orhan Yetkin, Kaknüs Yayınları, İstanbul: 2005, s. 24.

MARX VE ALLAH ARASINDA ALİ ŞERİATİ – NATHAN COOMBS

Sol ve politik İslam arasındaki ilişki sorunlu olduğundan, Şeriati’nin Batı’da bilinmiyor oluşu temelsiz değildir. Şeriati, en azından devrim öncesi İran’ında, ikisi [sol-politik İslam] arasındaki hattı neredeyse tek başına kurmuştur. Dolayısıyla, “İslamo-faşist” gibi tartışmalı terimlerin bina edilişinde net bir “sağ” ve “sol” ayrımının lafazanlığını yapmak her ne kadar sıklıkla tercih edilen bir kolaycılıksa da onun [Şeriati] mirası meselenin bu kadar basit olmadığının açık bir göstergesidir.

Ütopya, Şeriati’nin toplumun ve öznenin sosyal-politik-ahlakî ve varoluşsal anlamda tamamen yeniden doğumunu hedefleyen politik kozmolojisinde büyük rol sahibidir. Şeriati’yi en azından katî bir Batıcı bakış nezdinde birçok politik İslamcının mükerrer dinî dogmalarından daha fazla ilgiye layık kılan, onun Batı felsefesini en ince ayrıntısına dek biliyor oluşudur. Asarının hiçbir yerinde Asr-ı Saadet’e dönüşe yönelik bir öneriye rastlanmaz, o daha çok, Kierkegaard, Fanon, Husserl ve Sartre’ı yankılar bir hâlde, entelektüelin rolüne ilişkin varoluşsal endişelere ve sonuç alıcı eylemin gerekliliğine meyleder.

Sağ ve sol kategorileri mevcut durumda bir faydalılık da arz etmezler, zira ütopyanın varoluşsal kaygıları ve solun fiilî durumu 20. yüzyıl marksizminde giderek birbirlerinin aksi yönünde ilerler hâle gelmiştir. Paradoksal olarak “sol”, olan bitene karşı ihtiyatlı olma noktasında ayak direyip elde olanı muhafaza etmemiz gerektiğinde ısrar ederken, “sağ”ın ütopya tasavvurunu liberal küreselleşme ideolojisi yoluyla “sömürgeleştirmesi” sonucu bahtımızın tersine döndüğü savlanabilir. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında da stalinist-kautskist bürokraside, Fransız Komünist Partisi’nin Cezayir’in bağımsızlık mücadelesini desteklemeyi reddedişinde, Adorno’nun öğrenci eylemliliklerinden desteğini çekmesinde ya da hepsi sözde “sol” ünvanlı mevcut çevreci hareketlerin muhafazakâr eğilimlerinde ütopya izleri bulmak mümkün değildir. Kaderine boyun eğmiş, ruhu çekilmiş bir sol, Fransız filozof Michel Foucault’yu İran devrimini tüm kalbiyle sahiplenmeye sevk eden unsurlardan olmuştur:

“İslamî” bir hareket olarak [devrim] bölgede [Ortadoğu] bir kıvılcımın vesilesi olabilir, istikrarsız rejimlerin yıkılmasını, daha köklülerininse tedirgin olmalarını sağlayabilir. Sadece bir din değil, bir yaşam biçimi ve tarihe ve uygarlığa bir bağlılık ifadesi olan İslam’ın dev bir barut fıçısına dönüşmesi olasılığı hayli kuvvetlidir.

Filistin kurtuluş hareketine ilişkin söyledikleri:

Bu dava [Filistin’in kurtuluşu] marksist, leninist ya da maoist karakterdeki hareketlerinkine nazaran çok daha güçlü bir dinamizmi haiz İslamî hareketçe içselleştirilirse neler olur kimbilir?

İşte bu noktada solun politik İslam’la tuhaf aşk ve nefret ilişkisine geliyoruz. Tam da ilerlemeci, ütopyacı bir sol bakış mevta olduğundan, modernizasyon teorisinin en bön biçimlerine bel bağladığından, eylem siyasetinin önceden belirlenmiş ve öngörülebilir imaları ve hatta orta sınıfların hayat standartlarına odaklı son politik hamlesi yüzünden, Batı solu, kendi dört dörtlük “Öteki” karşıtını “İslam”da bulmaktadır. Bütün o İslamo-faşizm tartışmalarının önünü almaya çalıştığı şey, solun İslam’a duyduğu bu çekimin özünde asla kötü bir şey olmadığı algısıdır. Geleneksel sol ve sağda bulunanlar her ne kadar sözkonusu etkileşime lânet okuyorlarsa da belki de gerçekte korktukları, örtük bir romantizmle yüklü o maoist ayaklanma çağrısı [“İsyan haktır!”] ve dahası solcu radikalleri her daim daha ılımlı yoldaşlarından koparmış olan o zamanlamayla ilgili konum almaya davet eden şiardır [“Vakit geldi!”].

Solcu aydınların geldiği eşikte devrimci öznenin etkinleştirilmesine bir dönüş mevcut ve solun yeni bir bakış edinmek üzere yüzünü döndüğü yer dindir. Slavoj Zizek, Alain Badiou, Terry Eagleton ve Giorgio Agamben, yakın tarihlerde devrimci öznelliğin öneminin altını çizmek maksadıyla hristiyan kanonuna bir biçimde dönmeyi öneren eserler verdiler. Ancak burada bir hinlik mevzubahis. İhtilâlci komünizmle dinî radikalizmin birbirlerine meftun olduklarını iddia ederken, gerçekte bu yazarlar dinî metinlerden son tahlilde materyalist teoriye hizmet edecek evrensel, laik ve ütopyacı bir epistemolojik kopuş çıkarabilmeyi umuyorlar. Yani ne yardan, ne serden geçiyorlar.

Şeriati’nin Çift Anlamlı Düşüncesi

Şeriati’ye adı geçen yazarların kullandığı stratejiyle saldırmak, yani onun felsefesinde radikal bir kopuş bulup o felsefenin dinî yükünü öylece fırlatıp atmak fazla kolay olurdu. Ama neyse ki Şeriati düşüncesi böyle bir formüle boyun eğecek türden değildir. Din onun düşüncesinin, halk nezdinde yüksek bir mertebeye ulaşan ve kitlelerin yörüngesi üzerinde devrimle neticelenen bir akıbete ulaşılması noktasında etki eden asarının derununda kazılıdır. Şeriati’nin süregelen anlaşılmamışlığı bahsine gelince; muhtelif iddialar onun [Şeriati’nin] düşüncesine tarafsız yaklaşabilmek hususunda atılan adımları baltalamak noktasında epey etkili oldu.

İlk evvela; Şeriati dünyadaki onca yer içinde, sonrasında [yani 1979’da] İran devletinin devrimcilerce ele geçirildiği 1978’de patlak veren genel grevden bir yıl önce, Southampton’da vefat etti. Bu vakıa Şeriati’nin etkisinin Mao ya da Lenin’inkiyle kıyaslandığında en müsbet değerlendirmeyle ele alındığında dahi uçta kalacağı yönündeki genel inanışa kaynaklık etti. İkinci olarak; Şeriati’nin, marksizmle İslamî kurtuluş teolojisinin yoz bir karışımı olduğu öne sürülen asarı, solu ve muhafazakâr İslamî hizipleri stratejik planda birleştiren, ama gerçekte varolan devlet ideolojisinin bir projesi olmak anlamında reaksiyoner dinî despotizme zemin ören bir ideolojik garabet olarak algılanıp belli bir kıymeti haiz görülmemiştir. Üçüncüsü; devrim sonrası devletin Şeriati’ye gösterdiği hürmet onun en fazla rejimin entelektüel bir müdafîi, ipleri Ayetullah Humeyni’nin elinde olan bir kukla olduğuna delil sayılmıştır.

Eyzan, Şeriati sadece tuzu kuru Batı’da, yine onun [Batı’nın] aklıselim yoksunluğundan mütevellit bilinmiyor değildir, Şeriati’nin asarı kendi memleketi İran’da dahi tüller altındadır.

Şeriati’ye dair kafa karışıklığının maddî zeminini izahen Şeriati’nin Marksizm ve Diğer Batı Mugalataları [ki bu başlık da onun tarafından konmuş değildir, Celâl Ali Ahmed’in Westoxification’ı[1] türünden, İran menşeli politik İslamın cinaslı isimler bulma âdetine paralel, kitabın editörlerince seçilmiştir.] adlı eserinin sunuş bölümünde Hamit Algar yeni devrimci hükümetin inşaını takiben, 79 Nisan’ında “Furkan” namdar bir küme hainin, kendi tefsirleriyle Şeriati’nin ruhban karşıtı olduğuna hükmettikleri mesajına binaen üst düzey hükümet yetkililerine yönelik bir suikast dalgası başlattığını nakleder. Algar, sözü edilenleri Humeyni’nin hükmü ile Şeriati’nin ideolojik projesi arasına nifak sokmak maksatlı ABD ajanları olarak mahkûm etmekle beraber bu noktada Amerikalıların geç kaldıklarını teslim eder: “İçişleri Bakanlığı Şeriati’nin düşüncesinin nüfuzuna ilişkin istihbarî çalışmalara çoktan başla”mıştır.

Mesele bu aşamada daha da müphem bir hâl alır. Marksizm ve Diğer Batı Mugalataları’nın ilk Farsça baskısı o tarihte mahpus olan Şeriati’nin rızası dışında ve yetkililerin teşvikiyle basılmıştır. Basılma gerekçelerine yönelik iddialar, kitabın basılmasının Şeriati’nin asarını gözden düşürmeye yönelik bir hamle olduğundan tutun da Şah’ın uykularını kaçıranın onun yanlış yargısıyla kızıl bir tehlikenin mevcut olmasından ötürü Şeriati’nin düşüncesine peşinen anti-komünist bir cihet kazandırmak olduğuna kadar çeşitlilik sergiler. Yine de tüm bunlara rağmen Algar, metni Şeriati’nin anti-marksizmine açık delil sayar.

Zannımca Şeriati’nin asarının bugüne, ona yönelik paranoya, şüphe, itham ve karşı-ithamlar ve devrimin artçı şoklarını yaşayan bir ülkede olağan sayılan politik manevralarla birlikte ulaşmış olduğu sarihtir.

Politik İslâm’a Yönelik Solcu Redde Karşı

 

İleri görüşlü filozofların gelecekten haber veriyor gibi görünmekle beraber aslında geçmişi yankıladıkları doğruysa Şeriati üzerine İngiliz dilinde yapılan daha nesnel çalışmalardaki eleştirel açılım, hiç de tesadüfî olmayan bir biçimde, dünya siyasî tarihinde merkezî önemde bir momente denk düşüyor demektir. Müslüman ve sosyalist hiziplerin savaş karşıtı eylemlerde güçlerini birleştirmelerine dair çok sözler edildi, en nihayetinde anlaşılan o ki, işler bu hassas ittifaka giden yolun taşlarını döşeyen çokkültürcü göreceklikçiliğin aleyhine dönmeye yüz tutmuş hâldedir. Monthly Review’un yakın tarihli bir sayısında ünlü solcu Semir Amin, solu uyanık olmaya davet ederken, Ortadoğu’da mütemadî bir reaksiyoner güç olarak gördüğü politik İslam’a saldırıyor:

Diyelim ki politik İslam gerçekten de önemli sayıda insanı harekete geçirme gücüne sahip; bu durum solun politik ya da toplumsal eylemlerde ittifak edeceği özneler listesine politik İslamcı örgütleri dâhil etmeye çabalamasını nasıl haklı çıkarabilir? Olur da kazara kimi şanssız sol örgütler politik İslamcı örgütlenmelerin onlara kucak açtığına inanma noktasına gelirlerse ikincilerin [Müslüman örgütlerin] iktidarı ele geçirmeyi başardığı takdirde vereceği ilk karar, sırtlarında kambur hâline gelen müttefiklerini İran’da Halkın Mücahitleri ve Halkın Fedaileri’nin başına geldiği gibi müfrit bir şiddetle likide etmek olacaktır.

Ancak Amin’in polemiği samimi olmaktan uzaktır. İslamî hareket içindeki çeşitlilik ve çelişkileri bal gibi biliyor oluşu bir yana, bir marksist olarak kurduğu bu diyalektik içre belirenin, politik İslam’ın tepkisel özelliklerinin inkârı olduğunun da farkında olmalıdır. Politik İslam dâhilinde, bir yandan, Latin Amerika varyantında, Che’nin ölümünden bu yana en radikal eşitlikçi kurtuluş teologlarına siyasî zemin sağlarken öte yandan Nazi Almanya’sının savaş suçlularına yataklık etmiş olmakla namdar Katolik Kilisesi’nden daha fazla faşizme meyyal bir tutum mevcut değildir. Ortadoğu solunun politik İslam’ı külliyen reddetmesi gerektiği fikri aptalca olmakla kalmayıp, en azından tarihin bu belirli ânında politik anlamda intihara tekabül eder. Bölge de yaşanan değişimin gerçekten tesirli olduğu yerlerde, sözgelimi Mısır’daki giderek artan grevlerde, İslamcılarla kurulacak olan bir koalisyon sadece meşrulaştırıcı bir unsur olarak değil, aynı zamanda Müslüman Kardeşler örneğinde görüldüğü üzere İslamcıları sola çekecek bir eleştirel söylemsel rabıta olarak da işlev görecektir.

Alain Badiou Being & Event için kaleme aldığı beklenen yazısı “Dünyaların Mantığı”nda politik İslam’dan ilerlemeci, devrimci bir öznelliğin ortaya çıkabileceği düşüncesini reddediyor:

[…] günümüz politik İslam’ını, özellikle de onun emsali görülmemiş kriminal vasıtalar yoluyla petrol kartelinin meyveleri üzerinden Batılılarla rekabet hâlinde olan ultra-reaksiyoner varyantlarını, jeneolojik olarak izaha çalışmak beyhudedir. Sözü edilen politik İslam, Gelenek ve Yasa aracılığıyla bazılarının kendisi üzerinden kurtuluşu yeniden keşfetmeye çabaladığı parçalı girişimlerin alternatifi olma ve post-sosyalist şimdiyi gizleme amacı güden -dinin bizatihi kendisinden doğal [ya da rasyonel] yollardan türetilemeyecek- yeni bir din manipülasyonudur. Bu bakış açısından politik İslamcılık, hem politik deneyimin mevcut hâlini üreten sadık öznelere, hem de insanlığı adına yaraşır biçimde ihtira etmek üzere yarılmaların elzem olduğu düşüncesini reddeden, dahası kurulu düzeni süreğen bir kurtuluşun mucizevî hamili olarak gösteren tepkisel öznelere göre asrîdir. Politik İslamcılık, olsa olsa günümüz obskürantizminin öznelleştirilmiş adlarından biridir.

Bunlar sıklıkla duyduğumuz laflardır. Badiou’nün, kurduğu polemiğin selâmeti bakımından, bütün politik İslamcıları ebedî yasanın obskürantist müdafileri olarak aynı kefeye koyma yoluna başvurmak zorunda kalışı bu aşamada hiçbir işe yaramayacak denli üstünkörü bir değerlendirmeye yol açmaktadır. Biz, en iyisi, Şeriati’ye dönelim.

Et ve Kan: 1933’ten 1977’ye

Ali Şeriati, İran’da fevkalade ideolojik yarılmaların yaşandığı bir zamanda, 1933 yılında dünyaya geldi. İranlı filozof-teolog Ahmet Kasravi, 1946 yılında öldürülmesine neden olacak olan, Şii İslam’ın geçerliliğini sorgulayan ve ruhbanın rolünü reddeden bir kitap yazmıştı. 1941 yılında sosyalist/komünist Tudeh partisi kurulmuş ve 1947 yılında Ali Şeriati’nin babası Muhammed-Taki Şeriati “İslami Hakikati Yayma Merkezi”nin kuruluşunda rol almıştı. Topluluk, köktenci bir izlenim bırakmakla beraber aslında reformist olan ve zaman geçtikçe İslam’ın uysal bir ritüelizmin ve ruhbancılığın açmazına saplandığına işaret eden, toplumsal eşitsizliklere ve ülkeye nüfuz etmiş bulunan emperyal bağımlılığa daha fazla parmak basabilmek adına İslam’ın neler yapabileceği üzerine kafa yoran radikal İslamcı bir tefsir merkezi hâline gelen bir yapılanmaydı.

Tudeh’in İran’ın ilericileri arasında giderek artan popülaritesi Şeriati’nin babasını onların marksist düşünceleriyle ilişkilenmeye zorlamıştı. Böylelikle, 1940’ların sonunda İslam ve Marx arasında diyalektik bir rabıta kuruldu. Merkez’in seküler Tudeh’e rakip olarak konumlanması ile bu doğum hâlindeki politik İslam modeli onların fikirlerinin çoğunu içerme yoluna gitmek durumunda kalmıştı. Böylece İslamî sol, politik alana İslam adına yeni düşünceler taşımakla beraber toplumun ve dinin şümullü bir eleştirisini yapmak yerine idealize edilmiş bir geçmişi; “Asr-ı Saadet”i, canlandırmayı hedefleyen muhafazakâr, dirilişçi ekolden ayrılıyordu.

Şeriati, öğrencilik yıllarında, temelde İslamî solun ve bir dizi hizbin, gayrıresmî uydu örgütlenmelerin ve irili ufaklı politik grupların yarattığı devinim içinde tedricen politize oldu. Basılan ilk eseri babasının yarım bıraktığı bir proje olan, Abdülhamit Cevdet Etşar’ın “Ebu Zer-i Kifari” adlı kitabının çevirisiydi. Ebu Zer, tarihsel gerçeklikle uyuşup uyuşmadığı bir yana, inan dıkları uğruna her şeyini fedaya hazır bir İslamî ultra-komünist olarak resmediliyordu. Ali Rahnema’dan Şeriati’nin yaratımının neye benzediğini dinleyelim:

Ebu Zer eşitlik, kardeşlik, adalet ve kurtuluş vaaz eden, dava adamı, muhalif, devrimci Müslüman için bir alegori, kod ya da işarettir… Şeriati, gururla “Ebu Zer[in] Fransız Devrimi sonrası eşitlikçi ekollerin cümlesinin atası” olduğunu iddia edebilmiştir.

Bu Şeriati’nin, mutlak olgusal ya da ideolojik bağlamdan bağımsız olarak, tahrik etme maksatlı, stratejik bir müdahalede bulunarak gösterdiği leninist eğilimlerinin ilk örneğidir. Bu eklektik eğilim, 1959’da Paris’e taşınıp birbirinden farklı ekol ve hiziplerden birçok filozof, devrimci ve Fransız akademisyeniyle tanıştığında ivme kazanacaktır. 1962’de Jean Paul-Sartre’ın, Franz Fanon’un “Dünyanın Lanetlileri” eseri üzerine verdiği bir konferansa katılır; her iki tarihsel kişilik de Şeriati’nin kurtuluş teolojisinin biçimlenmesi üzerinde etkili olmuştur. Şeriati aynı zamanda, Katolik Kilisesi nezdinde İslam’ın daha iyi anlaşılmasını sağlamış olması ile bilinen, meşhur oryantalist Louis Massignon’un da etkisinde kalmıştır. Üniversitede, müfredatı, diğer birçoklarının yanı sıra, Marx, Weber ve Durkheim’ı içeren sosyoloji dersleri almıştır. 1960 Paris’inin delişmen atmosferinde Şeriati’nin dünyanın dört bucağından felsefelerin yoğun ve engin bir terkibine maruz kaldığını söylemek mümkündür. Bu durum muhtemelen Şeriati’nin birçok Üçüncü Dünyacının şovenist milliyetçi temayüllerinin ötesine nasıl olup da geçebildiğini izaha kadirdir.

Meşhed Üniversitesi’nde çalışmaya başladığında dersleri üniversite bürokratları ve İran istihbarat servisi SAVAK nezdinde ne kadar rağbetten uzaksa, öğrencilerce o kadar ilgi görmüştür. Yüzlerce öğrencinin katıldığı dersleri, tamamen ilgisiz bölümlerden öğrencilerin kendi dersleri yerine sırf onun konuşmalarını dinleyebilmek için onun sınıfına gelmeleriyle bir tür fenomene dönüşürken sadık bir dinleyici çevresi bu dersleri kaydedip bilahare deşifre etmiştir. Bu transkripsiyonları muhteva eden kitapları yurt sathına yayılmıştır. Onun düşünceleri olası tüm konuları içeren çoklu sentezler ve nüanslarla yüklüdür. Rahnema bu durumu şöyle anlatır: “O birinci sınıf bir eklektiktir; kısmen Müslüman, kısmen Hristiyan, kısmen Yahudi, kısmen Budist, kısmen Mazdeki, kısmen Sufi, kısmen heretik, kısmen varoluşçu, kısmen hümanist, kısmen de şüphecidir.” Onun politik İslam’ı, algımızı gölgeleyen tüm o kolaycı dikotomileri boşa çıkarır: kadınların tam eşitliğinden ve liberal bir hoşgörü ve saygı nizamının hizmetinde değil, aksine halk zümresi içinde, radikalizasyonun fitilini yakmanın vasıtası olarak, ruhban karşıtı ve Sufi ruhaniyetçilik yandaşı bir reformasyondan yanadır. Onun Marx okuması tamamen talidir:

İslam Şinasi’de [İslam Bilim] Şeriati Stalin’i “ekonomizm”le ve “tarihsel materyalizm” terimini uydurmakla suçlar. Marksizmi indirgemecilik, ekonomizm ve materyalistik determinizm suçlamalarından aklama girişimi içinde, İslam Şinasi’de, marksizme bu yaftalar üzerinden saldıranların bilimsel marksizmle resmî marksizm arasındaki ayırımı göremediklerini vurgular.

Asarının merkezî iradeci mesajı mühimdir. Eşitlikçi bir sınıfsal tesviye hareketi için uygun zaman hangisidir? Hiçbir zaman… Bu eylemin ne zaman gerçekleşmesini istiyoruz? Hemen şimdi… İradeci ve daha uygun bir sözcüğün yokluğundan ötürü şimdilik tercih edeceğimiz adlandırmayla deterministik ekoller arasındaki bu bölünme özellikle Marksist-Leninist Halkın Fedaileri gerillaları arasında 1970’li yıllarda yaşanan tartışmada olmak üzere, kendini, muhtelif biçimlerde, İran solu nezdinde de göstermiştir. Şah’ın 1963 tarihli “Beyaz Devrim”i İran’da ilerici bir takım reformlara yol verdiğinde ülkede bir devrimin gerekliliği ve uygunluğu tartışma konusu hâline gelmişti. Halkın Feadileri’nin ana teorisyenlerinden Mesut Ahmetzade-Heravi ülkede devrim açısından uygun olan bütün koşulların varlığına rağmen neden emekçi sınıfların rejime başkaldırmadığının izahını vermeye çalışmıştı. Vardığı sonuç, baskı düzeyinin yüksekliğinden mütevellit devrimci eylemliliğe yönelik bir tarihsel bilinçliliğin gelişme fırsatı bulamadığı ve dolayısıyla sadece silâhlı bir öncü gücün kitleleri derin uykularından uyandırmaya kadir olabileceği yönündeydi.

Son Teorik Hamleler ya da Bir Aziz Şeytana Arabuluculuk Yapar mı?

İradeci şiddetin varoluşşal kudretine ilişkin bu fikirler Franz Fanon’un ve dönemin Latin Amerikalı teorisyenlerinin fikirleriyle olağanüstü bir benzerlik sergiliyordu. Yine benzer bir şekilde, iradecilik sorunu 1970’li yıllarda İtalyan solu içinde de önemli bir yarılma konusuydu. Mario Tronti’nin işçiler ve sermaye arasındaki dolaysız antagonizmanın merkezîliğine ilişkin teorizasyonu, bu antagonizmayı hayata geçirme yönünde kaçırılan tarihî fırsat, işçi hareketinin başarısızlığa uğrayışı ve 70’lerin İtalya’sı özelinde devletle, yahut aşırı sağcı gruplarla kıyaslandığında çok daha yoğun yaşandığı aşikâr olan bir on yıllık solcu şiddet dönemi arasında sıkı bir mantıksal bağ vardır. Bu duruma binaen, işçi eylemliliğine dayalı, teleolojik bir marksizmden kopan İran solu, o tarihte dünyanın her yerinde hüküm süren, silâ mücadeleyi devrimin sonucu değil, önkoşulu kabul eden siyaset anlayışı yoluyla gerilla şiddetini meşrulaştırdı.

Eğer Şeriati’nin marksizm tefsirleri solcularınkiyle kıyaslanırsa, “emperyalizm” başlığında bu tefsiratlarda bir senkronizasyonun varlığı göze çarpar: “İslam ve kolonyalizmin ilke ve hedefleri tamamen karşıttır. Aralarında antagonistik bir çelişki bulunduğundan bu ikisini uzlaşmaz hasımlar saymak yerindedir.”

Yine de solun çöküşünü getiren ve İran’ın iç çelişkilerine ve dâhilde yaşanan toplumsal baskıya kör bakmasını koşullayan, Halkın Mücahitleri’ni, Halkın Fedaileri’ni ve Humeyni’yi, devrimci kuruluş noktasında aralarında varolan fikrî ayrılıkları gözardı etmeye iten emperyalizm odaklı düşünme biçimiydi. İslam her ne ise, herkese açık olduğu muhakkaktı. Ancak Şeriati’ye göre, İslam, sadece İran’ı emperyalizmin boyunduruğundan kurtaracak olan değil, aynı zamanda ülkeyi her toplumsal vektörü içerecek düzeyde bir eşitlik devletinin idaresine verecek bir dönüşümcü devrimci teolojiydi.

Şeriati’nin devrimci fraksiyonlar üzerindeki dolaysız etkisine gelince; işler işte bu noktada zorlaşıyor. Şaibeli Furkan grubu bir yana, Şeriati’nin takipçileri bizatihi kendilerinin idaresinde etkili bir politik hareket oluşturmak üzere biraraya gelmediler. Gerçekten de ilk bakışta, hiçbir zaman Şeriatici bir ideolojik örgütlenmenin varolmadığı düşünülürse, Şeriati’nin, bazılarınca yapıldığı gibi, nasıl olup da devrimin ideologu olarak payelendirileceği açık değildir. Tek bildiğimiz fikirlerinin kampüslerde ve camilerde yayıldığı, elit entelektüel çevrelerde ve kısmen Halkın Mücahitleri ve Fedaileri arasında rağbet gördüğü ve bir yerde Humeyni’nin onun yazdıklarına bir biçimde rastgeldiğidir.

Ancak devrimin son yıllarında, ruhbanın radikal kanadının karizmatik sürgün lideri Ayetullah Humeyni’nin solun ideolojik boşluğunu tekeline alma girişiminde bulunduğu, sınıf analizlerine meylettiği ve popülist bir retorik tutturduğu kesin bir doğrudur. Bu durum, solun ideolo jik planda koopte edilmesine yönelik bir köprü vazifesi görme noktasında Şeriati’nin rolünün ne olduğu sorusunu gündemleştirmektedir. Humeyni’nin sentetik bir İslamî-sol retorik inşa etme yönündeki hamlesi mümkün olduğunca çok özneyi kendi çatısı altında toplama uyanıklığıyla izah edilebilir. Yoksa gerçekten de, Şeriati’nin felsefesi, yanlış ifadelendirilmiş eklektizmi ve anti-sistematik ontolojisi yoluyla solun kooptasyonunda malum köprü işlevini görmüş müdür?

Eğer Humeyni’nin meşhur bir özelliği varsa o da elini hiçbir zaman açık etmemesidir. Yakın çevresinden kimileri dahi Velayet-i Fakih konseptini devrimin hemen sonrasına kadar anlayamamışlardır. Michel Foucault da bir milletin kolektif iradesinin sessiz mihrakı olan bir adamın devrim sonrasının karizmatik efendisine dönüşmesi karşısında oldukça şaşırdığını itiraf etmiştir. Humeyni’nin, solun dil ve ikonografisini oportünist ve sinik bir usulle içermiş olması muhtemeldir, ancak Şeriati ve İslamî solun Ayetullahlarla sol arasında aracılık ettiği mutlak görünüyor.

Şeriati’nin felsefesinin 1979-81 yılları arasında gerçekleşen muhafazakâr “ikinci devrim”in suçlularından mı yoksa henüz kuvveden fiile geçmemiş solcu bir politik İslam için dönüşümcü bir model mi olduğu sorusuna verebileceğimiz bir yanıt henüz mevcut değil. Bir anlamda, Rahnema’nın [Ali Rahnema, An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shari’ati [İslamî Bir Ütopyacı: Ali Şeriati’nin Politik Biyografisi], 2000, New York: IB Tauris&Co Ltd. N. Coombs’un makalesi bu kitabın eleştirisidir. -ç.n.] Şeriati’nin aziz mi, yoksa şeytan mı olduğu yollu sorusu da yanıtsız duruyor. Gerçek bir İslamî sol küllerinden doğmayı mı bekliyor, yoksa İslam, Badiou ve Amin’in resmettiği gibi, her daim reaksiyoner bir güç olmaya mı yazgılı? Bu soruya yanıt vermek kolay değil, ancak en azından Şeriati’nin mirası bütün müphemliğine rağmen bizi risk almaya davet ediyor.


Nathan Coombs, Londra’da, Uluslararası Politika, Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda doktora öğrencisidir. Yirminci yüzyılın ideolojik diyalektiği dâhilinde İran Devrimi ve günümüz sol teorisi ile ilişkisi üzerine doktora tezi hazırlamaktadır.

Kaynak: http://istiraki.blogspot.com

[1] İngilizce karşılığı batı [west] ve ağıla[n]ma [toxification] sözcüklerinin biraraya getirilmesi yolu ile türetilmiş İranî terim kastediliyor. Aslı Garpzedegi’dir. Sözü edilen kitap Türkçede “Batılılaşma Hastalığı” adı ile basıldı. Yazarın zikrettiği Marksizm ve Diğer… adlı kitaba Türk yayıncılarının seçtiği başlık ise başka bir hinliğe işaret ediyor. Kitabın Türkçedeki adı Marksizm ve Diğer Batı Düşünceleri’dir; doğru tercüme “mugalata” olmak durumundadır, zira Şeriati’nin Batı düşüncesini tasnifi onun bir yarım doğrular kataloğu olmak anlamında, son tahlilde bir yanıltmacadan ibaret olduğu yönündedir. –ç.n.

“USULÜNE GÖRE GÖMÜLMEYEN HER ŞEY SONRADAN HORTLAR!”* LAZARUS – FIRAT DEVECİOĞLU 

Karanlığa gömülü küçük bir odada, üstü çıplak genç bir adamın odadan daha karanlık gölgesi dolaşıyordu. Anılarla gelen pişmanlıklar etrafını sarmıştı. Televizyonun karşısındaki kanepeye dikmişti gözlerini. Yüzünde geri dönüşü olmayan bir acının izleri geziniyordu. O ve bu oda, sessiz ve karanlıktı. Zaman, tozlu ve üzgündü.

Tam bir yıl önce, ağustos başlarında, çok sıcak bir günde, annesini buraya getirmişti. Kadıncağız hastaydı. Günbegün hastalığı ilerliyor, bilincini kaybediyordu. Bulduğu en akıllıca kalpsizçözüm, hayat yorgunu annesini, bu özel bakımevinin terk edilmiş odasına bırakmaktı. Ona burada iyi bakacaklardı! Ne de olsaözel bir bakımeviydi. Ondan sorumlu bakıcıları olacaktı. İhtiyarkomşuları ile dertleşebilirdi. Odası her hafta temizlenecek, ilaçları takip edilecekti.

Önüne konan sözleşmeyi doğru dürüst okumadan imzaladı. Bir beladan kurtulmak istercesine, cebindeki tüm para ile odanın bir yıllık kirasını peşin ödedi. Küçük bir kız çocuğunu okula bırakmaya götürür gibi annesinin elinden tuttu. Koridorda küçük adımlarla ilerlediler. Kadıncağız gülümsüyordu. Gözleri, bakıma muhtaç yaşlı insanlara özgü sevinç ve saflıkla bakıyordu. Odanın önünde durdular. Genç adam beyaz kapıyı araladı. Yaşlı adımlar, itiraz edemeden içeri girdi. Sisli, durgun bir gölde ilerleyen bir kayığın içindeydi artık annesi. Yalnız ve acılı bir ölüme doğru götüren beyaz bir kayıktı bu.

O gün, terk etti annesini. Rahatsız edici bir ferahlıkla zavallı hayatına geri döndü. Birkaç cılız telefon dışında onunla görüşmedi. Hiç uğramadı. Nihayet, terk edildiğini anladı annesi. Hastalığı hızla ilerledi. Bilincini kaybediyor, aynada kendini tanımadığı günler sıklaşıyordu. Saflıkla bakan gözlerinin ışığı sönmüştü. Altı ayın sonunda, kendini ve nerede olduğunu bilemez hale gelmişti.

Ocak ayının en soğuk gününde, açık televizyona bakar halde, ne gördüğünü bile bilmeden, o kanepede öldü kadın. Öğle vaktiydi. Cansız bedeni saatler sonra fark edildi. Genç adamın haberi olmadı. Kimse ulaşamadı ona. Ortak bir tanıdık da yoktu. Telefonuna bakmadığı birkaç gün içinde, kimsesizler mezarlığına defnettiler annesini.

Yaşam, bazen son ana kadar beklese de, hiçbir şeyi karşılıksız bırakmayan bir bilge olduğunu gösterdi. Ölüm haberini aldığı andan itibaren, vicdanına ansızın dolan karabulut, genç adamı nefessiz bırakmaya başlamıştı.

Her akşam işten çıkıyor, doğruca bu odaya geliyor, karanlık köşelerde küçük adımlarla dolaşıyor, annesinin gölgesini takip ediyordu. Gözleri, onun son nefesini verdiği yere takılıyordu.

Genç adamın odada yalnız kaldığı ilk pazar günüydü. Duvarların arasından bir ses yükseldi. Annesinin sesiydi bu. Ona seslendiğini duymuştu. Korkmadı. Mutlulukla cesaretin iç içe geçtiği yabancı bir duygu doldu yüreğine. Ertesi gün işten erken çıktı, koşar adım bakımevinin yolunu tuttu. Karanlığın ortasında bekledi. Onun sesini duymak için odanın sessiz duvarlarına kulak verdi. Bu defa annesinin kokusunu çekti içine. Göremiyor, dokunamıyor, ama yanında olduğunu hissediyordu. Islak uzun saçlarının altındaki kuru dudakları bir dua okurcasına hareketlendi. Kendine kırgın sesinden çıkan her bir kelime, boşlukta yankılanıyordu.

“Demek altı ay boyunca tek başına buraya uzandın anne.”

Annesinin, şahit olamadığı, ölümü bekleyen hali gözününönünde belirdi. Onun yanında ağlamaktan utanıyor, gözyaşlarınıtutmaya çalışıyordu.

“Şu odaya giren görevli söyledi. Sadece benim ismimi sayıklıyormuşsun. İnsanı tek unutmayan annedir. Böyledir.”

Başını, annesinin yastığına gömdü. Genç adam haykırırcasına bağırıyordu şimdi.

“Kapkara bir vicdanla baş başa kaldım!”

Vefasız kalbinin, varlığından haberi olmadığı bir parçası uyanışa geçmişti. Bu yıkıcı kayıp sonrası, yalnız ama en azından ne istemediğini bilen bir adamdan, dalgın ve varlığını sorgulayan bir hayalete dönüşmüştü. Gündelik hayata uyum sağlayamıyor, aklını bir türlü toplayamıyordu. Özgürlüğünün tahtında vicdan azabı oturuyordu.

Annesi öldükten iki hafta sonra işini kaybetti. Özel bir üniversitenin içinde, on metrekarelik bir fotokopi odasında çalışıyordu. Ölümün kucağına bıraktığı annesi için hayatın kendisi olsa da, onu her gün gören öğrenciler için önemsiz bir fotokopiciden ibaretti.

Hayattan nefret ederek uyandığı soğuk bir günün sabahıydı. Fotokopi makinesinin sağa sola salınan beyaz ışığına kendini kaptırmış halde fotokopi çekiyordu. Bir adam, odadan içeri girer girmez, elindeki kitabı yüzüne fırlattı ve bağırmaya başladı.

Fırat Devecioğlu  Kaynak: Lazarus – Tanrı Oyuncağı, Destek Yayınları


* Lacan

Lazarus: Hıristiyan ikonografisinde en sık işlenen mucize Lazarus’un dirilişi, ölen kişinin yerinden doğrulurcasına hareketlenişini ifade etmek amacıyla tıp literatürüne “Lazarus refleksi” olarak girmiş.

JOHN BERGER: VE KÖTÜLÜK SABİT, YOK EDİLEMEZ BİR GERÇEKLİK ŞİMDİ

DÜŞ

Anadilimin bütün şivelerini bir avuç toprağa gömdüm hepsi uykuda şimdi karıncaların topladığı çam pürleri gibi bir gün bir başka gezginin sendeleyen çığlığıyla kazara uyanırlar belki ısınıp gevşeyerek gezgin duyar bütün gece böylece ninni dinler gibi gerçeği Demiryolları inşa edilmeden önce, insanlar düşlerinde istasyon yerine ne görürlerdi acaba? Dik, keskin kayalıklar belki, belki de kuyu ya da demir ocakları? Bu soru da tramvay ya da otobüs gibi tren istasyonuna yaklaşmanın bir yolu. On dokuzuncu yüzyıl yapılan içinde anahat tren istasyonları, o eski kavuşma duygusunun insana en derinden hissettirildiği yerlerdi. Depolar, bankalar, oteller, tiyatrolar, pazarlar ise birer paravandı, ya da bir başka deyişle, bu yapılar birer düştüler. Tren istasyonuysa -hangi mimari anlayışın süsüne, gösterişine bürünürse bürünsün- bütün çıplaklığıyla gözler önündeydi hep. Çünkü istasyonlar kavuşma ve ayrılma diyarlarıydı ve hiçbir şey bu iki olayın önemini örtemezdi. Geliş ve gidiş. Kavuşma ve ayrılma. Düşler tren istasyonlarını buyur etmeye öyle hazırdılar ki – çünkü değişik biçimlerde de olsa tren istasyonu duygusu insan için zaten bildik bir şeydi.

“Hamal” sözcüğünün Yunancası “metafor”dur. Bu da, ulaştırma, toplama, dağıtma meselelerinin imgelemle nasıl da derinden bağıntılı olduğunun anımsatıcısıdır. Limanlar tren istasyonlarından daha alçakgönüllüdür, gidip gelinen mesafeler daha uzun olsa da, denizler, tren rayları gibi yalnızca ulaşım amacıyla inşa edilmemiştir. Havaalanlarıysa çok kibardır, gerçeklik havaalanlarından hep bir kaçış içindedir. Bir tren istasyonunda kişisel ve kişisel olmayan bir arada var olur. Ulaşım yerleri bellidir. Trenler basılı tarifeye göre bir düzen içinde hareket eder. Raylar sabittir. Ama her yolcuya, uğurlamaya ya da karşılamaya gelmiş herkese göre beklenen trenin anlamı değişir. Bu anlamlar, yüzlerin, bagaj ayrıntılarının, peronlarda kucaklaşan insanların sarılış ya da hoşça kal deyişlerinin yakın gözleminden çıkartılabilir. İlk inenlerin bazıları İspanyol’du, şehre yerleşmiş göçmen işçilerin akrabalarıydı. Perona dizilmiş küçük çocuklar büyüklerinden daha az sersemlemiş görünüyorlardı; sanki çocukların gözünde bir şehrin öbüründen hiç farkı yoktu, hepsi eşit derecede bildik ve yabancıydı. Arka vagonlardan bir adam tutuna tutuna, iki Alsas köpeğiyle birlikte indi. Daha sonra lokomotif gövdeden ayrılıp çekildi, treni öyle bir başına bıraktı. İşte o an peronun sonunda seni gördüm. Üstünde bir pantolon vardı. Tek başına kalmış trenin yanındaki o uzun platforma saçılan, çukur vadinin öğleden sonraki engin beyazlığında öyle küçük görünüyordun ki! Senin görünmenle her şey değişivermişti. Demiryolu altındaki geçitten batan güneşe, panoda tren vakitlerim bildiren rakamlardan dama tünemiş martılara, henüz görülmeyen yıldızlardan damağımda kalmış kahve tadına dek her şey. Çok zaman önce içine doğmuş olduğum koşullar ve rastlantılar dünyası bir odaya dönüşmüştü. Artık “ev”deydim.

Yolcuların geçiş kâğıtlarını sınır polisine göstermek üzere oluşturdukları kuyruğa girdin. Memur seni tepeden tırnağa süzdü ve benzerlik kırıntıları bulmak için pasaportundaki o eski fotoğrafa uzun uzun baktı. Sonunda başıyla onayladı ve kollarım açtın bana. Otobüs durağında gazete satan adamın gözünde, yarım saat önce ondan gazete alan aynı kır saçlı yabancıydım. İlk gördüğünde yalnız, şimdiyse yanımda başı eşarplı, aynı yabancı dilde konuşan bir kadınla oluşumun dışında bir değişiklik görmüyordu. Elma ağaçlarının kabuklan soyuluyor kafa derimde an iğneleri kovanın öfkesini gösteriyor koru, bir tanem, tatlılığını. Gök başparmaklarını gözlerime bastırıyor yıldız kümeleri kayıp gidiyor koru, bir tanem, tatlılığını. Dağı özleyen kum kadar dinmek bilmeyen yağmur beni yatağa hazırlıyor koru, bir tanem, tatlılığım.

On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda sosyal adaletsizliğe karşı en doğrudan protesto biçimi düzyazıydı. Zamanla insanların us’u fark edeceklerini, zaten tarihin de us’tan yana olduğunu savunan us güdümlü yazılardı bunlar. Bugünse, bu konu hiç de öyle kesin görünmüyor. Sonunda böyle bir şeye varılacak diye bir garanti verilmiyor. Geçmişteki ve şimdiki acılar gelecekte evrensel bir mutluluk çağıyla pek silinecek gibi görünmüyor. Ve kötülük sabit, yok edilemez bir gerçeklik şimdi. Bütün bunlar da çözümün -yaşama vermemiz gereken anlamla barışma yolunun ertelenemeyeceği anlamına geliyor. Geleceğe güvenilmez. Gerçek olan an şimdidir. Ve bu gerçeği gitgide daha yoğun bir şekilde soğuran şey düzyazıdan çok şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok güven verir, ama şiir kanayan yaraya seslenir. Dilin üstün yanı yumuşaklığı değildir. Kapsamındakileri, bir aşk sözcüğünü bile, acımasız bir katılık içinde barındırır; önemli olan sözcük değildir: Her şeyin başı dilin nasıl kullanıldığıdır. Dilin özelliği potansiyel olarak eksiksiz oluşudur, sözcükler yardımıyla insan yaşantılarının tümünü -olmuş ya da olabilecek her şeyi- barındırma potansiyeli vardır. Dil konuşulmaz olana bile yer ayırır. Bu anlamıyla dilin insanın tek barınağı olduğu, insana düşman olmayan tek barınağı olduğu söylenebilir. Düzyazı bağlamında, bu ev uçsuz bucaksız bir alan, rayların, patikaların, caddelerin kesişip uzadığı bir ülkedir; şiir bağlamındaysa, bu barınak tek bir merkezde, tek bir seste yoğunlaşır ve bu ses aynı zamanda hem bir sesleniş hem de seslenişe verilen yanıttır. İnsan dille her şeyi anlatabilir. Bu yüzden dil herhangi bir sessizlikten ya da tanrıdan daha yakındır bize. Dilin bu açıklığı bir kayıtsızlık anlamına da gelebilir. (Dilin kayıtsızlığı bültenler, kanun kayıtlan, bildiriler ve dosyalarca sürekli kullanılır ve soruşturulur.) Şiir dilden bu kayıtsızlığım yıkmasını ister ve dili özen göstermeye çağırır. Şiir nasıl böyle bir çağrıda bulunur? “Şiir emeği” ne demektir?

“Emek” demekle söylemek istediğim, bir şiir yazılırken gerekli iş değil, yazılmış şiirin becerdiği iş. Her özgün şiir, “şiir emeğine” hizmet eder. Ve bu tükenmez emeğin amacı yaşamın birbirinden ayırdığı ya da vahşetin parçaladığı şeyleri bir araya getirmektir. Fiziksel acı çoğunlukla eylem aracılığıyla azaltılabilir ya da dindirilebilir. İnsanlığın bütün öbür acılan şu ya da bu tür ayrılıklardan doğar. Şiirin “dindirme” yöntemi daha dolaysızdır. Şiir hiçbir kaybı onaramaz, ama ayrılığa yol açan uzama karşı koyabilir. Bunu da dağılmış olanı sürekli bir araya toplamakla ortaya koyduğu “emek” ile becerir. Üç bin beş yüz yıl önce Mısırlı bir şair şöyle diyordu: Ah sevgilim öyle güzel ki havuza girip yıkanmak gözlerinin önünde izin vermek görmene ıslak giysim nasıl sarılıyor gövdemin güzelliğine Gel de bir bak. Şiirin eğretileme kullanma, benzerlikler keşfetme eğilimi, karşılaştırmalar yapmak (buna benzer tüm karşılaştırmalar hiyerarşiktir), ya da herhangi bir olayın önemini azaltmak için değil, varoluşun parçalanamaz bütünlüğünün kanıtı olacak karşılıklar bulmak içindir. Şiirin yakınlık duyduğu şey bu bütünlüktür ve bu yakınlık duygusallığın tam karşıtıdır; duygusallık hep bir affa sığınmanın, bölünebilir şeylerin peşinde koşar. Eğretileme ile bir araya toplamaktan başka şiir “ulaşım” gücüyle birleştirir de. Bir duygu ulaşımım evrensel ulaşıma eşitler; belli bir noktadan sonra söz konusu uçlar önemini yitirir ve geriye sadece aşırılığın yoğunluğu kalır; uç noktalarsa ancak dereceleri sayesinde birleşebilirler.

Anna Ahmatova: Sabit siyah ayrılıktan aldığım pay denk seninkine. Neden ağlıyorsun? İyisi mi ver elini ve söz ver bir düşte geri döneceğine. Sen ve ben acıdan bir dağız, sen ve ben bu dünyada bir daha hiç karşılaşmayacağız. Hiç olmasa gece yarıları bir selam gönderebilsen yıldızlardan. Burada nesnel ve öznel olanın birbirine karıştırıldığım tartışmak, günümüzde çekilen acıların eriştiği noktayla çelişen deneyci bakış açısına geri dönmektir; doğrusu oldukça tuhaf, haksız bir ayrıcalık istemidir bu. Şiir dilin özen göstermesini sağlar, çünkü her şeye bir içtenlik katar. Bu içtenlik “şiir emeği”nin bir sonucu, şiirin söz ettiği her olayı, adı, eylemi, bakış açısını içtenlikle bir araya getirmesinin sonucudur. Genelde, dünyanın bu zalimliğine ve kayıtsızlığına karşı koyacak daha dayanıklı bir şey yoktur. Nerden gelir bunca acı? Nerden gelir bulur bizi? Hep o acı ezelden beri düşlerimizin kardeşi dizelerimizin yol göstericisi. diyor şair Nazik al Mal’-ika.

Olayların sessizliğini kırmak, acı ya da yürek parçalayan yaşantılardan söz açmak, dile getirmek, bu sözcüklerin duyulabileceği ve duyulduğunda da olayların yargılanacağı umudunu bulmaktır. Duanın kökeninde işte bu umut yatar ve dua -bir o kadar da emek- dilin kökeninde yer alır. Dilin tüm kullanımları içinde bu kökenin anısını en saf şekliyle koruyan şey şiirdir. Şiir işlevi gören her şiir özgündür. Özgün’ün iki anlamı vardır: Öze dönüş, yani kendinden sonra gelen her şeyi üretmiş ilk örneğe dönüş ve daha önce benzeri görülmemiş bir şey anlamına gelir. Bu iki anlam şiirde, yalnızca şiirde bütünleşerek birbiriyle çelişmez olurlar. Bununla birlikte, şiirler basit birer dua değildir. Dinsel bir şiirin bile gönderide bulunduğu tek ve öznel şey Tanrı değildir. Şiir dilin kendisine gönderide bulunur. Bir ağıtta sözcükler ait oldukları dili kaybetmenin acısıyla ağlaşıp sızlanırlar. Şiir karşılaştırılabilir, ama daha geniş bir biçimde dile gönderide bulunur. Dile dökmek, sözcüklerin duyulabileceği ve tanımlanan olayın yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Olayların Tanrı ya da tarihçe yargılanacağı umududur bu. Her iki durumda da yargı uzaklardadır. Ama dil, hep hazırda bekleyen ve bazen de yanlışlıkla yalnızca bir araç olarak düşünülen dil, gönderide bulunan şiir olduğunda, inat ve gizemle kendi yargısını sunar. Bu yargı herhangi bir ahlak anlayışından farklıdır, ama duyup haberdar olduğu kadarıyla iyi ve kötü arasında bir ayrım umudu verir – sanki dilin kendisi bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratılmıştır. Bir dostun evinde uyandık. Yerde bir post üstünde uyumuştuk. Aşağımızdaki odada bir piyano vardı. Evin iki küçük çocuğu okula gitmeden önce bir alıştırma çalıyorlardı. Dört el için bir alıştırmaydı bu. Arada bir şaşırıyor, baştan alıyorlardı.

On sekizinci yüzyılda soruların özgürce bahçeye açılan kapılar gibi olduğu çağda yaşıyor olsaydık, sana şöyle sorabilirdim: Anımsıyor musun? Fakat kötülük ve kayıtsızlığın sınırsız olduğu çağımızda gereksiz sorularla uğraşamayız; dahası, kendimizi kesinlik kazanmış şeylerle savunmak istiyoruz. Biliyorum ki, anımsıyorsun. İki çocuk hafif hafif ve azimle çalıyor, evi notalarla dolduruyorlardı. Sırtın bana dönük yatıyordun, göğüslerin avuçlarımdaydı. ikimiz de kıpırdamıyorduk. Müziği dinlemek için bir çaba sarf etmek gerekmiyordu, biz de dinliyorduk – bir otel odasında insanın görmeksizin duvar kâğıtlarına bakarak dalıp gidişi gibi tıpkı. Okula gitmeden önce çocukların hafif hafif ve azimle çaldıkları müziğe uyanmakla kalbim, öylesine yaklaşmıştık ki henüz evimizi terk etmeden evimizde uyanmaya!

Su kıyısında her şeyin hakkıyla yaşandığı tuğlaları kırlangıçlar kadar bakımlı bir limanda tekrar tekrar okunan evden gelen bir mektup gibi bu kasabada kiremit damlı kitaplığı ve adresleri borç içinde ölmüş J. Vermeer’in hatırında olan bu kasabada su kıyısında ölülerin sayıma çıktığı bakışlarıyla ressamın tek kiralık oda bırakmadığı göğün çıt çıkarmadan bir doğum haberi beklediği bu yeri terk edenlerin gözlerinden akan bu kasabada burada sabahlan iki çan sesi arasında meydanda balık satılırken’ duvar haritalanmn deniz diplerine indiği bu kasabaya vanşına hazırlıyorum kendimi.

108 Kendi ölümümle beni en çok uzlaştıran şey bir düşünce, senin ve benim kemiklerimin birlikte gömülüp dağıldığı, çırılçıplak kaldığı bir yer düşüncesi. Kemiklerimizin ortalığa saçılmış darmadağın yattıkları bir yer. Kaburga kemiklerinden biri kafatasıma dayalı. Sol el kemiklerimden biri kalça kemiğinin içine girmiş. (Kırık kaburga kemiklerimin üstünde göğsün bir çiçek gibi.) Ayak kemiklerimiz, yüzlercesi darmadağın. İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da, huzur verici olması garip. Ama öyle. Seninle olduktan sonra, kalsiyum fosfat bile olmanın yeteceği bir yer düşünüyorum.

John Berger Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, Metis Yayınları

AHMED ARİF: “ZAAFI HİÇBİRİMİZ SEVMEYİZ” DİYORSUN. SEVMEK DE BİR ZAAF DEĞİL Mİ?

Leylâ,

Sevmeyi, neleri nice ya da nasıl sevmeyi, (nedenli ya zırva da olsa) sana öğretmek, kabul ettirmek gibi bir çabam olamaz elbet. Bu her şeyden önce sana saygısızlık, seni önemsemezlik olur. Gelgelelim -bu benim kara bahtımdır- sana kul, sana divâne olmanın “aşırılığını” sevmediğini söylüyorsun. Bir doz, bir ayar meselesinden çok, bir çeşit acımaklı tersleme! Bu bahiste yerden göğe haklısın. Zaten sen asla haksız düşmeyeceksin. Ne var ki hayatım, sebep gösterme ya da deliller üzerinde düşünmekle geçtiği halde, bu bahiste kafamdan çok yüreğimi verdim sana. “Verdim” yanlış galiba! Mesele vermekle bitmezmiş meğer. Kabul ettirmek, yüzümü dönünce bir kenara âlelade fazladan ve hurda bir nen gibi attırmamak varmış. Öğrettin, sağ ol. Ne diye böyle sıcak, böyle dost, böyle “hayır” denilemeyecek bir havadasın? “S..tir çekme” nin bu şendeki çeşidini bin yıl yaşasam öğrenemezdim.

“Zaafı hiçbirimiz sevmeyiz” diyorsun. İşi kelime oyununa dökmüş olmayayım. Sevmek de bir zaaf değil mi? Hattâ nice üstünlüklerin, nice erdem sayılan olguların, alt yüzü zaaf’a varmaz mı? Seni sevmeyim de, önemli ya da önemsiz, kendi cehennemimde seninle dayatmayım da ne yapayım Leylâ? Başıma hangi ataşı dökeyim? Bunlar sana sorulacak nenler değil. Benimki de çaresizlik, hay gebereydim!

Elbet nasıl istersen öyle olacak… Öpülesi her nenlerin sende, yerli yerinde, duruyor. Zorla, tek yönlü (kendi mübâlağalı duyarlığımla -senden!-) mektuplarda bile öpemem elbet. Affet demeğe korkuyorum, kızarsın diye… Sana, oralığa gelmek mi canım? Ne mene küfredersen et yahut nasıl ilgisiz olursan ol, şu anda sadece ölmek istiyorum. Gebermek. Tek çıkar yol bu. Öyle ki cansız bir gövdeden gayrı hiçbir nen, hiçbir iz, hattâ hiçbir anı bırakmadan gebermek. Senin başın için yemin ederim bu böyle.

Derkenar: Sana kırgın, sana dargın, alınmış da değilim. Bütün kahrım kendime. Sakın üzülme. Yalvarırım üzülme.

[İmza] Leylim Leylim Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar

MUSA VE TEK TANRILI DİN: TARİHSEL GELİŞİM – SIGMUND FREUD

Burada Totem ve Tabu’nun içeriğim ayrıntıları ile tekrar edemem, fakat söz konusu varsayılan ilkel dönem ile tek tanrıcılığın zafer kazandığı tarihsel dönemler arasındaki uzun mesafeyi doldurmakla yükümlüyüm. Kardeşler klanı, anaerkil düzen, dış evlilik ve totemcilikten oluşan topluluk oluşturulduktan sonra, “Bastırılmış olanın dönüşü” olarak nitelendirilebilecek bir gelişme yaşandı. “Bastırılmış olan” kavramım burada asıl anlamı dışında kullanacağız. Sözü edilen tek bir kişinin ruhsal yaşantısında bastırılmış olanla eşdeğer kılmaya çalıştığımız, kavimlerin yaşamlarında gelip geçmiş, yitik, aşılmış olan bir şey. Bu geçip gitmiş olanın karanlıkta kaldığı dönemde hangi psikolojik halde bulunduğunu öncelikle söyleyemeyeceğiz.

Tek bir birey psikolojisine ait kavranılan kitle psikolojisine taşımak bize pek de kolay gelmeyecek ve “kolektif” bilinçdışı kavramım ileri sürdüğümüzde herhangi bir şey elde edeceğimize inanmıyorum. Bilinçdışı olanın içeriği zaten kolektiftir, insanların genelinin mülkündedir. Yani öncelikle benzerliklerden yola çıkarak yardım alacağız. Burada kavimlerin yaşantısında incelediğimiz süreçler, psikopatolojiden bize tamdık gelen oldukça benzer ancak yine de aynısı olmayan süreçlerdir. Nihayet ilgili ilkel dönemlerdeki psikolojik vurgunların miras haline geldiğini, her yeni nesilde yeniden kazanılmasının gerekli olmadığım sadece diriltilmeye ihtiyaç duyulduğunu kabul ediyoruz. Burada kuşkusuz “doğuştan getirilen” dil yetisinin geliştiği dönemden geleni tüm çocukların herhangi bir öğrenime tabi tutulmadan aşina oldukları ve dillerin farklılığına rağmen tüm halklarda bir olan simgesellik örneğini düşünelim. Kesin konuşabilmeliniz için gerekli olan eksiklikleri ise psikoanalitik araştırmaların sonuçlarından elde ederiz. Çocuklarımızın önemli pek çok durumda kendi yaşanmışlıklarına uygun düşen tepkileri göstemedikleri, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi içgüdülerine göre davrandıkları ki bunun ancak filogenetik mirasla açıklanabileceğini öğreniyoruz.

Bastırılmış olanın geri dönüşü yavaşça gerçekleşir, kesinlikle kendiliğinden değildir aksine insanların kültürel hayatını oluşturan yaşam koşullarındaki tüm değişimlerin etkisinin altındadır. Burada ne bu bağımlılıkların özetini verebilirim, ne de bu geri dönüşün aşamalarını boşluklar halinde sıralayabilirim. Baba, ilkel sürüde olduğu kadar sınırsız olmasa da, yeniden ailenin reisi olur. Totem hayvanı belirgin bir şekilde yerini tanrıya bırakır. İlk başta insan suretindeki tanrı henüz hâlâ hayvanın kafasını taşımaya devam eder, sonraları kendi tercihi ile bu hayvana dönüşür, sonra bu hayvan kendisi için kutsallaşır ve sevgili refakatçisi haline gelir ya da tanrı artık hayvanı öldürmüştür ve ardından onun lakabını taşır. Totem hayvanı ile tanrı arasında genellikle tanrılaştırmanın ön basamağı olarak bir kahraman ortaya çıkar. Yüce bir baştanrı fikri insanların kafasına erken bir dönemde, ilk Önceleri siluet halinde, insanların günlük hayatlarına pek katılmadan yerleşmişe benziyor. Kabile ve kavimlerin daha büyük birlikler halinde birleşmesi ile tanrılar da aileler kurar ve hiyerarşik bir düzenle örgütlenirler. Aralarından bir tanesi daima, tanrılar ve insanların baştanrısı haline yüceltilir. Ardından çekimser bir tavırla bir sonraki adım atılır ve tek bir tanrıya tapınılmaya başlanır ve nihayet biricik bir tanrıya tüm kudret teslim edilir, yanı sıra başka tanrıların varlığına göz yumulmaz. Ancak bu yolla ilk sürünün babasının sahip olduğu görkem yeniden canlandırılıp ona karşı atfedilen duygular tekrar ortaya çıkabilirdi.

Bu kadar uzun zamandır özlenen ve yolu gözlenen bir varlık ile bir araya gelişin etkisi coşkuluydu, tıpkı Sina Dağı’ndaki yazıtlarda belirtildiği gibi. Hayranlık, huşu ve onun gözünde ihsana ulaşabilmekten duyulan minnet Musa-dini tanrı babaya karşı söz konusu olumlu duyguların dışında duygu tanımaz. Bu varlığın karşı konulmazlığına duyulan inanç, onun istencine tabi olma, sürü babasının çaresiz, sindirilmiş oğlunda da mutlak olamazdı; hatta ancak ilkel ve çocuksu olma çerçevesi içine yerleştirildiğinde tamamıyla anlaşılır hale gelir. Çocuksu heyecanlar yetişkinlerdekinden çok farklı ölçülerde yoğun ve. tüketilmeyecek kadar da derindir, dolayısıyla sadece dini aşkınlık bunu geri getirebilir. Böylece tanrıya duyulan sadakatin esrikliği ilk babanın geri dönüşüne gösterilen sonraki tepkidir.

Baba-dininin yönü böylelikle tüm zamanlar için taahhüt edilmiş, ancak gelişimi bu noktada durmamışta. Baba ilişkisinin özünde duygusal bir çelişki vardır; bir zamanlar oğulların hayranlık duyulan ve korkulan babayı öldürmek üzere harekete geçirdiği düşmanlığın zamanla ortaya çıkması kaçınılmazdı. Öldürücü baba nefretinin Musa-dininde doğrudan yeri yoktu; bu nefrete karşı ancak güçlü bir tepki verilebilirdi. Bu düşmanlığa karşı duyulan suçluluk duygusu, tanrıya karşı işlenen günah ve günah işlemeye devam edildiğine ilişkin duyulan vicdan azabı. Peygamberler tarafından durmadan canlı tutulan, kısa bir süre içinde dini düzenin yerleşik bir içeriği haline gelen bu suçluluk duygusu, kendisini başarılı bir şekilde maskeleyen, daha yüzeysel başka bir nedene dayanıyordu. Kavimin durumu iyi değildi, tanrının inayetine bağladıkları umutlan gerçekleşmiyordu, tanrının seçilmiş kavmi oldukları hayalinden vazgeçmek o kadar da kolay değildi. Bu mutluluktan vazgeçmemek demek, her bir kişinin kendi günahkârlığından dolayı hissettiği suçluluk duygusu, tanrının inayeti için biçilmiş kaftandı. Yasaklan çiğnendiğinden tanrı tarafından cezalandırılmaktan daha iyisi hak edilmiyordu ve doymak bilmeyen ve çok derinlerden gelen bu suçluluk duygusunu tatmin etme ihtiyacı içinde yasaklar gittikçe sert, utandırıcı ve küçültücü hale getiriliyordu. Ahlaki bir çileciliğin bu yeni sarhoşluğu içinde yeni içgüdüsel vazgeçişlere varılıyordu ve bu da kavime en azından diğer eski kavimlere kısmet olmayan, öğreti ve hükümlerle etik bir yücelik kazandırmıştır. Bu yüceliğe giden gelişime birçok Yahudi dininin ikinci esas karakteri ve ikinci büyük başarısı gözüyle bakar. Bizim anlattıklarımızdan, bu ikinci karakterin ilki ile yani tek tanrı düşüncesine nasıl bağlı olduğunun çıkartılması gerekiyor. Ancak bu etik kökeninin, bastırılan tanrı düşmanlığından duyulan suçluluk duygusunda yattığını inkâr edemez. Bu eğilim saplantı nevrozlarının tepkilerinin gelişimi sırasında görülen sona ermemiş ve sona ermeyecek olan karakteri taşır; cezalandırmanın gizli niyetlerine de hizmet ettiği tahmin edilebiliyor.

Sonraki gelişmeler Yahudiliği aşıyordu. İlk baba trajedisinden geriye kalıp tekrar dönenin Musa-dird ile hiç ilgisi yoktu. O dönemin suçluluk duygusu uzun zamandır sadece Yahudi kavmi ile sınırlı değildi, boğucu bir huzursuzluk, nedeni hiçbir zaman bilinemeyecek olan bir belanın önsezisi olarak tüm Akdeniz halklarını sarmışta. Günümüz tarih yazıcılığı antik medeniyetin yaşlandığından bahseder; sanırım bu, söz konusu halkların keyfini bozmakta yer yer neden olmuş ve katkıda bulunmuştur. Bastırılan duruma ilişkin açıklama Yahudi âleminden gelmiştir. Etraftaki tüm yaklaşımlara ve hazırlıklara aldırmaksızın ruhunda bilginin uyandığı kişi, kendisini Roma vatandaşı Saulus olarak adlandıran, yine bir Yahudi olan Tarsuslu Paulus idi: Tanrı-babayı öldürdüğümüz için bu kadar mutsuzuz. Ve bu bir parça gerçeği sevinçli bir müjde almanın hezeyan dolu örtüsü ile kavrayabilmesi kesinlikle anlaşılır bir şey: Bizi günahlarımızdan arındırmak için, bizden birisi kendi hayatım feda ettiğinden beri tüm suçlarımızdan kurtulduk. Bu ifade de tabii ki tanrının öldürülmesinden söz edilmiyordu, fakat ancak öldürülen bir kurbanla günahtan arınmayı sağlayan bir suç yine ancak bir cinayet olabilirdi. Ve hezeyan ile tarihi gerçeklik arasındaki bağlantı kurbanın tanrının oğlu olduğu konusunda bir kesinlik sağlıyordu. Kaynağım tarihi gerçekliklerden alan bu güç sayesinde bu yeni inanç tüm engelleri aşar; mutluluk verici seçilmiştik inananın yerini özgür kılan kurtuluş inancı alır. Ancak babanın katli gerçeği insanlığın belleğine geri dönerken, tektannalığın içeriğindeki dirençlerden çok dalla büyüklerini aşmak zorundaydı; ayrıca daha güçlü bir tahrifi de göze alması gerekiyordu. Böylece ad verilemeyen suç aslında siluet halindeki bir ilk günah düşüncesi ile yer değiştirir.

İlk günah ve kurban verilmesi ile sağlanan kurtuluş düşüncesi Paulus tarafından kurulan yeni dinin temel direkleri olmuştur, ilk babaya karşı çıkan kardeşler birliğinde gerçekten de cinayet eyleminin elebaşı olan ve bunu tetikleyen birinin olup olmadığı ya da bu kişinin kendi kişiliğini kahramanlaştırmak amacıyla sonraları şairlerin hayal gücünde yaratılıp geleneğe sokulup sokulmadığı bir yana bırakılmak zorunda. Hıristiyan öğretisi Yahudiliğin çerçevesini yerle bir ettikten sonra birçok başka kaynaktan öğeler almış, saf tek-tarıncılığın bazı hatlarından vazgeçmiş, âdetlerin birçok ayrıntısında geri kalan Akdeniz halklarına tıpatıp ayak uydurmuştur. Sanki Mısır Ikhnaton’un mirasçılarından yeniden öç alıyormuş gibiydi. Bu yeni dinin baba ilişkisinde yatan o eski duygusal çelişki ile başa çıkma şekli dikkate değer. Gerçi asıl mesele tanrı-baba ile barışmak, ona karşı işlenen suçun kefareti idi, fakat bu duygusal ilişkinin diğer yanında da suçu üzerine alan oğul, babanın yanında ve aslmda babanın yerine kendisi tanrı olmuştu. Baba dininden yola çıkan Hıristiyanlık bir oğul dinine dönüşmüştü. Baba’yı yok etmek zorunda olma belasından kaçamamıştı.

Yahudi kavminin sadece bir kısmı yeni öğretiyi kabul eder. Kabul etmekten kaçınanlara bugün hâlâ Yahudi denilmektedir. Bu ayrım ile diğerlerinden öncesine göre daha da keskin bir şekilde tecrit olurlar. Yahudilerin dışında Mısırlılar, Yunanlılar, Suriyeliler, Romalılar ve nihayet Cermenleri de içine alan bu yeni din cemaati tarafından tanrı’yı öldürdüklerine ilişkin sitem dolu sözleri duyacaklardır. Bu sitemin tam versiyonu şu şekilde olurdu: Tanrı’yı öldürdükleri gerçeğini kabullenmek istemiyorlar, oysa biz bunu itiraf edip, bu suçtan arındık. Bu sitemin ardında ne derece büyük bir gerçekliğin yattığım görmek çok kolay. Tanrı’yı öldürdüklerini bir şekilde tahrif ederek dahi olsa kabul etmekle ile birlikte atılacak olan adımı Yahudilerin neden atmadıkları özel bir araştırma konusudur. Böylelikle belirli ölçüde trajik bir suçu üzerlerine almış oldular; bu suçun karşılığını ağır bir şekilde ödemek zorunda kaldılar.

Bizim incelememiz Yahudi kavminin kendisini tanımlayan nitelikleri nasıl kazandığına bir nebze de olsa ışık tutmuştur belki. Bugüne dek bu niteliklerin nasıl olup da kendisini bireysellik olarak koruduğu sorunsalım pek de aydınlatamadık. Ancak bu türden bilmecelerin kusursuzca cevaplandırılmasını beklemek ne istenebilir ne de beklenebilirdi. Elimden gelen her şey, girişte belirttiğim sınırlar dahilinde konuya bir katkıda bulunmak olmuştur.

Sigmund Freud Musa ve Tek Tanrılı Din

MURATHAN MUNGAN: KENDİSİYLE YÜZLEŞEBİLEN İNSANLAR KENDİLERİNİ AŞAR, SORUNLARIYLA BAŞ EDEBİLİR

Yüzleşme Korkusu
1.

Türkiye toplumunun insan malzemesini değerlendirirken, kullandığımız ölçütler içinde belki de en dikkat noksanlığı gösterdiğimiz alan, “psikoloji” oluyor. Konu “insan” olduğu halde, “psikoloji”den uzak durmayı seçen bu “paradoksal” tutumun çeşitli nedenleri var kuşkusuz. Hızla sıralayacak olursak, ilkin psikolojik malzemenin doğasından; onun, kendimiz için tehlike olarak gördüğümüz bazı olguları ortaya çıkarma olasılığından ürküyor; kendi imgemiz ve genel olarak dünyayı algılama sistemimiz hakkında kurduğumuz “konforu” bozabileceğini bir biçimde seziyoruz. Sonra, bir akıl yürütme biçimi olarak psikolojik çözümlemelere çoğu kez inanmıyor; diyelim ki, ciddiye almıyor, “bilimsel” bulmuyor, onların “görünüşteki” her yana çekiştirilebilirlikleri karşısında güvensizlik duyuyor; klinik düzeydeki delilikler ve ağır patolojik durumlar söz konusu olmadığı sürece, onu, kendimizden uzakta, bütünüyle hayatımızın dışında bir yerde tutmaya; bizimle hiç ilgisi olmayan bir şeymiş gibi davranmaya çalışıyoruz. Çünkü, en başta bir “bilgi disiplini” olarak “psikoloji”nin kendisiyle yüzleşmekten korkuyor; bir “olgu” olarak sıkı sıkıya onunla yaşadığımız halde, bir “bilgi” olarak onunla yaşamak istemiyor; terimleri, tanıları, verileri, çözümleme mantığıyla gündelik hayatımıza ve algılama sistemimize sızmasından kaçınıyoruz. Ya da haklarında pek az şey bildiğimiz bu kavram ve terimleri, kimi tartışmalarda kızdığımız insanları suçlamak için, yedek cephane malzemesi olarak işimize geldiği gibi kullanıyoruz. “Şizofren”, “psikopat”, “paranoyak” benzeri sözcüklerin bu kadar uluorta kullanılması, sahiden bilerek kullanıldıkları anlamına gelmiyor.

Oysa kendimizi oldurmak, geliştirmek; kişisel malzememizi gözden geçirmek, benliğimizi bütünlemek, yaşamımızı yenilemek, varoluşumuzu anlamlı kılabilmek için, gereken durumlarda kendimizle, gerçeklerle ve hayatla “yüzleşebilmek” gereklidir. Özellikle zaman ve mekân içinde yol alırken katettiğimiz çeşitli dönemeçlerdeki zorunlu, kaçınılmaz yüzleşmelerde bizi dağılmaktan koruyacak, içimizi sağlamlaştıracak, bize gereksindiğimiz “iç gücünü” kazandıracak olan şey budur. Okunmuş, öğrenilmiş, yaşamla sınanmış, deneyimler sonucu kazanılmış, sezgi ve sağduyuyla zenginleştirilmiş bu bilginin kılavuzluğunda, güçlükleri daha kolay atlatabilir, tökezlediğimiz yaşamı yeniden örgütleyebilir, çıktığımız yolu daha iyi sürdürebiliriz. Güç koşullarda, durumun adını koymamız, seçim yapmamız, bir yalanı açığa çıkarmamız, bir açmazın üstesinden gelmemiz, soruna hakiki bir neden bulmamız, çetin bir ikilemi çözmemiz gereken durumlarda bizi ayakta tutan, aynı zamanda kendi başlı başına bir “ahlak” olan, insanın bu yüzleşebilme becerisi ve yeteneğidir. Ancak yüzleşebilen insanlar kendilerini aşabilir, sorunlarıyla baş edebilirler.

Bu nedenle, bir bilgi disiplini olarak, en temel konularından birinin, yüzleşme sorunları olduğunu düşündüğüm “Psikoloji”ye kitaplığımızda, gündelik sözlüğümüzde ve kişisel donanımızda daha fazla yer açmamız gerektiğine inanırım. Yazık ki, işi “insan ruhu” olan yazarlarının bile, bu bilgi disiplininin, akıl ve algı dağarcığımıza kazandırdıklarından gereğince yararlanmadığı bir ülkede, bunun için katedilmesi gereken yolun aslından daha uzun olduğunu biliyorum.

2.

Yüzleşme korkusu dediğimiz, mevcut bilginin ertelenmesidir bir bakıma. Orada içimizde bir yerde duran ya da bize dışarıdan yansıyan bir bilgiyle karşılaşmak, yüzleşmek, ödeşmek bundan sonuç çıkarmak, çıkardığımız sonuçlara katlanmak ve bu sonuçlarla birlikte yaşamaya çalışmak, hem toplumsal kültürümüzde yoktur, hem tek tek bireylerin yaşantılarında pek görmeye alışık olduğumuz bir yaşama tutumu değildir. Ailenin çekirdeğinden başlayarak, içinde serpilip geliştiğimiz toplumsal dokunun hiçbir katmanında öğrenmemize de fırsat tanınmaz. Bu nedenle, yüzleşerek öğreneceğimiz “gerçek nedenler” yerine, yalanlar, bahaneler, zahiri sebepler inşa ederiz. Ortaya çıkacak olan bilgiler, daha fazla saklanmaması gereken doğrular ve artık kabul edilmesi gereken gerçekler karşısında dağılacağını bilen “ego”, alt alta sıraladığı bahaneler manzumelerinden, kendini koruyacak bir kale inşa eder kendine ve bu kalenin sahte sağlamlığına yaslanarak bu “arızalı bütünlüğünü” sürdürmeye çalışır. Bizim önemsediğimiz de, toplumca önemsetilen de, “ego”muzu dik tutacak, bu arkası boş “cepheden görünüşümüzü”, “fasad”ımızı koruyacak bu kale; toplum katında anonim onay kazanacak bir “görüntü”, bir “imaj”dır. Hayatımızda çıkan irili ufaklı her yangından ilk kurtarılmaya çalışılan da ne yazık ki budur.

Bu nedenle, öyle ya da böyle “heba edilen yıllar” dendiğinde, düşünmemiz gereken şey, heba edilen yılların adedi değil, o yılların içeriği ve kalitesi olmalıdır.

Çoğunluğun sandığı gibi, Türkiye “imaj toplumu” olmaya şimdilerde başlamadı; zaten hep bir “imaj” toplumuydu. Dışarıdan nasıl göründüğü esası üzerine yükselen; başkalarının nasıl göreceğinin, ne diyeceğinin, ne söyleyeceğinin büyük ölçüde yaşama kurallarını belirlediği toplumlarda zaten bir “imaj” inşa etmek ve bunu sıkı sıkıya korumak kaçınılmazdır. Bu aynı zamanda, bir örneklik esası üzerinde yükselen; rol modellerinin fetişleştirilmesine dayanan bütün anonim kültürlerin ortak özelliğidir.

Bu sosyolojik malzeme, günümüzün moda deyişlerinden biri olan “imaj toplumu” ile yeni kavramsallaştırılmaya çalışılıyor olabilir, ama bu onun yeni ortaya çıktığını göstermez. Türkiye öteden beri bu olguyla iç içeydi zaten. Çağımızın ilerleyen teknolojisine koşut gelişen yeni görüntü üretme aygıtları, yaşamın gündelik sözlüğüne yeni sözcükler, terimler, kavramlar katmış oldu yalnızca. Teknolojik ilerlemenin sağladığı, “fetişleştirilmiş görüntünün” seri üretimi ve yaygınlaştırma kolaylığıysa, bu durumun, daha “görünür”, daha kavranır hale getirdi. Kısacası, sorunun kendisi “modern” değil, yalnız bu araçlar ve kavramlarla “modernize” oldu; bizi de güya daha modern bir sorunun içinde yaşadığımıza inandırdı.

“İmaj toplumu” ve “sanallık” konusunda söylediklerime, bu noktada bir açıklık getirmek isterim: Bugün, bu bilişim çağının kavramları, ilerleyen teknoloji, yaygınlaşan kitle iletişim araçları ve her çeşidinden görüntüsel bombardıman ile tanımlanan gelişmiş Batı toplumlarını işaret etmek için çatılan kuramsal çerçevenin yedeğinde kullanılıyor elbet. Batı’da görüntülerin bütün algılar sistemini ele geçirmesinden yola çıkarak kavramsallaştırılan “imaj toplumu” sözüyle, bizim toplumumuzun geleneksel “suret” malzemesi arasında bu anlamda bir “biçim” farkı var hiç kuşkusuz. Ama benim burada söylemek istediğim, “özünde” bir fark olmadığıdır. Buna bağlı olarak dikkat çekmeye çalıştığım bir diğer konuysa, bu gerçeğin sanki biz önceden böyle değilmişiz de, “Batılılaştıkça”, ya da “kapitalistleştikçe” böyle olmuşuz gibi alımlanması, daha fenası bu durumun, günümüzün kimi gözde post-endüstriyel kuramlarından devşirme yarım pörçük bilgilerle bu biçimde teorize edilmeye çalışılmasıdır. Yani daha sorunun kaynağını adlandırmada bir yüzleşme zaafı yaşanmakta, ortada “suç” diye “görülebilen” bir şey varsa bu, başkasına (Batı’ya, kapitalizme, endüstrileşmeye vb.) atılmaya çalışılmaktadır. Varoldukları tarihsel dönem farklılıklarına ilişkin olarak, “görünüşler”, “görülünüşler” değişiyor olabilir ama, endüstriyel toplumlardaki görüntülerin işleyiş ve alımlanışı ile geleneksel tasavvurun “inşasına” ilişkin imgeler düzeneğinin üç aşağı beş yukarı aynı biçimde işlediği gözardı edilemez. Bugün dinci-milliyetçi kökenli “Batı düşmanlığı”nın, ya da sol muhalefet kökenli “kapitalizm karşıtlığı”nın, kitle katında küçük politik kazanımlar uğruna geliştirdiği bu çeşit iddiasıyla içeriği örtüşmeyen iri ve süslü söylemlerin, çok daha kuşatıcı biçimde incelenmesi gereken temel bir sorunun, asıl kaynağını gözden kaçırmaktan başka bir işe yaramadığı rahatlıkla söylenebilir.

İmaj üretiminde, Doğuda bir örneklik yoluyla, “benzerlik” çoğaltılırken; modern Batı toplumlarında, bireysel ayrıksılık için, “farklılık” çoğaltılmaya çalışılır.

Benzer bir açıklamayı da, yüzleşme korkusunun, genel psikoloji açısından bakıldığında, tüm insanlarda görülen evrensel bir olgu olduğunu unutmadığım konusunda yapmak isterim. Dünyanın neresinde olursa olsun, insan doğası, karşılaştığı kimi zor durumlar nedeniyle, gerçeğin kendisiyle yüzleşmektense, “ego”sunun parçalanıp dağılmasını önleyecek “zahiri sebeplere”, daha kolay kabul edilebilir “bahanelere” sığınabilir. Bu, kişiye, duruma, koşullara göre değişen gerekçelerle, kimi zaman bir korunma yöntemi, kimi zaman gerçeği sindirip kabullenebilmek için hayattan zaman kazanmak anlamına gelebilir.

Benim “yüzleşme korkusu” derken, sözünü etmek istediğim, bir çeşit refleks gibi işleyen insan doğasına özgü bu psikolojik savunma niteliğinden çok, bu ruh halinin “toplumsallaşmış”, “sosyolojik değer kazanmış” yanıdır. Yani, çocuk eğitiminden başlayarak aileyi, okulu, toplumu kapsayan geniş bir yelpazede insan ilişkilerinin her düzeyini belirleyecek ölçüde sosyal dokuya sinmiş; toplumsal davranışta giderek geleneksel bir alışkanlıklar tarihi edinmiş olan niteliğidir. Zaman içinde kendi başına sosyolojik bir tutum birliği edinen böylelikle “bize özgü”leşen savunma esasına dayalı yüzleşme korkusunun, insanları anlamaya, görmeye, kabullenmeye, öğrenmeye, gelişmeye, değişmeye inatla kapatan bu köreltici, kötürümleştirici yanı, bu yazının temel derdi, ana konusudur. Kısacası, bana bu yazıyı yazdıran da budur.

3.

“Yüzleşme korkusu”nun bizim gibi sosyolojik bir kimliğe dönüştüğü toplumların bireylerinde, çocukluktan başlayarak köklü bir inkâr yeteneği gelişir/geliştirilir. Erişkin yaşlara gelindiğinde, kişiliğin adeta temel bir parçası haline gelen bu “yetenek”, kişinin hayatla olan bütün ilişkisini temel bir ikiyüzlülük, yok sayma, gözardı etme üzerine inşa etmesine ve algısında gerçeklik çarpıtmasına neden olur.

Bu korkunun hayatımıza nasıl sindiğini, algılarımızı ve gündelik ilişkilerimizi nasıl belirlediğini anlamak için, görüş açımızı genişleterek etrafta bir tarama yapmak yeterlidir.

Bugüne dek yaşadığım, gözlemlediğim, tanık olduğum, okuduğum, dinlediğim nice olaydan yola çıkarak, yüzleşme korkusunun, Türkiye insanının öteden beri en önemli, en temel korkularından biri olduğunu; böyle bakıldığında, toplumumuzun da, insanımızın da aslında korkak olduğunu düşünüyorum. Gözünü budaktan sakınmamak, kavgadan kaçmamak, savaşmaktan korkmamak, tek başına bir cesaret ölçüsü sayılabilir belki, ama asıl cesaret, insanın başta kendini, “içindeki” ve “dışındaki” gerçekleri göze alabilmesiyle başlar. En büyük cesaret, düşman karşısında değil, bilgi karşısında gösterilebilendir.

Türkiye insanı, yalnızca devletten, polisten ve benzerlerinden korkmaz; asıl gerçeklerle yüzleşmekten korkar; gerçeğin irili ufaklı her çeşidinden korkar. Onlarla nasıl başa çıkacağını bilemez çünkü. Yüzleşmeye kalktığı takdirde, bunun altından nasıl kalkabileceği konusunda, aileden, okuldan, toplumdan bir eğitim ve yardım almadığı gibi, bunu göze aldığında, köşeye kıstırılacağı kollektif bir tepkiyle karşılaşacağını da bilir. Ancak reddetmek, görmezden gelmek, yok saymak, bahaneler bulmak, kabul edilebilir gerekçeler uydurmak, akla yatkınlaştırmak ya da sorunu erteleyip durmak konusunda eğitilmiştir. Bunun yalnız bizde değil, çocuk kalmış/çocuk bırakılmış her toplumda görülen temel ve arkaik bir özellik olduğu kanısındayım. Toplumsal yapımızın çekirdeği olarak aile yapımız, kendiyle ödeşebilen, sorumluluklarını üstlenmeyi bilen; kendi kararlarını tek başına alabilen bağımsız bireyler yetiştirmekten çok, -ataerkil örgütlenme yapısı içinde olduğunu unutmayarak- “anne”ye bağımlı büyümemiş çocuklar yetiştirmeyi hedeflediği için, genel kabul görmüş doğruların; toplumsal ezberin; genelgeçer davranış kalıplarının, duyuş ve düşünüş biçimlerinin dışındaki her şeyi dışlar ya da kendi geleneksel diline çevirir, soğurur, benzetir. Birey, dış dünya karşısında kendini bütünüyle savunmasız hissettiği için, kabuğunu kalınlaştırarak, yalanlarını sağlamlaştırarak, bahanelerini zenginleştirerek, ısrarını ve inadını “doğru bildiklerinden vazgeçmemek” ya da “kişilik tutarlılığı” sanarak kendine gündelik hayat içinde “sanal bir alem” kurar. Kanaatin, bilgi yerine kullanıldığı bütün toplumlar için geçerli olan bir özellik gereği, bu anlamdaki “sanal”lık, bugün bilgisayar teknolojisiyle bulduğumuz/kazandığımız bir özellik değildir; biz buna zaten sahiptik. “Sanal”lığın en önemli koşuluna sahiptik: bilgi sahibi olmadığımız her şeyi sanıyorduk çünkü, başta “kendimizi” olmak üzere her şeyi “sanıyorduk”. “Resmî tarih” kadar, “Resmî hayat”ları da “sanıyorduk.”

Bugün kanaat oluşturma aygıtlarının her çeşit görsel, işitsel donanımla zenginleştiği, çeşitlendiği bu teknoloji çağının nimetlerinden yararlanırken, kendimize yalnızca yeni bir “imaj” yapıyoruz. Hepsi bu.

4.

Gündelik yaşam içinde, “Keşke yanımızda bir kamera ya da ses alma cihazı olsaydı da, konuşmalarımızı kaydetseydi, o zaman gerçekler anlaşılırdı,” dediğimiz çaresiz durumlar yaşadığımız çok olmuştur. Çoğu kez söylediklerimizin yanlış anlaşılması, kasıtlı olarak çarpıtılması ya da olan bitenin başkalarına farklı biçimlerde aktarılması gibi moral bozucu durumlara karşı, gerçeklerin teknolojik olanaklarla belgelenmesi halinde her şeyin çözülebileceğine inanmışızdır. O an gizli bir kameranın kaydettiklerini gösterme şansımız olsa, gerçeğin ortaya çıkacağı ve bunun başkalarınca da anlaşılacağı gibi toy ümitlere kapıldığımız bu çeşit ham hayallere, son yıllarda televizyon kanallarının en çok izlenen programları olan, belli sayıda insanın dar bir mekânda günlerce kapalı tutulduğu yarışmalar kesin bir son vermiş olsa gerek. Bu programlar ve uzantısı olan halka açık tartışma programları sayesinde hep birlikte görüyoruz ki, yeniden en temel gerçeğe dönülmüştür: Her ânın kaydedildiği, her yanı kameralarla çevrili kapalı bir alanda bile, insanlar görmek istemediklerini görmüyor, duymak istemediklerini duymuyor, kabul etmek istemediklerini kabul etmiyor, öğrenmek istemediklerini öğrenmiyorlar. Bir gün önce söylediklerinin birebir kayıtları kendilerine gösterildiğinde bile, rahatlıkla reddedebiliyor; akıldışı bahaneler uydurabiliyor, saçmasapan biçimde gerekçelendirebiliyor; bir başkasının defalarca yinelenen apaçık sözlerini, insanın gözünün içine baka baka tahrif ederek aktarabiliyorlar. Bu ve benzeri durumları, yarışmacıların ya da katılımcıların ahlak zaafları ya da kişilik bozukluklarıyla açıklamak yetmiyor. Nitekim, yalnızca bu gözükara yarışmacıların değil, onların yakınlarının, destekçileri olan seyircilerin de katıldıkları çeşitli programlarda, benzer düşünüş ve davranış kalıplarının aynı marazlarla sergilendiğini görüyor, dolayısıyla genişleyen halkayla birlikte, bunun “münferit vak’alar” değil, sosyolojik bir gerçek olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Psikoloji’nin nasıl “sosyoloji” haline geldiği, ya da sosyolojinin aslında nasıl “psikoloji” olduğunu kavradığımız elmas parlaklığındaki bu öğretici deneyimler, aynı zamanda ve “paradoksal bir biçimde” bize, görüntü çağınının, her ânı kayıtlı “görüntülerinin” bile bir şeyi kanıtlamaya yetmediğini belgeliyor.

Bu örneği yaşamın içine; görsel, işitsel hiçbir kaydın tutulmadığı gündelikte karşılaştığımız iletişim sorunlarına taşıyarak çoğalttığımızdaysa, konunun sosyolojik boyutundaki açmaz daha görünür hale geliyor.

Bu vahim durum, ne yazık ki ortalık kızıştırma esası üzerine kurulu birkaç yarışma programı, birkaç aklı çizilmiş, ruhu didiklenmiş, şöhret sıtmasına tutulmuş hasarlı insanın varlığıyla sınırlı kalmıyor. Bu kapana kıstırılmış evlerin arızalı yarışmacılarıyla, örneğin Türkiye’nin ciddi sorunlarının tartışıldığı çeşitli açıkoturumlarda karşımıza çıkan, akademisyeninden köşe yazarına seçkin “münevverlerimiz” arasında temelde bir fark olmadığını anlamak için, TV kanalları arasında üstünkörü bir gezinti yapmak yetiyor. Hemen her seferinde, her çeşidinden tenezzül düşüklüğü eşliğinde, aynı burkulmuş mantıklar, aynı akıl yürütme ve çıkarsama yetersizlikleri, aynı zihinsel bağlantı kopuklukları; sıkıştığında odak kaydırma, konudan uzaklaşma, meseleleri çarpıtma esası üzerinde yükselen aynı ucuz “münazaracılık” numaraları; ortalama seyirciden oy ve puan toplama esasına dayanan aynı küçük kurnazlıklar; her eleştiriyi kişiliğine yönelik bir saldırı olarak algılayan aynı arızalı bünyeler; saplantılarını bir “yüce değer”, zayıflıklarını “derin duygu” sanma yanılgıları; çürük taşlarla çatılmış gediği çok, ama burcu yüksek kişisel savunma kalelerine hapsolmuş aynı kumaştan yapılma kişiler çıkıyor karşımıza. Sonuçta bu “yarışmacılarla”, bu “münevverler” arasındaki fark, yalnızca diploma ya da etiket farkı olmaktan öteye geçemiyor.

Doğru ya da yanlış, sonuçta “kendimiz” bellediğimiz, “ben” dediğimiz bir bünyenin, en ufak biçimde bile sarsılmasına tahammül gösteremeyen, yanılmayı kabullenemeyen, gözden geçirmelere izin vermeyen, bu nedenle öğrenmelere, dolayısıyla değişimlere, dönüşümlere kapalı, hasara dayanıksız zayıf “ego”ların, hayatla, diğer insanlarla, memleket ve dünya gerçekleriyle, sıradan ya da tarihsel gerçeklerle, kendileriyle, kendi eylemlerinin gerçek dinamikleriyle yüzleşme korkusu, her şeyin önüne geçerek varoluşlarını hayata kapıyor.

En ufak sarsıntının bile, imgesi tunçtan dökülmüş kişilerin sıvalarını dökmeye, benliklerini sarsmaya yettiği, büyümemiş çocuklar toplumunda söz almak, söz vermek, sözünü dolaşıma sokmak, sözü bir değer kılmak; yeni bir düşünce, ilke, ahlak üretmek ve korumak, çağımızın hızında anlam, değer ve etik’in aynı hızda artan kaybıyla orantılı olarak gün günden güçleşiyor.

Sanmaktan bilmeye giden bu uzun yol, doğrusu gelecek için pek de ümit vermiyor.

5.

Yüzleşme edimleri kendi içinde çok çeşitli ve derecelidir. Korkularla, gerçeklerle, güçlüklerle yüzleşmek; kişisel yetersizlikler ve noksanlarla yüzleşmek, cinsel dinamikler ya da düğüm olmuş kişilik sorunlarıyla yüzleşmek; o güne dek doğru bellediklerimizle, bize öğretilenlerle, hiç kuşku duymadan kabullendiklerimizle yüzleşmek; hatalarımızı, yanılgılarımızı, suçlarımızı üstlenmek ve benzeri olgular, yaşam içinde bizi çevreleyen geniş bir varoluş alanını kuşatır. Aileden başlayarak, millete uzanan kanbağı ve yakınlık derecesi yelpazesinde kademelendirilebilir olan bütün ilişkiler, bu kişilere ilişkin sürekli savunma esası üzerinde tutar bizi. Örneğin, bu nedenle, anneninizin, babanızın ya da değer verdiğiniz bir yakınınızın, aslında “kötü bir insan” olduğunu, ya da “suçlu” olduğunu kabullenmeniz bazen bir ömür sürebilir. Bazı durumlarda, mahallenizden “böyle birinin” çıkabileceğine, bir memleketlinizden “bunu görebileceğinize”, askerinizin “bunu yapmış olabileceğine” asla ihtimal vermezsiniz.

Çocuğu suç işlemiş birçok ana baba için, asıl suçlu hep başkaları, ötekilerdir; o, arkadaşlarının aklına uymuştur. Ya da bazı durumlarda milli gerekçemiz gereği, “tahrik edilmiş olduğuyla” savunulur. Anımsayacaksınız, Sivas’ta 37 kişi herkesin gözü önünde diri diri yakıldığında, hem ülkenin başbakanının, hem ana muhalefet partisi başkanının ağızbirliği etmişçesine ilk söyledikleri, “Aziz Nesin’in ortalığı ‘tahrik etmiş’ olduğu”ydu. Yakın bir tarihte Antalya’da turist kadınlara tecavüz edip uçurumdan atan bir katilin anası, “Kim bilir, kadınlar ne yaptılar?” diyordu. Her yüzleşmenin, kişiye yüklediği sorumluluk payları aynı değildir kuşkusuz, ama benzerleri kolaylıkla çoğaltılabilir olan bu örneklerde rahatlıkla görülebileceği gibi, suçu, hatayı “öteki”leştirmek, sorumluluğumuzu saklıyor, payımızı hafifletiyor, sorunun kaynağını bizden uzaklaştırıyormuş gibi yapar. Sevdikleri sanatçının ya da bir yakınlarının eşcinsel olduğunu kabullenmekte zorluk çekenler ya da alkolik olduklarını bir türlü kabullenmeyenler hep bu “yakınlıkta” kaybedilen gerçeklik sorununun parçasıdırlar.

Kolaylıkla anımsayacağınız gibi, dramatik sanat disiplinlerinin gözde konularından biri olarak bu durumu örnekleyen çok sayıda öykü, roman, oyun ve film vardır.

İnsanların çoğu, kişisel başarısızlıkları, yetersizlikleri konusunda ya da başkasına verdikleri zararlar hakkında da kendileriyle yüzleşmekten alabildiğine çekinirler. İnsan doğasının hileli yanlarından biri olan bu durum, yalnızca sıradan ya da eğitimsiz insanlara özgü bir hamlık değildir. Sorunun kendisiyle yüzleşmediyseniz eğer, yalnızca bahanelerinizi ya da gerekçelerinizi “entellektüalize” etmekte, “akla uydurmakta” ustalaşırsınız; sorunun kor çekirdeği değişmez. Bu durum ne yazık ki, kendi “karat”ını tartmada; yeteneklerinin sınırları, yapıtlarının niteliği, entellektüel kalitesi ve sanatsal düzeyiyle yüzleşmede ağır sorunlar yaşayan insanlarla dolu kültür dünyamızda da pek farklı değildir ve kolaylıkla karşılık bulur. Kendi başarısızlıklarının gerçek nedenlerini anlamak, onlarla yüzleşmek yerine, başkalarının başarısının arkasında kirli ve karanlık hikâyeler aramak, bu tutumun en yaygın biçimde rastlanan örneğidir. Onlara göre, kızdıkları kişi, kadınsa, “veriyordur”, “Yahudi” ya da “gay”se, arkasında “lobi”si vardır. Bu gibi ucuz gerekçelendirmelerle kendi maceralarında aldıkları güdük “yaralar” sarılmaya bakılır. Bu kişiler için, pahası ne olursa olsun, kendilerini doğrulamak, gerçek nedenleri kavramaktan çok daha önemlidir. İçlerinin mekanizması böyle işleyen kişilerin, “sosyalist”, “Müslüman”, “sağcı”, “solcu” olmasının hiçbir önemi yoktur. Kendi gerçeğine uzak olanlar, her yere uzaktırlar ve hem ait oldukları, hem karşı oldukları çevrelere aynı oranda zarar verirler.

6.

Bireysel yüzleşme korkusu kadar, toplumsal yüzleşme korkusu da çok köklü ve güçlüdür. Bu korku, kişisel ve toplumsal narsisistik imgelerimizi korumak için, ilkin içimizde kurduğumuz kalenin temel harcıdır. Bu nedenle “Sistem”, tarihiyle, geçmişiyle yüzleşmek; ordusu ya da diniyle yüzleşmek gibi zorlu sınavlar için, istense de kolay aşılamayan alabildiğine yüksek ve kör duvarlar üretir.

Türkiye’nin yakın tarih vicdanında hâlâ taze yaralar olarak duran ve büyük oranda bugün yaşadığımız çıkmazların çatalağızlarını oluşturan 12 Mart ve 12 Eylül askerî darbeleri, bu anlamda toplumsal yüzleşme tarihimizin de önemli dönemeçleri sayılır. Bu süreç hem solcular, hem darbeciler açısından zaman içinde ilginç bir hesaplaşma ve yüzleşme malzemesi ortaya çıkarmıştır. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki: Sol kesim, ne yazık ki, hiçbir zaman kendi dinamikleriyle gelişen, kendi evrimsel sürecinde vardığı bir aşamada özeleştiri yapmayı, kendini gözden geçirerek yeniden yapılanmayı becerememiştir. Bu tür kendini gözden geçirmeler, hesaplaşmalar, geçmişiyle ödeşmeler, hep dışsal, çoğu kez pahası ağır bir müdahalenin sonucunda, bir dış belirleyenin yolunu kesmesiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Kendi dinamiklerinin evrimsel gelişiminden yoksun, yalnızca yenilgi travmasıyla başlayan bu tür hesaplaşmalar da ne yazık ki, “Biz nerede hata yaptık?” düzeyinde daha çok taktik ve stratejik hata arayışlarına kilitlenmiştir. Bir bütün olarak sol anlatının kendisi, devrim ve eylem modelleri, örgütlenme anlayışları, fraksiyonların toplumsal ve tarihsel çözümlemelerinin doğruluğu ve geçerliliği, köktenci bir tutumla sorgulanamamıştır. (Bu süreçten toplu inkâr ve reddiye ile çıkanları saymıyorum.) Özellikle 12 Eylül, sol kesimin birçok bloku tarafından bir tür elektrik kesintisiymiş, elektrikler geldiğinde de kaldığımız yerden mücadelemizi sürdürecekmişiz gibi algılanmış, bu nedenle zihnen aynı yerde bekleyerek zaman geçirilmiş, bizi, ’90’ların, 2000’lerin dünyasına bağlayacak olan şiddetli süreç doğru okunamamıştır. Elbette bunun, bütün dünyanın yaşadığı, büyük anlatıların çözülüşü ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile kodlanan küresel krizle de bağlantısı vardır, ama benim burada dikkat çekmek istediğim konu, bu yazının teması gereği, yıllar yılı dilimize pelesenk ettiğimiz “özeleştiri verme”, “özeleştiri yapma” kavramlarının temel dinamiği olan yüzleşme terbiyesi ve geleneğinden toplumsal dokumuz gereğiyle ne denli uzak olduğumuza işaret fişeği düşürmektir.

Ne olursa olsun, günah çıkarma geleneği, Hıristiyan kültüründen geçen Batılı toplumlara iyi-kötü bir içe bakış terbiyesi kazandırmışken, bizim kültürümüzde bunun bir karşılığı yoktur.

Bugün 12 Eylül’de yapılanlara ilişkin ne zaman eleştirel bir konumdan söz alınsa, askerî darbelerin savunma hattı üstünde duran kişiler, o dönemin koşullarının bunu gerektirdiğinden dem vururlar. Zaman ile koşullar arasında bu denli kaba ve kör ilişki üreten bu çeşit klişeler, ortalama zihinlerin konforu için kullanışlıdır belki, ama geçersizdir. Tarihin böyle işlemediği; o günün koşullarında yapılanların çoğunun, aslında hiçbir koşulda yapılmaması gerektiği biliniyordur çünkü. Araya giren zamanın puslandırıcı etkisinin, gerçekleri, kanıtları ve geçmişin günahlarını karartacağına duyulan bu boş güven, geçmişi temize çıkarmanın beyhude gayretleriyle, daha sonra yapılabilmesi olası askerî darbeleri, zihinlerde meşrulaştırmaya zemin hazırlar yalnızca. Bugün Kürt realitesini tanımakta, Ermeni meselesini konuşmakta bunca zorlanmamız; diyelim, son zamanlarda yeniden gündeme gelen Latife Hanım’ın mektuplarının kilit üstüne kilit içinde saklanması, resmî kilit altında tutulan tarih arşivlerini açmaktan bunca kaçınıyor olmamız, hepsi bu genel korkunun bir parçasıdır.

Bildiğiniz gibi, açık ve resmî bir yasaklama olmadığı halde, bir “consensus”a dönüşen dilsiz bir sansürle ülkemizde, Atatürk’ün canlandırıldığı herhangi bir film uzun yıllar çekilememiştir. Atatürk’ün beyaz perdede cisimleşmeye başladığı tarihler yenidir. Çünkü, şeriat karşıtı “birtakım Atatürkçü zihinler” bile, İslami suret yasağı geleneğinin içinden ve odağından baktıklarının farkında olmayarak, uzun yıllar Atatürk’ün beyaz perdede canlandırılmasını engellemişlerdir.

Bugün Batı dünyası ve Hıristiyanlık, İsa’nın canlandırıldığı onlarca film yapabilmekteyken, müslümanlar kendi peygamberlerini konu edinemezler. İslam toplumlarında Hz. Muhammed’in yüzünü resmetmek yasak olduğu gibi, canlandırmak da yasaktır. Bu nedenle belki de hiçbir zaman Hz. Muhammed’in canlandırıldığı bir film seyredemeyeceğiz.

Bence, Türkçenin güzel olanaklarından biri, “yüzleşmek” fiili ile “yüz” sözcüğünün ilişkisidir. Kendi peygamberiyle “yüz”leşemeyen toplumlar, kendi varoluşuyla ne kadar yüzleşebilir ki?

7.

Red ve inkâr mekanizmaları, kimi zaman hazin ya da gülünç hikâyelere dönüşür. Son zamanlarda ardı ardına okuduğum casuslar ve casusluk tarihi üzerine kitaplarda, toplumsal narsisizmin yüzleşme korkularını parlak ve güçlü bir biçimde örnekleyen çeşitli yaşanmış hikâyelere rastladım. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların, sırrı asla çözülemez sandıkları ve kendi zekâlarına hayranlık ve tapınma nesnesi haline getirdikleri, daha sonra uğradıkları büyük kayıplara karşın, şifrelerinin kırılmış olabileceğinden kuşkuya düşmeyi bir an bile akıllarına getirmedikleri “Enigma” adını verdikleri şifre makinesine duydukları sarsılmaz güvenin etrafında yaşananlar, bunun tipik bir örneğiydi. Kendi akıllarından daha üstün akıllar olabileceğini düşünemeyen, Almanların OKW diye anılan şifre bürosu adamlarının, kendi geliştirdikleri bir makinenin mağlup edilemeyeceğine olan inaçları o kadar tamdır ki, şifrelerin kırılmış olabileceğine ilişkin kanıt olabilecek nice önemli yenilgi yaşandığı halde, bu gerçeği kabullenmeye yanaşmazlar. Hatta, yalnızca bir ay içinde kaybedilen 43 denizaltının yok olmasına, belki de deniz filolarıyla “Enigma” aracılığıyla yapılan görüşmelerin neden olabileceği kuşkusu ileri sürüldüğünde bile, bu olasılığı ileri sürenleri şiddetle püskürtürler. Onlara göre, başlangıç çizelgesinde 36 sıfırlı sayı üretebilen 1036 farklı anahtar deneme gerçekleştirebilen böyle bir makinenin gizi, asla başkaları tarafından üstelik bilinen yöntemlerle çözülemez. “Enigma”, onların gözünde yalnızca bir şifre makinesi değil, aynı zamanda “ego”larını bütünleyen bir “milli gurur abidesi” olduğu için, bunun algılarında yarattığı kör nokta, onlara büyük kayıplar verdirmeye devam eder. Nitekim, çok sonra 1974 yılında “Enigma”nın çözülmüş olduğuna ilişkin bilgiler resmen açıklandığında bile, OKW’nin hayatta kalmayı başarmış bazı adamları, bu gerçeği kabullenmeye yanaşmamışlardır. Bu çeşit zihinler için önemli olan gerçekler değil, onların inandıklarıdır.

Yenilginin öğretici bir deneyimleme olduğunu düşünenler için ümit kırıcı olan bu durumun bir benzeri, Japonlar için de söz konusudur. Onların da, sonradan “Eflatun” diye anılan şifre makinelerinin kırılamayacağına olan inançları öylesine tam, kibirleri o denli büyüktür ki, savaş sırasındaki birçok kayıplarının “Eflatun”un kırılmış olabileceğiyle ilgili olduğunu anlayamazlar. Onlar, küçümsedikleri Batı zihniyetinin “Eflatun”un şifrelerini asla çözemeyeceğini, karmaşık bir yapı içeren Japon diline Batılıların hiçbir zaman egemen olamayacaklarını düşünmektedirler. Oysa, bir süredir Amerikalılar bu sayede Japonların omuzlarının üzerinden göz gezdirebilmekte, onların bütün diplomatik trafiklerini izleyebilmektedirler. Üstelik, hayli gelişkin bir makine olan “Eflatun”un çözülmesinde, dil kalıplarının matematiksel olarak yeniden yapılandırılarak nasıl çalıştığını, nasıl şifrelendiğini ele veren ilk hamleye, ironik bir biçimde bir başka ulusal zaafları neden olmuştur: Güçlü bir imparatorluk geleneğinden gelen Japonların alışkanlık haline getirdikleri aşırı nazik selamlaşma biçimleri, savaş sırasındaki hayati mesajlarına bile, süslü hitaplar içeren diplomatik bir dille başladıklarının anlaşılması, dilsel işaret kalıplarının çözülmesinde ilk ipuçlarını vermiştir.

Almanların olduğu gibi, Japonların da kendileriyle yüzleşmekten kaçınan köklü inatları, öylesine güçlüdür ki, savaş sırasındaki Japon ordu sinyal kuruluşunun yaşayan son üyelerinden biri, yıllar sonra 1984’te yaptığı açıklamalarda hâlâ Amerikalıların, “Eflatun”u çözememiş olmalarıyla ve Japon dehasıyla övünmeyi sürdürür.

Toplumsal narsisizmin malzemesiyle beslenen ve kendini ancak böyle sürdürebilen milliyetçilik, doğası gereği, körlüğün inatlarına yaslanır elbet. Bireysel psikoloji, kolaylıkla toplumsal psikoloji haline gelebilir.

İnsanların kendilerini, kimliklerini, niyetlerini, amaçlarını gizlemek zorunda oldukları casuslar, köstebekler dünyası, yüzleşme konusunda bize, metafor değeri yüksek hikâyeler sunar. Örneğin, kimi CIA yada KGB ajanları, özellikle Soğuk Savaş sırasında bazı kişiler hakkında yanılmış ya da yanlış kararlar vermiş olduklarını; bağlı bulundukları örgütleri istemeden de olsa yanıltmış ya da zarara uğratmış bulunduklarını, yıllar içinde bütün gerçekler ve belgeler ortaya çıktıktan sonra bile, asla kabul etmeye yanaşmazlar. Örneğin, zamanında takibinde olduğu KGB ajanı sandığı biri uğruna CIA’yi ciddi para, zaman ve insan kaybına uğrattığı halde, duvar yıkılıp, Sovyetler Birliği dağılıp, belgelerin büyük bir kısmı ortaya saçıldığında bile, o kişinin karşı tarafın casusu olduğu yolundaki görüşlerinde ısrar eden ajanlar, bu duruma iyi bir örnektir. Ortaya çıkan belgeler ve açıklanan gerçekler onlar için bir şey ifade etmez. Onlar için önemli olan, yanılmış olmamalarıdır.

Yukarıda andığım örnekler, Türkiye’nin yıllardır içinde yaşadığı iç savaşta buna benzer ne gibi hikâyeler yaşanmış olabileceğini düşündürüyor bana. Bunu size de düşündürmek istedim. Korucuların, itirafçıların iç dünyalarındaki parçalanmalar; emekli olduktan sonra gözünü politikaya dikmiş generallerin hatıraları değil ama, askerî psikiyatrların kapalı odalarda dinledikleri bölgeden dönen askerlerin anlattıkları bir yazar olarak çok ilgimi çekiyor.

Gülümseyerek kapatalım: Milliyetçilik körlüğünün, gündeliğin sıradan ayrıntılarında bile görülebilen yüzleşme zaafına bir örnek: Yunanistan’ın evelsi yılki Eurovision birincisi olan şarkısının, aslında bizim Karadeniz horonundan araklama olduğunu iddia eden bir büyük gazetemiz, konuyla ilgili attığı manşetin hemen altında, “Horon” sözcüğünün, Yunancadaki “Horeia”dan geldiğini söylerken, o iki santimetrekarelik alan içinde bile kıstırıldığı kör noktayı göremiyordu: Söz, sahiptir.

Korkularının adını koymaktan korkanların bilmedikleri ve korkmayı sürdürdükçe de bilemeyecekleri budur.

Adını koyalım.

Murathan Mungan Birikim, Sayı 210 – Ekim 2006

FREUD’UN VE JUNG’UN DİN HAKKINDA KARŞILAŞTIRMALI GÖRÜŞLERİ – ERICH FROMM

Freud ve Jung’un dine karşı tutumları üzerine yaptığımız bu inceleme, herkesçe kabul gören Freud’un bir din düşmanı, Jung’unsa bir din dostu olduğu şeklindeki düşünceyi destekliyor mu? Onların görüşlerinin kısa bir karşılaştırması bu varsayımın yanıltıcı bir aşırı basitleştirme olduğunu ortaya koyuyor.

Freud en derin ve göz alıcı kitaplarından biri olan The Future of an Illusion’da din ve psikanaliz sorununu ele alır. Mitsel ve dinsel düşüncelerin derin sezgilerin ifadesi olduğu sonucuna varan ilk psikanalist olan Jung da Psychology and Religion (Psikoloji ve Din) başlığıyla yayımlanan 1937 Terry Konferansları’nda aynı konuya değinir.

Her iki psikanalistin de duruşunu kısa bir özetle anlatmaya kalkışmamın üç nedeni var:

1) Bu sorunla ilgili tartışmanın hangi noktada durduğunu ve benim bu noktadan yola çıkarak nereye varmak istediğimi göstermek.

2) Freud ve Jung tarafından kullanılan bazı temel kavramları tartışarak sonraki bölümler için zemin hazırlamak.

3) Büyük ölçüde kabul edilen Freud’un din “karşıtı”, Jung’unsa din “yandaşı” olduğu şeklindeki görüşün düzeltilmesi bu karmaşık alandaki böylesi basitleştirmelerin yarattığı safsatayı görmemize ve “din” ve “psikanaliz”in anlamlarındaki ikilikleri tartışmamıza olanak verir.

Peki, Freud’un The Future of an Illusion’da da açığa çıkan dine karşı tavrı nedir?

Freud’a göre dinin kökeni kendi dışında doğa güçleriyle, kendi içindeyse doğuştan getirdiği güdülerle baş etmek zorunda olan insanın acizliğinde yatıyor. Din, insanın bu içsel ve dışsal güçlerle baş etmek için henüz aklını kullanamadığı ve kendini bu güçleri bastırmak için başka ruhsal güçlerden yardım almak zorunda hissettiği insan gelişiminin erken bir evresinde ortaya çıkar. Bu nedenle insan, bu güçlerle akıl sayesinde başa çıkmak yerine mantıklı bir şekilde baş etmekte aciz kaldığı bu güçleri zapt etmek ve yola getirmek işlevini üstlenen “karşıt-hisler” ya da başka duygusal güçler aracılığıyla başa çıkar.

Freud’a göre, din bir çocukluk deneyiminin yinelenmesidir

Bu süreçte insan, Freud’un “yanılsama” olarak adlandırdığı şeyi, bir çocuk olarak kendine özgü deneyiminden çıkardığı malzemeyi irdeler. İnsan, kendi içindeki ve dışındaki bu tehlikeli, ele avuca sığmaz ve anlaşılmaz güçlere göğüs gererken bir çocuk olarak yaşadığı deneyime geri gider ve sanki aynı şeyi şimdi de yaşıyormuş gibi üstün bir aklın ve gücün sembolü olarak gördüğü, sevgisini ve korumasını kazanmak için emirlerine uyması ve yasaklarına karşı gelmekten kaçınması gerektiği babası tarafından korunduğunu hissettiği bir anı hatırlar.

Bu nedenle din, Freud’a göre, bir çocukluk deneyiminin yinelenmesidir. İnsan, tehdit edici güçlerle, çocukken babasına güvenerek, hayranlık duyarak ama ondan korkarak baş etmeyi öğrendiği güvensizliğiyle nasıl başa çıkıyorsa öyle başa çıkar. Freud, dini çocuklarda gördüğümüz saplantılı nevrozla karşılaştırır. Ona göre din, bir çocukluk nevrozuna yol açan benzer durumlardan kaynaklanan toplumsal bir nevrozdur.

Freud’un dinin psikolojik kökenlerini çözümlemesi, insanların neden Tanrı düşüncesini biçimlendirdiğini göstermek amacını taşır. Ama bu çözümleme psikolojik kökenlere inmekten çok daha fazlasını içeriyor. Bu inceleme, Tanrıcılık kavramının düşselliğini insanların arzularına dayanan bir yanılsama olarak teşhir ederek açığa vuruyor.

Freud, dinin bir yanılsama olduğunu kanıtlama çabasının ötesine geçer. O, dinin bir tehlike olduğunu çünkü dinin tarih boyunca işbirliği içinde bulunduğu çürümüş insani kurumları kutsama eğiliminde olduğunu söyler; daha da ileri giderek dinin insanlara bir yanılsamaya inanmayı öğrettiği ve eleştirel düşünceyi yasakladığı için zekânın gerilemesinden de sorumlu olduğunu belirtir.[7] Bu suçlama da ilki gibi Aydınlanma Çağı düşünürleri tarafından kiliseye karşı yöneltilmişti. Ama Freud söz konusu olduğunda bu ikinci suçlama 18. yüzyıldakinden bile daha serttir. Freud, çözümleyici yapıtında eleştirel düşüncenin yasaklanmasının bir noktada başka düşünce alanlarında da insanın eleştiri yeteneğini körelttiğini ve böylelikle de aklın gücünü sekteye uğrattığını gösterebildi. Freud’un dine karşı üçüncü itirazı da dinin, ahlakı çok sarsak zeminlere oturtmasıdır. Ahlaksal normların geçerliği Tanrının emirlerine dayanıyorsa gelecekte ahlak Tanrıya duyulan inanca bağlı olarak ayakta kalır ya da çöker. Freud dinsel inancın zayıflamakta olduğunu varsaydığı için din ve ahlakbilim arasında sürüp giden ilişkinin ahlaksal değerlerimizin yıkımına yol açacağını da varsaymak zorundadır.

Freud’un dinde gördüğü tehlikeler, onun din tarafından tehdit edildiğini düşündüğü şeylerin tam da kendi idealleri ve değerleri olduğunu anlaşılır kılıyor: Akıl, insan acılarının hafifletilmesi ve ahlak. Ama yalnızca Freud’un din eleştirisinden çıkardığımız sonuçlara bel bağlamamıza gerek yok; Freud açık seçik bir biçimde inandığı normların ve ideallerin neler olduğunu belirtmiştir: Hayırseverlik (Menschenliebe), hakikat ve özgürlük. Freud’a göre akıl ve özgürlük birbiri için gereklidir. İnsan babacan Tanrı yanılsamasını bırakıp evrendeki yalnızlığı ve önemsizliğiyle yüzleşirse baba evini terk etmiş bir çocuk gibi olur. Ne var ki insan gelişiminin başlıca gayesi bu çocuksu düşkünlüğün üstesinden gelmektir. İnsan gerçekle yüzleşmek için kendini eğitmelidir. İnsan kendi doğal duyuları dışında güveneceği bir şey olmadığını bilirse bu duyuları gereği gibi kullanmayı öğrenir. Yalnızca kendini –tehdit eden ve koruyan– yetkeden kurtarıp bağımsız kılmış özgür insan, yanılsamaya düşmeksizin kendi içinde var olan yeteneklerini geliştirip kullanarak aklının gücünden yararlanabilir, böylelikle de dünyayı ve dünyadaki rolünü nesnel bir biçimde kavrayabilir. Yalnızca büyüyüp yetkeye bağımlı olan ve yetkeden korkan çocuklar olmaya bir son verirsek kendimiz üzerine düşünmeye cesaret edebiliriz; keza bunun tersi de doğrudur. Yalnızca düşünmeye cesaret edersek kendimizi yetkenin egemenliğinden kurtarabiliriz. Bu bağlamda Freud’un güçsüzlük duygusunun tam karşıtının dinsel duygu olduğunu ifade ettiğini söylemek anlamlı olacaktır. Freud’un bu ifadesi, birçok Tanrıbilimcinin –ve daha sonra göreceğimiz gibi bir dereceye kadar da Jung’un– bağımlılık ve güçsüzlük duygusunu dinsel deneyimin özü olarak gördüğü gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda çok önemlidir. Bu görüş, ima yollu da olsa Freud’un dinsel deneyim kavramıyla birlikte bağımsızlık ve insanın doğal duyularının farkındalığı kavramlarını da açığa çıkarıyor. Buradaki farklılığın din psikolojisi açısından kritik bir sorun oluşturduğunu daha sonra göstermeye çalışacağım.

Şimdi Jung’a dönersek, onun din üzerine görüşlerinin hemen hemen tüm noktalarda Freud’unkilerin karşıtı olduğunu görürüz.

Jung, kendi yaklaşımının genel ilkelerinin bir incelemesiyle başlar. Freud, profesyonel bir filozof olmamasına karşın William James, Dewey ve Macmurray gibi soruna psikanalizsel ve felsefi açılardan yaklaşır oysa Jung kitabının başında şöyle der: “Kendimi olgunun gözlemlenmesiyle sınırlıyorum ve metafiziksel ya da felsefi görüşlere başvurmaktan kaçınıyorum”. Jung, daha sonra bir psikanalist olarak dini felsefi düşüncelere başvurmadan nasıl çözümlediğini anlatmaya devam eder. Kendi bakış açısını şöyle tanımlar: “Olgusal, yani oluşlarla, olaylarla, deneyimlerle, tek kelimeyle gerçekle ilgili. Doğru bir gerçektir, bir yargı değil. Sözgelimi İsa’nın doğumunun nedeninden söz ederken psikoloji, yalnızca böyle bir düşünce oluşuyla ilgilenir ama böyle bir düşüncenin herhangi bir açıdan doğru ya da yanlış oluşuyla ilgilenmez. Bu düşünce var olduğu sürece psikanalitik açıdan doğrudur. Bir düşünce yalnızca bir kişiye ait olduğu sürece psikanalitik varoluş özneldir. Ama düşünce bir toplum tarafından –ortaklaşa bir hukukla– resmileştirildiğinde psikanalizsel varoluş artık nesneldir”.

Öyle görünüyor ki Jung’un din çözümlemesini açıklamadan önce bu yöntembilimsel önermelerin eleştirel bir incelemesini sunmak gerekiyor. Jung’un doğru kavramı savunulabilir değildir. Jung “doğru bir gerçektir, bir yargı değildir”, yani “bir fil hakikidir, çünkü vardır” der. Ama Jung doğrunun beş duyumuzla algıladığımız ve bir simge sözcükle gösterdiğimiz bir olguya değil de, her zaman ve ister istemez bir yargıya işaret ettiğini unutuyor. Jung daha sonra bir düşüncenin “var olduğu sürece psikanalitik açıdan doğru” olduğunu belirtir. Ama bir düşünce bir kuruntudan ibaret olsa da, bir gerçeğe karşılık gelse de “var”dır. Bir düşüncenin varlığı onu hiçbir şekilde doğru yapmaz. Uygulama yapan bir ruh hekimi bir düşüncenin doğruluğuyla yani düşüncenin tanımlamaya eğilimli olduğu olguyla olan ilişkisiyle ilgilenmezse işini bile yapamaz. Bu durumda bir kuruntudan ya da paranoyaya özgü bir sistemden söz edemez. Jung’un yaklaşımı ruh hekimliğine ait bir bakış açısıyla savunulamaz olmakla kalmıyor, aynı zamanda görünürde dine Freud’dan daha sıcak bakıyor olsa da özünde Musevilik, Hıristiyanlık, Budizm gibi dinlere kökten karşı çıkarak bir tür görecelik bakış açısına da sahip çıkıyor. Bu dinler doğru için çabalamayı insanın başlıca erdemlerinden ve yükümlülüklerinden biri olarak kabul ediyor ve ister vahiy yoluyla isterse yalnızca aklın gücüyle ulaşılmış olsun öğretilerinin doğru ölçütüne bağlı olduğunda ısrar ediyor.

Jung, kendi duruşunun güçlüklerini görmeyi becerememiş değildir, ama bu güçlükleri çözmeye uğraşma biçimi de ne yazık ki aynı derecede savunulmazdır. O, “öznel” ve “nesnel” varoluş arasında ayrım gözetmeye çabalar, hem de bu kavramların dile düşmüş kaygan niteliklerine karşın. Jung, nesnel bir şeyin salt öznel olan bir şeyden daha geçerli ve doğru olduğunu söylemek ister gibidir. Onun öznel ve nesnel arasındaki farklılık ölçütü, bir düşüncenin yalnızca bir bireyin aklına gelip gelmemesine ya da tüm toplumca oluşturulup oluşturulmamasına bağlıdır. Peki, bizler yaşadığımız bu çağda hiç “folie à millions”a, bir grubun toptan deliliğine tanıklık etmedik mi? Milyonlarca insanın akıldışı tutkularınca yanlış yönlendirilip tek bir bireyin sahip olduğundan daha az yanılsamalı, daha az usdışı olmayan düşüncelere inanabildiğini görmedik mi? Peki öyleyse onların “nesnel” olduğunu söylemenin anlamı ne? Buradaki öznel ve nesnel ölçütü, daha önce söz ettiğim görecelikle aynı öze sahiptir. Daha açık olmak gerekirse, bir düşüncenin toplumsal kabulünü sağlayan ve onun geçerlik, doğruluk, “nesnellik” ölçütlerini belirleyen toplumbilimsel göreceliktir.

“Dinsel deneyimin özü, kendimizden daha üstün güçlere boyun eğmektir”

Kendi yöntembilimsel terimlerini tartışmaya açtıktan sonra Jung, asıl sorun üzerine görüşlerini sunuyor: Din nedir? Dinsel deneyimin doğası nedir? Jung’un tanımı birçok Tanrıbilimcininkiyle ortaktır. Bu tanım kısaca şu cümleyle özetlenebilir: Dinsel deneyimin özü, kendimizden daha üstün güçlere boyun eğmektir. Doğrudan Jung’dan bir alıntı yapmak daha da iyi olacaktır. Jung der ki din “Rudolph Otto’nun da ‘Tanrının varlığını hissetme’ olarak uygun bir biçimde tanımladığı dikkatli ve vicdan sesine kulak veren bir yorumdur, başka bir deyişle devimsel bir varoluş ya da eylemdir ve arzunun yönlendirdiği keyfi bir davranıştan kaynaklanmaz. Tam tersine din kendi kurbanı değil ama daima kendi yaratıcısı olan insan öznesini ele geçirir ve denetim altına alır”.

Dinsel deneyimi kendi dışımızdaki bir güç tarafından ele geçirilmek olarak tanımladıktan sonra Jung, bilinçaltını dinsel bir kavram olarak yorumlayarak devam eder. Ona göre bilinçaltı yalnızca kişiye özgü zihnin bir parçası olamaz, bilinçaltı kontrolümüzü aşarak zihinlerimizden içeri zorla dalan bir güçtür. “Rüyalarınızda [bilinçaltına ait] bu sesi algıladığınız gerçeği hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü sokaktaki sesleri de duyabilirsiniz, ama bunları kendinize ait olarak açıklayamazsınız. Bu sesi tek bir durumda meşru olarak kendi sesiniz olarak adlandırabilirsiniz; o da bilincinizin yapısını bütünün bir parçası ya da büyük bir dairenin içine aldığı daha küçük bir daire olarak varsaydığınızda. Arkadaşına şehri gezdirirken banka binasını göstererek ‘İşte benim bankam’ diyen basit bir banka memuru da aynı ayrıcalığı kullanıyordur”.

Jung, kendi din ve bilinçaltı tanımının kaçınılmaz bir sonucu olarak bilinçaltı belleğin doğasından dolayı bilinçaltının bizim üzerimizdeki etkisinin “başlı başına dinsel bir olgu” olduğu düşüncesine varır. Bu düşünceyi, hem dinsel inancın hem de rüyanın dinsel bir olgu olduğu, çünkü her ikisinin de kendi dışımızdaki bir güç tarafından ele geçirilişimizin bir ifadesi olduğu görüşü izler. Söylemeye gerek yok ki Jung’un düşünce mantığı içinde delilik de her şeyden önce dinsel bir olgu olarak tanımlanmak zorundadır.

Freud ve Jung’un dine karşı tutumları üzerine yaptığımız bu inceleme, herkesçe kabul gören Freud’un bir din düşmanı, Jung’unsa bir din dostu olduğu şeklindeki düşünceyi destekliyor mu? Onların görüşlerinin kısa bir karşılaştırması bu varsayımın yanıltıcı bir aşırı basitleştirme olduğunu ortaya koyuyor.

Freud, insan gelişiminin hedefinin şu ideallerin başarılması olduğuna inanıyor: Bilgi (akıl, gerçek, logos), hayırseverlik, acıların hafifletilmesi, bağımsızlık ve sorumluluk. Bunlar, Doğu ve Batı kültürlerinin temelini oluşturan tüm büyük dinlerin; Konfüçyüs ve Lao-Tze’nun, Buda’nın, Yahudi azizlerinin ve İsa’nın öğretilerinin ahlaksal özünü oluşturur. Bu öğretiler arasında belirgin vurgu farklılıkları olsa da —örn. Buda acıların hafifletilmesi üzerinde durur, Yahudi azizleri bilgi ve adaleti vurgular, İsa’ysa hayırseverliği— bu din öğretmenlerinin insan gelişiminin hedefi ve insana yol göstermesi gereken normlar üzerinde ne dereceye kadar temel bir fikir birliğine vardıklarını görmek kayda değerdir. Freud, dinin ahlaksal özü adına konuşur ve bu ahlaksal hedeflerin tam olarak gerçekleşmesinin önüne geçtiği için de dinin Tanrıcılığa ait-doğaüstü yönlerini eleştirir. O, Tanrıcılığa ait-doğaüstü kavramların insan gelişiminin daha erken bir evresinde gerekli ve yararlı olduğunu, ama artık gerekli olmadığını, hatta aslında daha ileri bir gelişimin önünde bir bariyer oluşturduğunu anlatır. Bu nedenle Freud’un hangi dini ya da dinin hangi yönlerini eleştirdiğini kesin bir biçimde belirtmezsek Freud’un din “karşıtı” olduğu cümlesi yanıltıcı olacaktır.

Jung’a göre dinsel deneyim özel bir tür duygusal deneyim olarak tanımlanır: daha üstün bir güce teslim olma, bu üstün güç ister Tanrı olarak adlandırılsın isterse bilinçaltı. Hiç şüphesiz bu —söz gelimi, Hıristiyan dinleri içinde Luther ve Calvin öğretilerinin özünü oluşturur— belli bir tür dinsel deneyim için doğru bir tanımlamayken başka tür dinsel deneyimlerle, örneğin Budizmin temsil ettikleriyle çelişir. Bununla birlikte Jung’un din kavramı, doğruyla ilgili kendi göreceliği içinde Budizm, Musevilik ve Hıristiyanlık ile çelişir. Bu dinlerde insanın doğruyu arama yükümlülüğü zorunlu bir önermedir. Pilatus’un alaycı sorusu “Doğru nedir?” yalnızca Hıristiyanlık bakış açısıyla değil aynı zamanda tüm büyük dinlerin bakış açısıyla da din karşıtı bir tutumu simgeler.

Freud ve Jung’un ayrı ayrı görüşlerini toparlarsak, Freud’un ahlakbilim –“dinsel” olarak adlandırılabilecek bir tutum– adına dine karşı çıktığını söyleyebiliriz. Öte yandan Jung, dini psikanalitik bir olguya indirger ve bilinçaltını da dinsel bir olgu olarak ele alarak yüceltir.

Erich Fromm Psikanaliz ve Din İngilizceden Çeviren: Elif Erten, Say Yayınları