Erdal Öz, Deniz Gezmiş’i anlatıyor: “Yazma bu anlatacaklarımı” diyordu

Ankara, Bir Numaralı Mamak Askeri Cezaevi.
30.6.1971 (Cezaevinde tuttuğum günlükten):
-Bugün görüş günüydü. Ne güzeldi. Annem, babam, karım, üçü birden gelmişlerdi. Çift kat cam bölmeli daracık görüşme odasında seslerimizi duyurabilmek için bağıra bağıra birşeyler konuşmaya çalıştık. Döndüğümde Deniz Gezmiş’i bizim koğuşta buldum. Nurhak’ta yaralı olarak yakalanan Mustafa Yalçıner’in başucundaydı. Yavaş sesle konuşuyorlardı. Bu, onu ilk görüşüm. Yakalandığının ertesi günü gazetelerde boy boy yayımlanan fotoğraflarındakinden daha süzgün. Uzun süredir güneşsiz kaldığı belli. Zayıf ve beyaz. O yeşil parkasının içinde incecikti.
Yakalandığı gün üzerinde olan yakası kürklü parkasını giymişti yine. Sonra nöbetçi yüzbaşı girdi içeriye. Yumuşak bir sesle birşeyler söyledi Deniz’e. Direnmedi Deniz, kalktı; birlikte koğuştan çıktılar. Gardiyanların dışarıda azarlandığını duydum.

Aradan üç ay geçecek ve Deniz Gezmiş’le, yine bir görüş günü, başka bir boyutta, başka bir bağlamda karşılaşacaktık: 11.9.1971 (Aynı günlükten): Uykusuz geçen bir gecenin ertesinde, öğle yemeğinin ağırlığı içinde yatağıma uzanmıştım.
İçim geçivermiş, uyuyakalmışım. Uyandığımda akşamı çok yakınımda buldum; dostları da. Yatağıma tırmandılar, bağdaş kurup oturdular. Sevgili konuklarıma çay söylemek için alttaki yatağa basarak indim, çayocağına gittim. Birden orada, çayocağının içinde Deniz’i görmek şaşırttı beni. Aylardır hiç görünmemişti ortalarda.
Deniz, iki üç kişinin güçlükle sığışabileceği, çayocağı olarak kullanılan daracık bölmenin içindeydi. Çayocağını işleten iki tutuklu erin arkasında bir taburede oturuyordu.
-Merhaba, – dedi.
-Merhaba, -dedim: -İyi misin?-
-Öykünü bir daha okudum,- dedi. -Ernesto’yu (Bu öykü ‘Kanayan’ adlı kitabımdadır.) Daha önce bir gazetede de çıkmıştı. –
-Cumhuriyet’te,- dedim.
-Memet Fuat’ın hazırladığı. ‘Yıllık’ geçti elime. Orada gördüm. Bir daha okudum. İyi belgelemişsin.-
-Pek öykü sayılmaz o, – dedim.
-Yo, yo, olsun. Çok gerekli bir yazı. Eline sağlık. –
Görüş günüydü o gün. Cezaevindekilerin yakınları, beş dakikacık da olsa içeridekileri görebilmek için onca yola, onca eziyete, onca engellemeye katlanıyor, cezaevine geliyorlardı.
Biz içeridekilerin hazırlıklarıysa bir gün öncesinden başlardı. Tıraşlar olunur, en temiz kılıklar giyilirdi. Amaç, dışarıdakilere ezik, yılgın görünmemekti. Bu tavır, dışarıdakilere güç verirdi.
O gün Deniz de görüşmecisiyle buluşmak için beş dakikalığına koğuşundan çıkarılmış, dönüşte nasıl olduysa yine kendini unutturup çayocağına sığınmıştı.
Cezaevinde yatanlar bilir: bir koğuşun içinde yataktan yatağa konukluğa gidilir; tıpkı bir evden bir eve, bir mahalleden bir mahalleye gidilir gibi.
Benim de yatağımda konuklarım vardı, beni bekliyorlardı, çayla birlikte.

11.9.1971 (Günlükten): Hazırlanan dört bardakla sekizlik demliği aldım.
-Gitme de konuşalım,-dedi Deniz.
-Yatağımda arkadaşlar var, – dedim.
-Boşver, atlat onları,-dedi.
-Atlatamam. Çay beklerler şimdi. –
-Canım, ver çaylarını gel,-dedi.
Gerçekten de on dakika sonra çayocağındaydım. Bekliyordu. Deniz’in yanına bir tabure uzattılar, geçip oturdum.
Çayocağını işleten iki tutuklu erden Ahmet, sıcak suyla doldurduğu değişik boylardaki kararmış demliklere birer tutam çay atıp kıvırıp büktüğü kağıt parçalarını demliklerin akıtma yerlerine tıkıştırıyor, Aziz de yıkadığı bardakları, dolu demlikleri alıp dağıtmaya gidiyordu. O sırada üçüncü tutuklu er Bahattin de geldi. Ahmet’le Bahattin önümüzde dikelip bizi meraklı gözlerden gizlediler. İkisi de Deniz’le aramızda geçen konuşmayı, pek anlamasalar da, ilgi ve hayranlıkla dinlediler. Durmadan bardak yıkadılar, çay demlediler.
O gün Deniz’le aramızda geçen konuşmanın konusu edebiyattı. Edebiyata bunca yakın oluşuna sevinmiştim.
Ummuyordum. 12 Mart’ın içeri aldığı nice arkadaş için edebiyat, genellikle küçümsenen bir şeydi. İçeriye kuramsal kitaplar da pek sokulamadığı için, zamanla onlar da edebiyatla tanışmak zorunda kaldılar. Pek çoğu, doğru dürüst bir romanla, bir öyküyle, bir şiirle orada tanıştı. Sanırım bugün de öyledir. Ve okudukça, edebiyata ısındıkça, önce nasıl şaşırdıklarını, sonra nasıl değiştiklerini sevinçle izlemişimdir.
(Günlükten): Bir ara Deniz, -Bugünleri de yazmak gerek, – dedi.
-Yazılacak elbette,- dedim. -Daha olayın çok başındayız.
Zamanla yazılır. –
-Yarının gerçek edebiyatı bugünün mahpusanelerinden
çıkacak, göreceksin,- dedi. -Yazarlarımız konu sıkıntısı çekiyorlardı.
İşte bir sürü konu onlara. –
Doğru söylüyordu.
-Peki ama neden yazarlarımız içeride değil?—
-Niye?- dedim, -Fakir Baykurt burada. Dursun Akçam da burada. Muzaffer Erdost da. Emil Galip de. Mümtaz Soysal da. –
-Ama aramızda değiller,- dedi. -Çoğu Dış B’ye attı kapağı. –
‘Dış B’ denilen yere ‘Vitrin’ de diyorduk; Mamak Cezaevinin dış kesiminde, idarenin bitişiğinde, önündeki çiçekli geniş bahçeye bakan, uzaktan da olsa bütün Ankara’yı gören ayrı bir koğuştu. Orada, genellikle üniversite öğretim görevlileri, gazeteciler, yazarlar, yani ‘seçkinler’ kalıyordu. Beni de bir ara oraya almak istemişler, yanaşmamıştım.
O ara içeride kalmak, içeriyi yaşamak bana daha ilginç gelmişti.
(Günlük’ten): -Cezaevine giren çok az yazar var,- dedi.
-Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun, – dedim.
Nazım Hikmet’ten sonra en beğendiği şair Ahmed Arif’ti.
-Ama onun şiiri, daha çok eşkıyanın şiiri. Nedense yıllardır yeni bir şey yazmıyor. Tek kitabıyla kaldı. Bugünleri de yazmalı o,- dedi. Sonra birden sordu: -Bekir Yıldız’ı nasıl buluyorsun?-
-Severim, -dedim.
-Ama kaba gözlem onunki,- dedi. -Sanatçı yanı şimdilik pek ağır basmıyor. Yaşar Kemal’in ‘Bu Diyar Baştanbaşa’sına benziyor yazdıkları. Öykülerinde röportaj ögesi ağır basıyor. –
Bilge Karasu’yu okumuş, pek beğenmemiş.
-Füruzan diye bir kız var, okudun mu?- dedi. -Bir kitabını okudum, pek bir şey anlayamadım ondan da. –
O konuşuyordu daha çok. Soruyor, çoğunlukla da kendisi yanıtlıyordu. Daha bir sürü ad saydı. Ece Ayhan’ı beğenmiyor, ama ilginç buluyordu. Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı iyi izlemişti. Adnan Özyalçıner’i, Kemal Özer’i, Ülkü Tamer’i biliyordu. Hepsinin de beğendiği, beğenmediği yanları vardı.
Edebiyata bunca yakın oluşuna gerçekten şaşıyordum.
-Biz edebiyattan geldik reis, – dedi.
Onunla yalnız kalmalıydım. Çayocağını işleten erlerin meraklı bakışları altında onunla kesik kesik konuşmak hoşuma gitmiyordu.
-Sıkıldın sen burada, kalk avluya çıkalım, – dedi.
Kafamdan geçenleri sanki anlamıştı.
-Avluda görürler seni, bırakmazlar,-dedim.
-Boşver, kalk, – dedi.
Çıktık beton avluya. Esmer bir akşam koyuluğu vardı ortalıkta.
Yan yana volta atmaya başladık.
Dal gibi upuzundu. Omuzları dardı. Yürürken genç bir kavak gibi sallanıyordu. Meraklı bir sürü göz bizi izliyordu.
Cezaevinde haklarında en çok konuşulan, en çok merak edilen iki ilginç kişiden biri Deniz, biri de İrfan Uçar. İrfan, İstanbul’da gördüğü ağır işkenceler karşısında gösterdiği olağanüstü dirençle herkesin dilinde. Bir direnç anıtı İrfan. Ve her ikisi de öbür arkadaşlarıyla birlikte ayrı bir koğuştalar, gözden ıraktalar.
Birden, -Reis, sen iyi belgeliyorsun,- dedi. -Che Guevara’yı belgelediğin öykün çok iyiydi. Belgeye dayalı iyi şeyler yazacaksın sen. Yazmalısın. Bizi de yazmalısın. –
Şaşırmıştım.
-Bizi sen yazacaksın,-dedi. -Bizim şu anda tek görgü tanığımız sensin. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yanımıza sokulan tek yazar sensin. Bizlerden sen sorumlusun reis. Bizleri iyice incele. Bize sorular sor, gerekli her şeyi öğren, yaz bizi.
Yazar mısın?-
-Yazarım tabii. Yazarım ama, konuşamayız. Konuşturmazlar. –
-İstersen konuşuruz,-dedi. -Sana istediğin her şeyi anlatırım.
Bütün arkadaşlar anlatır. Ne istersen. –
-Nasıl olacak bu?-
—Bir yolunu bulurum ben. İster misin?-
Nasıl istemezdim. Heyecanlanmıştım.
-Var mısın reis? Yazacak mısın?-
-Seve seve, – dedim. -Çok isterim yazmayı. –
Keyifle güldü.
-Nasıl bir şey düşünüyorsun?- dedi. -Roman mı? Roman gibi olmalı. Roman olmalı değil mi?- .
-Roman olabilir,-dedim.
-En güzeli de o. Roman olmalı. Kuru kuru anlatılmamalı.
Kalıcı bir şey olmalı. Yarına kalmalı. Unutulmamalıyız. –
Bir roman kahramanıyla yan yana volta atıyordum beton avluda.
-Ne zaman başlayabiliriz?- dedim.
-Hemen şimdi. Niye olmasın? Bir roman için neler gerekliyse, sen bilirsin onları, sor anlatalım. Neler gerekli sana?-
-Genel yapısıyla konuyu oluşturan olaylar gerekli önce.
Sonra da bol ayrıntı.-
-Hemen başlayalım öyleyse. Vaktimiz kalmadı. Bu adamların ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Vakit çok az.
Hemen başlayalım. –
Aklıma ilk gelen soruyu soruyorum.
Olmuyor. Olamaz. Sorumu yanıtlamaya çalışıyor, ama olmuyor. Giremiyor konuya. Sorular da yanıtlar da dağılıp gidiyor. Asıl önemlisi, not tutamıyorum.
Avludaki meraklı kalabalığın arasında ikimizin de dikkati dağılıyor. Yalnız kalmalıyız, baş başa. Deniz, olayları anlatırken, ben araya girip sorularımla onu ayrıntılara çekmeliyim.
Baş başa kalmanın kaçınılmazlığı konusunda sessizce anlaşıyoruz. Ama nasıl baş başa kalacağız? Daha sonra bunun da bir yolunu buluyoruz.
Deniz’lerin koğuşu bizlerden ayrıydı. Bizler, bir koğuştan ötekine rahatça geçebiliyorduk. Onlarsa bir ayrı ıssız adada gibiydiler. Bizlerle her türlü ilişkileri kesikti. Kesin ve sıkı bir kuşatma altındaydılar. Ara sıra, koğuşların giriş kapısının ortasındaki küçük konuşma deliğinden yüzlerinin bir parçasını gördüğümüz oluyordu. Ama o koğuşun önüne yaklaşmamız bile yasaktı. Yalnızca onların duruşma günlerinde, sabah götürülüp akşamüstü getirilirlerken, bir de görüş günlerinde önümüzden geçerlerken görebiliyorduk onları.

Her duruşma dönüşünde, koğuşlarına girer girmez kıyameti koparırlardı. Hiç değişmezdi bu. Dönüp koğuşlarına sokulduktan kısa bir süre sonra, içeriden koğuşun büyük demir kapısını yumruklayıp tekmelerler; onlar götürüldükten sonra koğuşlarına gizlice yerleştirilen bir avuç dinleme aygıtını elleriyle koymuş gibi bulup bir bir toplar, çiğneyip ezdikleri bu küçük canavarları kapının gözetleme deliğinden dışarı fırlatıp bağıra çağıra ağızlarına geleni söylerlerdi. Cezaevi yönetimi de, nedense, bu işten kesinlikle vazgeçmez, bu oyun da böylece sürüp giderdi.
Kaldıkları koğuş, uzun bir koridorun bir yanınca sıralanmış bir dizi hücreden oluşuyordu. Gece yoklamasından sonra her biri, birer ikişer bu hücrelere kapatılıyor, sabah olunca kapılar yeniden açılıyordu.
Uzun koridorun sonunda, hücrelerin bittiği yerde, iki uzun yemek masasının bulunduğu genişçe bir alan vardı. Masaların üzerinde, savunmalar için gerekli kitaplar, dosyalar yığılıydı.
Savcı, iki gün önce iddianameyi okumuş, hemen hepsinin idamını istemişti. Sıkı bir savunma hazırlığı içindeydiler. Savunmanın hazırlanışında işbölümü yapmışlardı. Gördüğüm kadarıyla, savunmayı genel olarak tasarlayan ve geliştiren, Hüseyin İnan’dı. Atilla Keskin de ona yardım ediyordu.
Koğuşlarına ilk girişimde dipteki alanda topluca yemekteydiler.
Hemen hepsi ayaktaydı. Önlerindeki kavun dilimlerini kaşıklıyorlardı. Bir geç kalmışlık duygusu içinde, bir yere yetişmek ister gibiydiler.
Deniz, savunma hazırlıklarına pek katılmıyordu. Bu da, onunla uzun süre baş başa kalabilmemize, konuşabilmemize yaradı.
Tek başına kaldığı hücresine girdik. Yerler, sigara dipleriyle doluydu. Yatağın bir köşesinde Orhan Kemal’in okunmaktan yıpranmış bir romanı vardı: ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’.
Yatağı oldukça kirli ve dağınıktı. Deniz, yatağın dibine oturdu, sırtını duvara dayadı. Ben demir parmaklıklara dayandım; koridora sırtımı dönmüştüm. Yazdıklarımı görebilmeme yetecek kadar bir ışık, dizlerimin üstündeki küçük defterimi aydınlatıyordu.
O konuşurken, ben sık sık araya giriyor, onu ayrıntılara çekiyordum. Anlattıklarının asıl renkli bölümleri de bu ayrıntılarla ortaya çıkıyordu. Çok yavaş anlatıyor, ben de hızla not alıyordum.
İlk günkü konuşmamızı kaçamak yapmıştık. Ertesi gün, koğuşlarına girmeme izin verilmesi için cezaevi komutanlığına bir dilekçe hazırlayıp verdiler. Şaşılacak şey: bana izin çıkmıştı.
Gerekçe olarak da, benden aldıkları küçücük ‘Hermes Baby’ yazı makinemi, klavyesi değişik olduğu için kullanamadıklarını, savunmalarını hazırlamak için önlerinde pek az günleri kaldığını, makineyi ancak benim kullanabileceğimi, üstelik hukukçu olduğumu belirtip, savunmalarının hazırlanmasında kendilerine yardımcı olabilmem için koğuşlarına girmeme izin verilmesini istemişler. Komutanlıktan bu izin çıkınca, ertesi gün koğuşlarına gizlice girmeme gerek kalmadı. Demir kapı açılıverdi önümde.
Deniz, anlatmak istediklerini kolayca toparlayamıyordu.
Anlatacak çok şeyi vardı. Anlatmak istemediği şeyler de çoktu. Duruşmalara zarar verebileceğini düşündüğü konularda açıklama yapmaktan kaçınıyordu. Onları anlatılabilir duruma sokmak için özel bir çaba harcadığı belli oluyordu. Gizli kalması gereken konuları anlatmamasını ben de istemiştim. Onu rahatlatmıştı bu sözlerim. Kimi anlattıklarını da küçük defterime değil, yüreğime ya da belleğime yazıyordum. Ara sıra o da beni uyarıyor, -Yazma bu anlatacaklarımı,- diyordu. Yazmıyordum.
Anlatmadığı ne kadar çok şey olduğunu yıllar sonra anlayıp şaşıracaktım.

Aldığım notların ele geçebileceği düşüncesi benim kadar onu da tedirgin ediyordu. Bu yazdıklarımı nasıl dışarı çıkarabilecektim? Gerçekten de çok zor oldu, ama oldu sonunda.
12 Mart döneminin ölüm isteğiyle yargılayıp astığı bu üç genç insanın üçüyle de uzun uzun konuşmuş olmayı çok isterdim. Görüşleri, eylemleri ne olursa olsun, bir döneme damgalarını vurmuş, o günlerin en ilginç kişileriydiler.
Hiç beklemediğim anda salıverilişim, gerçekten bir romanın, hem de büyük bir romanın gereçleri olabilecek bu konuşmaların yarım kalmasına neden oldu: Kısa da olsa Deniz Gezmiş’le ve Yusuf Arslan’la konuşabildim.
Ama arkadaşları arasında ‘Dede’ diye çağrılan ve hareketin gerçek önderi olduğu söylenen, eski arkadaşım Hüseyin İnan’la görüşme olanağı bulamadım. Çünkü o günlerde Hüseyin, yoğun bir biçimde, ortak savunmanın çatısını kuruyordu. Önlerinde gerçekten pek az günleri vardı. Onu bu çalışmalarından alıkoyamazdım.
Elimdeki notlardan yola çıkarak bir roman yazmayı çok düşündüm. Olmadı. Yapamadım. Konuya her girişimde, sanki bir emanete hıyanet ediyormuşum duygusuna kapılıyordum. İşte o ara Yaralısın adlı romanım ortaya çıkıverdi.
Bana anlatılanların yükünü yıllarca taşıdım.
Bir döneme ışık tutacağı düşüncesiyle, şimdi bu notları toparlayıp yeniden yazıyor, romanlaştırmadan, belge, anı, anlatı biçiminde günışığına çıkarıyorum.

MARE NOSTRUM (Mare Nostrum: Bizim Deniz (Latince).)

En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!
CAN YÜCEL

-ŞARKIŞLA’YA DÜŞÜRMESİN
ALLAH SEVDİĞİ KULUNU

DENİZ GEZMİŞ anlatıyor

İstanbul’dakilerle ilgimiz yoktur. THKP(THKP: Türkiye Halk Kuruluş Partisi.) ve THKC (THKC: Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi.) bizden sonradır.
Biz, Dev-Geç’ten koptuktan sonra ‘Kır Gerillası’na karar vermiştik. Eskidir bu hikaye. THKO (THKO: Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) bu amaçla kuruldu.
Amacımız ‘Kır Gerillası’ olarak eylem yapmaktı. Gerekli her şey hazırdı: gereçler, kılıklar falan. Çocuklar dağdaydılar.
Biz şehirde beş kişi kalıp ‘Şehir Gerillası’ olarak çalışacağız, silah falan almak için gerekli parayı sağlayacağız. Sonra da gidip dağdaki arkadaşlara katılacağız. Amacımız buydu.
Bu beş kişiden üçü dağda öldü: Sinan, Alp, bir de Kadir Manga.
İzmir’de ölen İbrahim Öztaş’ı da sayarsak, demek THKO dört ölü verdi. Bugünkü kuşak bizden oldukça değişik; bambaşka özellikler taşıyor.
Bakıyorsun, çocuğun doğum tarihi ya 1950 ya 1951. Almış eline silahı, eyleme girivermiş. Suç bu çocukların mı? Değil. Hiç değil. Geçmiş kuşakların sorumluluğunu da bu kuşak yüklenmiş. Bu yeni arkadaşları söylüyorum.
Bak, bizim kuşak başka türlüydü.
Biz edebiyattan falan geldik buraya.
Beni al işte: 1966’da üniversiteye girdim, İstanbul Hukuk Fakültesine. Partiye 1964’te girmiştim, Türkiye İşçi Partisine. Fakülte kantininde edebiyat tartışırdık.
Sonra Yenikapı’ya dadandık. Bir tür bohemlik işte. Bu yeni kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada, mahpusanede tanıştı.
Bu kuşak, bizler gibi öyle uzun boylu düşünce tartışmaları falan da yapmadı, yapamadı; yapmaya fırsat bulamadı ki. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular.
Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven’ı doya doya dinleyemedi. Eisenstein’ın, Pudovkin’in filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler.
Düşünsene, bir resim sergisini bile şöyle içlerine sindire sindire gezip görme olanağı bulamadılar. Büyük eksiklik bunlar. Bu eksikliklerin onlara çok zararı oldu.
Marksizm-Leninizm, nasıl insanlığın bir ürünüyse, bu dediklerim de insanlığın uzun yüzyıllar sonunda yaratıp biriktirdikleridir, ürünleridir.
Bizden sonra gelen bu kuşak, insan olarak bütün bunlardan yoksun kaldı. Hiç de iç açıcı bir durum değil. Önemli değil belki ama, yahu bu çocuklar doğru dürüst aşık bile olamadılar. Sevgilileriyle oturup karşılıklı birer soğuk bira bile içemediler.
İnsanlığın büyük kültür mirasını, en iyi bir devrimci anlayabilir, en iyi o değerlendirebilir. Bilime inananların ötekilere üstünlüğüdür bu.
Sıradan bir burjuva, inan ki, Beethoven’ın Yedinci Senfonisini bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim, bir Lorca’nın, bir Neruda’nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya içsavaşını yaşayan biri, Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir.

Devamı yakında…

Erdal Öz 
Gülünün Solduğu Akşam

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz