BÜYÜ, CİNCİLİK VE TIP, İNSANLIK TARİHİNDE RUH İNANCININ ORTAYA ÇIKIŞI – BERTRAND RUSSELL

Kör inançların çoğu Hıristiyanlık öncesi çağlardan kalmaydı ama, çok yakın zamanlara dek bütün Kilise yetkilileri bunları savunmakta direndiler. Papazların yazılarındaki “cinler”, Hıristiyanlığın yayılmasıyla büyük bir öfkeye kapıldıkları düşünülen pagan tanrıları anlamına gelir. İlk Hıristiyanlar Olimpos’lu tanrıların varlığını hiç bir zaman yadsımamakla birlikte onları şeytanın uşakları olarak düşünmüşlerdi. Kutsal nesnelere inanç çoğunlukla değişmeden sürer gider. Örneğin, Palermo’daki St. Rosalia’nın kemiklerinin çağlar boyunca birçok hastalıkları iyileştirdiği görülmüş; ama saygısız bir anatomi bilgini ortaya çıkıp bunların bir keçinin kemiklerini olduğunu açığa vuruvermiştir. İyileştiren “mucizeler” de yok değildir şüphesiz, ama bilimsel olmayan bir ortamda gerçek, masallarla abartılır, bu yolla iyileştirilebilecek isterik hastalıklarla hekimliğin konusu olan hastalıklar arasındaki ayrım ortadan silinir.

1348’de Kara Ölüm, değişik yerlerde kör inançların boy göstermelerine yol açtı. Tanrı’nın öfkesini yatıştırmakta en çok tutulan yön temlerden biri de Yahudileri yok etmekti.
Akıl hastalıklarının geçirilmesinde, anlaşılacağı gibi, özellikle kör inançlara dayanan işlemlere başvuruluyordu; bu konu tıbbın en geç gelişen dallarından biri oldu.
Kötü bir ruhu uzaklaştırmak için ona işkence etmenin ya da onun gururunu kırmanın en etkili yol olduğu inancı yerleşti.  Sahusun kurtulması için yumuşak yolların etkisi görülmezse, hasta kırbaçlanıyordu; cin yine direnir uzaklaşmazsa, hastaya işkence ediliyordu. İnsanbilimciler, en ilkel topluluklarda bile büyü ile din arasında bir ayrım bulunduğunu söylemektedirler. Rivers, “Büyüden söz ederken, insanın törenlerle yaptığı birtakım işlemlerdir demek istediğim. Oysa din, etkisi yüce bir gücün istemine bağlı birtakım işlemlere başvurur. Yalvarma yakarma törenleriyle bu yüce gücün aracılığı istenir.” Bir yandan bir takım kutsal taşlar gibi cansız nesnelerin gücüne inanan, bir yandan da insan dışı bütün ruhların insana üstün olduğunu düşünen toplulukları göz önüne alırsak bu tanım yerindedir. Ama Ortaçağ Hıristiyanlığı için olsun, Müslümanlık için olsun bu iki durumun hiçbiri doğru değildir. … Şeytan da tıpkı Tanrı gibi mucizeler yaratabilirdi. Ama şeytan kötü insanlara, Tanrı ise iyi insanlara yardım için yapıyordu bu işi.
Bugün büyücülüğün en ciddi çömezleri, büyünün Hıristiyan Avrupa’sına pagan dinler, zamanla Hıristiyanlıktaki kötü ruhların yerine konmuş olan pagan tanrılarına yapılan törenlerden geçmiş olduğunu savunmaktadırlar.

Başlangıçta büyücülük kadınlara özgü bir suç değildi. Bu suçun yalnız kadınlara mal edilmesi on beşinci yüzyılda başlamış, cadıları sert cezalara çarptırmak pek yaygın bir gelenek olarak on yedinci yüzyıl sonuna değin süregelmişti. … 1489’da, … Kadın Suçlarının Çekici adlı bir kitap yayımladılar. Bu kitapta, kadın yüreğinin yaradılıştan kötülüğe eğilimli oluşundan dolayı kadınların büyücülüğe daha uygun düştüğünü ileri sürüyorlardı. … Sanıklara istenilen şeyleri söyletinceye değin işkence yapılıyordu. Yalnız Almanya’da 1450 ile 1550 yılları arasında yüz bin cadının ölüm cezasına çarptırılmış olduğu sanılıyor.
Newton’dan sonra insanlar, Tanrı’nın başlangıçta doğayı yarattığına, istediği sonuçların, bir daha kendi aracılığını gerektirmeden ortaya çıkmaları için gerekli yasaları koyduğuna inanmaya başladılar. Yalnız, Hıristiyan dininin gönderilişi gibi büyük olaylarda yine işe karışıyordu Tanrı. Protestanlar Hıristiyanlığın ilk ya da ikinci yüzyılı sırasında mucizelerin görüldüğüne, sonra bu mucizelerin arkasının kesildiğine inanıyorlardı. … Meteoroloji alanındaki çalışmalar, fırtınaların ortaya çıkışın da bastonlu kocakarıların payını gitgide azaltıyordu. Bir süre için şimşek ile gök gürültüsünü doğal yasalarla açıklamak günah sayıldı, çünkü bunlar özellikle Tanrının işiydi. Bu görüş yıldırımsavarlara da karşı durdu. … Mucizelerin, doğanın akışını değiştirebilecekleri yolundaki inancın ölmesiyle, büyücülüğe olan inanç da çökmek zorunda kaldı.

Kilise, insan gövdesinde yok edilemez bir kemiğin varlığına, bu kemiğin bir gün yine dirilecek olan gövdenin özü olduğuna inanıyordu.
Çiçek hastalığına karşı aşının kullanılmasıyla din adamları yeni bir fırtına kopardılar.
Kilise adamları (bir yandan da tıp adamları) aşıyı “Göklere, Tanrı’nın istemine karşı koyma” olarak gördüler. … 1885’te bile, Montreal’de görülen amansız bir çiçek salgınında, Katolik halk aşıya karşı koydu, kiliseleri de bu davranışı destekledi.
Uyuşturucu (anaesthetics) bulunduğu zaman, tanrıbilim bir kez daha insan acısının azalmasına engel olmaya yeltendi.

Tanrıbilimin kötü yanı, yıkıcı eğilimler yaratmak değil, böyle davranışlara yüksek bir töre süsü vermek, bilgisiz, barbar çağlardan kalma alışkanlıklara açıkça kutsal bir özellik tanımak olmuştur.
Papanın diline doladığı, doktorca tehlikeli görülen durumlarda, ananın ölmesi cinayet değildir, çünkü doktor bu olguyu hiçbir zaman kesinlikle bilemez önceden: olur ya, belki ana bir mucizeyle kurtuluverir!
Bugün, sağlık bilgisine, korunma yollarına başvurarak hastalıktan, salgınlardan kaçınmaya çalışmak hiç de dinsizlik sayılmıyor.

Ruh ile Gövde

Önemli bilim dalları arasında, en az ilerlemiş olanı ruhbilimdir. Sözcüğün köküne göre “ruhbilim (psychology)” ruh kuramı anlamına gelir, ama tanrıbilimcilerin hiç de yadırgamadıkları ruh, bilimsel bir kavram olmaktan çok uzaktır. … Ruhbilimin temeliyle ilgili sorular bizi felsefenin belirsizlik alanlarına sürükleyiverir.
İlk olarak Yunan düşüncesinde karşımıza çıkan “ruh”, Hıristiyan değilse bile dinsel bir kökten gelir. Yunanlılardaki anlamıyla ruhun, ruhların canlıdan canlıya geçtiğine inanan Pythagoras’çıların düşüncelerinden çıktığı; gövdeye bağlı kaldığı sürece hep maddenin tutsaklığından sıyrılıp sonsuz bir kurtuluşa erişme eğilimi taşıdığı görülür.
Pythagoras’çılar Platon’u, Platon da Kilise babalarını etkiledi: böylece, gövdeden apayrı bir ruh öğretisi Hıristiyan öğretisinin parçası oldu.
Platon’ dan anladığımıza göre, sonradan Hıristiyanlığın benimseyip yaydığı bu gibi öğretiler, onun gününde filozoflardan çok halk çoğunluğu tarafından tutuluyordu. …
Devlet’te Sokrates’in kendisi de savaşlarda yiğitliği kamçılamak için öbür dünyanın güzel tanıtılmasından yanadır; ama bunun gerçekliğine inanıp inanmadığı konusunda hiçbir şey söylemez.
Hıristiyan filozofların, ilkçağlarda bütünüyle Platon’cu olan öğretisi, on birinci yüzyıldan sonra bütünüyle Aristoteles’çi olmuştur. Skolastik düşünürlerin en üstünü sayılan Thomas Aquinas (1225-74), bugün de Roma Katolik Kilisesinin geleneksel felsefe öğretisinde başlıca yetkili sayılır. … Ölülerin yakılmasına karşı duran inancın, dogmalardan çıkmış olduğu açık bir gerçektir. … Öyle ya, her şeye yeterli Tanrı için, dumanlara karışıp dağılan bir insan gövdesinin parçalarını birleştirmek bir kilise avlusunda kurtçuklara, toprağa dönüşmüş bir gövdeyi birleştirmekten çok daha güç olurdu. O zaman söylemiş olsaydım, dine saygısızlık belirtisi sayılırdı bu görüş; oysa su katılmadık koyu dincilerin de düşüncesidir bu.
Ruh da gövde de, skolastik felsefede (Roma Kilisesinde bu gün bile geçerli olan felsefe), birer töz’dürler (cevher). … “Töz” .. alışılmış sözcük “nesne” ya da, bir insan söz konusu olduğu zaman “kişi”dir. Doğaötesi düşünüşteki töz kavramı, sağduyunun bir nesne ya da kişi ile dile getirdiği şeylere kesinlik kazandırma yolunda bir çabadır.
Bir töz, taşıdığı bütün niteliklerden apayrı bir şeydir. Bu, ekmekle şarabı İsa’nın etiyle kanına dönüştüren Eucharist öğretide açıkça görülür. Ekmek kendi niteliklerinden bir şey yitirmemekle birlikte töz bakımından İsa’nın gövdesine dönüşür.
Önce gövdeyi alalım. Töz anlayışı geçerlikte olduğu sürece, gövdenin yeniden dirilmesi, bir zamanlar onu canlı tutan gerçek tözün, gövdesiyle yeniden birleşmesi anlamına geliyordu.
“Töz” anlayışının bir yana bırakılması, gövde konusundan çok ruh konusunda ciddi sonuçlar doğurmuştur. … İlkin, tanrıbilimsel güçlüklerden kaçınmak için “zihin (mind)” sözcüğü “ruh” sözcüğü yerine geçti. … kavrayan ben “özne”, kavranan ise “nesne”dir. …
Özne başka şeyleri kavrayabiliyordu ama kendi kendini kavrayamazdı. Hume, düpedüz özne diye bir şeyin var olmadığım ileri sürdü, ama bu hiçbir şeyi aydınlatamadı. Özne yoksa ölümsüz olan şey neydi? Bir özgür istemi olan şey neydi? Yeryüzünde günah işleyen, cehennemde cezalanan neydi? Bu sorular karşılıksız kalıyordu.
Kant’a göre, kendi başına nesneler, zaman ile uzay içinde değildirler, doğamız bizi onları böyle görmeye zorlar. Kendi başına ele alınırsa benlik de (ya da ruh) ayrı bir görüngü olarak zaman ile uzay içinde gibidir, ama gerçekte hiç de böyle değildir. Algılamada ayırt edebileceğimiz, görüngüsel Öz-varlık ile görüngüsel nesne arasındaki bağdır ama ikisinin de arkasında gerçek bir Öz-varlık ile kendi başına gerçek bir nesne vardır ki bunlardan hiçbiri ayırt edilemez. Ayırt edilemezlerse varoldukları nasıl söylenebilir? Bu, din için, töreler için gereklidir çünkü. … Kant, “salt” usun Tanrı’nın varlığını kanıtlayamayacağına inanarak bunun ancak “edimsel” us il e yapılabileceğini düşünüyordu.
Kısa zamanda kendi başına nesnenin varlığını düşünmenin yersiz olduğu ortaya çıktı; bu, bilinmezliği daha da pekiştirilmiş eski “töz”den başka bir şey olmuyordu. … Kant’ın izleyicileri -ileri sürdüğü düşünce biçimi Hegel’de en yüksek noktasına vardıktan sonrane olursa olsun “görüngüler”in bilinebilir bir gerçeği taşıyabileceklerini, kavranamayacak türden, daha üstün türden bir gerçeğin varlığını tasarlamanın hiç de gerekli olmadığını anladılar. Belki de vardır böyle üstün türden bir gerçek, ama bunun kesinliğini savunan düşünce çürüktür, bundan dolayı da böyle üstün bir gerçeğin varlığı, bilinen ya da bilinebilirin sınırları dışında kalan binlerce olasılıktan biri olarak terslenmek zorundadır.
Bilinebilirin alanı içinde, töz anlayışına, ya da bu anlayışın değişik bir biçimi olan öznenesne ilişkisine yer yoktur. Ayırt edebildiğimiz ana olgular böyle bir ikilem göstermezler,“nesneler”i ya da “kişiler”i görüngülerin toplamından başka bir şey saymamamızı gerektiren bir yanları da yoktur bu olguların.
Ruh ile gövdenin ilişkileri alanında modern felsefeyle bağdaşması güç olan şey yalnız töz anlayışı değildi; nedensellik konusu da eşit ölçüde bir güçlüktü.
Neden kavramı tanrıbilime yalnız günahla ilgili olarak girmişti. Günah, isteme bağlı bir şeydi, istem ise eylemin nedeni oluyordu.
On sekizinci yüzyıl Fransa’sında, Kartaca öğretisinin, yerini insanın bütünüyle fizik yasalarınca yönetildiğini benimseyen salt maddeciliğe bırakmasına şaşmamak gerekir.
Artık bu felsefede istemin yeri yoktur, günah kavramı da ortadan kalkmıştır. Ruh yoktur, bu yüzden de insan gövdesinde geçici bir süre için bir araya gelmiş ayrı ayrı atomlardan başka hiçbir şey ölümsüz değildir. Fransız Devriminin gelişmesine yararlı olduğu düşünülen bu felsefe, kanlı dönemden sonra ilkin Fransa ile savaş halinde olanlara, arkadan da hükümeti destekleyen bütün Fransızlara korku salan bir şey olmuştur.
İngiltere yeniden sıkı sıkıya dine sarılmış, Almanya Kant’tan sonrakilerin idealist felsefesini benimsemiştir. Sonra, romantik dönemin gelişiyle coşkuları duygulanımlar önem kazanmış, insan eylemlerini matematik ilkelere bağlamaya kulak asan olmamıştır.
Hücrebilimde, canlı kimyasında organik bileşimlerin yapay üretiminde başarıla gelen işler, canlı maddenin taşıdığı özelliklerin hepsinin, fizik ya da kimya ilkeleriyle açıklanabileceğini göstermektedir.
Dini savunan filozoflar … En güçlü itkilere bile istemle karşı koymanın hiç de zor bir şey olmadığını savundular. … kimi zaman “us”un, kimi zaman da “vicdan” adı verilen yetinin gösterdiği yolu izlemek gerçek özgürlüğe götürür bizi. Bu durumda, isteklere uymanın karşıtı olan “gerçek” özgürlük, töre yasalarına uymak anlamına geliyordu. Hegel’ciler daha ileri bir adım atarak töre yasalarını Devlet yasası ile aynı saydılar, “gerçek” özgürlük polise boyun eğmek oldu böylece. Hükümetler bu öğretiyi pek beğendiler.
İsteklerin nedeni … kimi zaman iç salgı bezlerinin çalışmalarına, kimi zaman beğenilme isteğine bağlı oluyor nedenler. … Verdiğimiz her kararın da bir isteğin sonucu olduğu açık gerçektir. … Hobbes’un dediği gibi, böyle durumlarda istem, düşüncenin “son yöneldiği istek”tir. Bu bakımdan, bütünüyle ereksiz bir istek eylemi savunulamaz.
Madde ile hareket, teknik konularda bile yetersizdir artık, kuramsal fizik çinin çalışmaları, bilimsel felsefenin isteklerine çok daha yakındır. Öte yandan ruhbilim de “algı”, “bilinç” gibi kavramlardan vazgeçmek gerekliğini duymaktadır, çünkü bunların kesinlikten uzak oldukları anlaşılmıştır.
Kabaca söylersek, bir nesne, aldığımız bir etkinin başlıca nedeni ise, aldığımız etki de bizim o nesneyle ilgili çıkarsamalar yapmamızı sağlayacak yeterlikte ise, o nesneyi “algılayabiliriz”.
Biz “bilinçli”yiz dediğimizde iki şeyi anlatmak isteriz: birincisi, çevremize belli bir yolda tepki gösterdiğimizi; ikincisi, içimize baktığımız zaman, düşüncelerimizle duygularımızda cansız nesnelerde bulunmayan bir özellik gördüğümüzü.
Kişinin dış dünyasındaki şeyleri algıladığını düşündüğümüz sürece, algılanan nesnelerin “bilincinde” olduğunu da ileri sürebiliriz. … Dış algı söz konusu olduğu sürece, taşlarla aramızdaki ayrım, bir derece ayrımından öteye geçmez.
Bilinç kavramının daha önemli yönü, iç gözlem yoluyla bulguladıklarımızla ilgilidir. Biz dıştaki nesnelere tepki göstermekle kalmayız, tepki gösterdiğimizi biliriz de.
Sonuç olarak, ruh ile gövde aras ındaki eski ayrılığın silinmesinden hem “madde”nin eski katılığını yitirmesinin hem de “zihin (mind)”in ruhsal anlamını yitirmesinin büyük payı var dır. … Hiçbir zaman iki insan bir şeyi aynı biçimde algılayamaz, çünkü görüş açılarındaki ayrılıktan dolayı başka şeyler görürler.
Gördüğümüz renk lekesi, bir fizik konu su olduğu ölçüde ruhbilim konusudur da. Fizik aynı özelliği taşıyan olgulardan birtakım çıkarsamalar yapmaya çalışır, ruhbilim de aynı özelliği taşıyan başka bir olgular kümesinden başka çıkarsamalar yapmaya çalışır. … Fizik alanı ile ruhbilim alanı arasında kesin bir temel ayrılık yoktur. Bu iki alandaki bilgimiz de eskiden sanıldığından daha azdır, ama bu bilgi “ruh” ile “gövde”nin modern bilimde yeri olmadığını kavramamıza yetecek ölçüdedir.
Cehennem inancı sallantıya düşünce cennete inancın da gücünü yitirmiş olması garip bir gerçektir.
Bilim için güç olan gerçek, görünürde ruh ya da benlik gibi şeylerin var olmayışıdır. Daha önce gördüğümüz gibi, ruh ile gövdeyi birer “töz” saymak, doğaötesi düşünürlerinin mantığıyla tözlerin zamanla hiçbir değişikliğe uğramayacaklarını söylemek, olacak şey değildir artık. Ruhbilimde de, bir “nesne”yi algılamaya zorlanan bir “özne” tasarlamamızı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Yakın zamana değin, maddenin ölümsüz olduğuna inanılıyordu, ama artık fizik tekniği buna yanaşmıyor. … Sonrasız oldukları düşünülen maddesel tözler varken, ruhların da aynı ölçüde sonrasız olacaklarını ileri sürmek kolay bir işti; ama hiç de sağlam olmayan bu ileri sürme bugün ortaya ç ıkamaz artık. …
Ruhbilimciler ruhun sürekli bir “nesne” olabilecek bir bütün özelliği taşımadığını, gövde içindeki belli bağlarla bir araya getirilmiş bir olgular dizisi olduğunu ortaya koymuşlardır.
“kişi”yi belli bir gövdeye bağlı zihinsel olgular dizisi olarak tanımlayabiliriz. Yasalara da uygun düşen tanım budur, John Smith’in gövdesini yakaladığı zaman, yakalanma anında o gövdenin içinde bulunan kişi bir katildir.
Gerçekte, kişilik bir kuruluştur. Belli olaylar, belli bağlarla bir araya gelerek bir kişiyi kurarlar. Bu bir araya gelme, kümelenme, aralarında belleğin de bulunduğu alışkanlıklara bağlı nedensel yasaların etkisiyle olur, bu nedensel yasalar gövdeyle ilgilidirler. Bilimin geleceği, hele çok yeni bir bilim olan ruhbilimin geleceği önceden kestirilemez. Belki de ruhbilimsel nedenler, hep gövdeye bağlı olmaktan kurtulacaklardır.

DİN ile BİLİM
 Bertrand Russell

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz