Oğuz Atay: “Yaptığımız bütün devrimlerin aslı yok mu dersiniz?”

Lisenin son sınıfına kadar, gözlemci ve daima muvaffakiyete özlemci bir gelişimi yaşadım. Birincilikle bitirdim okulu ve korkulu tedirginlikten uzak kaldım.
“Giriş imtihanlarına da bu ruh haletiyle ve lise bitirme diplomasının aslı ve nüfus cüzdanının suretiyle ve bıyıksız altı adet vesikalık resimde açıkça belirtilen mütebessim suratıyla katıldı bu canavar. Bir de ne görsün: hayatta, bilmediği çeşitten acılar da var!
“İmtihan sonucu, bana bu bakımdan ilk uyarma oldu.
 Dış dünyanın zayıflara karşı nasıl insafsız olduğunu bildiğim için, bir korunma içgüdüsüyle, bazı masum kötülükleri bu çevreye silah gibi kullanma eğiliminden kurtaramadım kendimi. 

 Bu fakir millet bu kadarını verebiliyor

“Ben okul hayatımda güzel bir sınıf, zevkli bir okul binası, iç açıcı bir bahçe görmedim. Kirden kararmış, dayanan dirseklerle cilalanmış eski sıralar; sıraların üstüne, geçen yılların Süleymanları, Necdetleri, Aykutları, zaman geçtikçe öztürkçeleşen isimlerini, adlarını çakıyla kazımışlar. Duvarlarda, her yeni müdürün yeni zevksizliğini gösteren renkli badanalar üstüste: son müdür Behçet Beyin sidik sarısı badanasının altında yer yer eski müdür Muhterem Beyin türbe yeşili ve merhum Sami Beyin çingene pembesi renkleri sırıtıyor. Kara tahtanın karalığı, sözde kalmış. Öğretmen kürsüsünün ön tahtasında, kadın öğretmenlerin bacaklarına, kalem düşürmek bahanesiyle bakabilmek için açılmış koca birdelik. Perdesiz büyük pencereler, yaldız boyası dökülmüş bir soba, kirli ellerimizden leke olmasın diye tokmağının çevresi siyaha boyanmış kül rengi kapı ve hepsinin varlığını ve neden öyle var olduğunu açıklayan beylik cümle: bu fakir millet bu kadarını verebiliyor.
“Hela yahut apteshane veya yüznumara ya da ayakyolu; en moderni: tuvalet. Ve hepsinin kapısında bütün bunlardan ayrı bir yazı: 00. Bütün bu isimler içimi karartırdı. Bu isimleri hatırladıkça, keskin bir koku duyar gibi olurdum.
Sınıfın koridoruna kadar yayılan keskin koku. Kokunun peşine takılıp giderseniz, girişte kovalar, yer bezi yapılmış çuval parçaları ve süpürgeler karşılardı sizi. Tokmağı kopuk kapılar, kapanmayan kapılar, kapısına bozuk bir yazıyla ‘bozuk’ yazılmış helalar, duvarlara sürülmüş pislikler…
Alaturka helalar, alafranga helalar; alaturka musiki, alafranga müzik… Penceresiz helalar, muslukları kırık helalar… Helalara, esas işimizi değil de çok daha başka marifetler yapmak için girerdik: sınıfın gediklileri sigara içer, tembeller tahtadan tebeşir yürütüp hemen ağızlarına atarlar ve üstüne musluktan su içerler -böylece ateşleri yükselirmiş- kadın öğretmenin dersinde kalem düşürmeyi becerip yeterli hayal sermayesi biriktirenler de kilidi bozuk olmayan helalarda, ‘suistimal’ yaparlardı. Kadın öğretmenin hayali, sonuca varmadan kaybolsa bile, duvardaki resimler yardımcı olurdu helalarda.
“Ben bütün bu hareketlerin içinde bir gözlemci sıfatıyla bulundum.”
“Efendim?” dedi Selim yavaşça.
“Evet! Kötü ruhlu bir bakire gibi, her şeyi gördüm ve gene de bana bulaşmasına izin vermedim.”
“O halde yanımda ne işin var?” diye sordu Selim, başını kaldırmadan. “Beni hangi duruma düşürmek istiyorsun böylece?” Sustu. Kelimeleri bulmakta zorluk çekiyormuş gibi: “Bir benzetme yaparak kendimi kurtarmalıyım,” diye söylendi.
Turgut: “Kendini kurtarmak için çırpınan benim, onu da bana bırakmayacak mısın?”
Selim: “Bilmiyorum,” dedi. “Tartışma, istemediğim bir yönde ciddileşiyor.”
Turgut: “Onun kolayı var,” diye atıldı hemen. “Sen yalnız iste.”
Selim: “İstiyorum,” dedi. “Başka çarem yok.”
Selim: “Hayata dayanamadığımız için espri yapıyoruz.
Ahlâk düşkünleri gibi doğru yoldan sapıyoruz. Bütün kurtuluş yollarını kapıyoruz. İşte kapı, işte…”
Turgut: “Yeter, canım Selim! İnsan kardeşim! Hayat dalına yuvasını yapmış biricik eşim. Bırak devam etsin rezil gidişim.
“Rezil gidişim, ben rezil olmadan devam etti görünüşte.
Lisenin son sınıfına kadar, gözlemci ve daima muvaffakiyete özlemci bir gelişimi yaşadım. Birincilikle bitirdim okulu ve korkulu tedirginlikten uzak kaldım.
“Giriş imtihanlarına da bu ruh haletiyle ve lise bitirme diplomasının aslı ve nüfus cüzdanının suretiyle ve bıyıksız altı adet vesikalık resimde açıkça belirtilen mütebessim suratıyla katıldı bu canavar. Bir de ne görsün: hayatta, bilmediği çeşitten acılar da var!
“İmtihan sonucu, bana bu bakımdan ilk uyarma oldu.
Dış dünyanın zayıflara karşı nasıl insafsız olduğunu bildiğim için, bir korunma içgüdüsüyle, bazı masum kötülükleri bu çevreye silah gibi kullanma eğiliminden kurtaramadım kendimi. Bununla birlikte, hiçbir sınır tanımadığımı söylemek haksızlık olacaktır.
“Maruzatım bundan ibarettir; ekmek, suyla undan ibarettir.”
Selim: “Sözlerinize ilave edilecek bir husus görmüyorum. İntibalarınıza aynen katılıyorum. Yalnız, ben de, o yıllarda sizden farklı bir surette gelişen bir yanımı belirten ve şimdi hangi çekmecenin hangi gözünde olduğunu bilemediğim bir yazımı, daha doğrusu bir bildirimi tartışma zabıtlarına eklersem, müzakerelerin bir bütün haline geleceğini sanıyorum. Artık seni daha iyi tanıyorum; daha önce bilmediğime yanıyorum.”
Turgut: “Hevesli edebiyat hocaları gibi gene dayanamadın: sonunda kendi şiirini okuyup berbat ettin dersi. Vaziyetin romantik bir dümende gelişmesi sebebiyle isteğini yapıyorum, hakikate tapıyorum, oturumu bu anda ve burada kapıyorum.”
Bin Dokuz Yüz Elli Üç Yılını Tarih için önemli bir dönem yapan işbu tartışma zabıtları, iki nüsha olarak tanzim ve taraflar arasında imza edilmiştir. (Buraya bir de ‘teati’ kelimesini ekleyebilseydik ne iyi olacaktı. Olmadı.)
Başkan Üye
Turgut Özben Selim Işık
(İmza) (İmza)
Eki: Selim Işık’ın hatır için kabul edilen tamamlayıcı mahiyetteki makalesi.
Turgut, içine girecekmiş gibi eğilerek okuduğu satırlardan uzaklaştı. Yavaş yavaş başını kaldırdı masadan. Kalın parmaklarının orta boğumlarıyla gözlerini kaşıdı; dudaklarını ileri uzatarak, bir şey söyleyecekmiş gibi oynattı hafifçe.
“Nasıl düşünmeli? Ne yapmalı?” diye belli belirsiz mırıldandı.
Ne yapmalı? Ne yapmalı? Makalenin adı buydu galiba: “Ne yapmalı?” Şu makaleyi aramalı. Salon-salamanjeye baktı: sofra hazırlanmıştı. Terliklerini sürüyerek sofraya yürüdü; mutfağa doğru dönerek, isteksiz bir sesle: “Marifetli karım gene neler pişirmiş?” dedi.
Turgut, o gece, daha sonraları her hatırlayışında ürperdiği ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını verdiği bir kâbus gördü. Sabaha karşı rüyanın dehşetiyle birdenbire uyandı.
Rüyasında, rüyanın hemen başlarında, padişah Sultan Abdülhamit’i gördü. Koyu kırmızı büyük bir salonda, bir divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı. Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde de ucuna bir nişan asılmış kalın ve sarı bir kurdele vardı. Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanıbaşında duruyordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anlatıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Turgut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahçup ve ürkek, konuşmadan Abdülhamit’i seyrediyor, bir yandan da kendine cesaret vermeye çalışıyordu: ben Cumhuriyet çocuğuyum, ben Cumhuriyet çocuğuyum. Bir ilkokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini: neden korkacakmışım Abdülhamit’ten?
Fakat, hiç konuşmayan bu küçük adamda ürkütücü bir otorite vardı. Başıyla Turgut’a işaret etti. Turgut da divanın yanındaki sandalyeye oturdu. Abdülhamit’i şimdi çok yakından görüyordu. İkisi de susuyordu. Birden, Sultanın sarındığı örtüler kımıldadı; ipek kumaşın arasından,Turgut’un o ana kadar farketmediği bir adamın başı ve kolları yavaşça dışarı çıktı. Allah Allah, dedi Turgut içinden,bu ince örtülerin altında bir insan olduğunu nasıl farketmedim.
Yılışık, her an sırıtan bir adamdı bu; Abdülhamit’in ciddi ve ağırkanlı duruşuna hiç uymuyordu. Sultan, Turgut’un aklından geçenleri anlamış gibi: “Önceden belli olmaz,” dedi. “Divanın ortasında onun için oyuk bir yer yapılmıştır.
Hep orada yaşar.” Adam, örtülerin içinde yılan gibi kıvranıyor ve yüzündeki iğrenç gülümsemeyle Turgut’a bakıyordu. “Şimdi ne yapıyor?” diye sordu Turgut. Kayıtsız bir tavırla karşılık verdi Sultan: “Bana sevgisini gösteriyor.” Turgut, bağlanmış gibi, iskemleden ayrılamıyordu. “Ben isterseniz gideyim,” gibi birşeyler mırıldandı. “Lüzum yok,”
dedi Sultan. “Alışıktır kıvranmaya. Senin yüzünden değil.”
Adam, gülüyor, kıvranıyor ve bir yandan da: “Öyledir efendimiz,
buyurduğunuz gibi,” diye tekrarlayıp duruyordu.
Turgut: “Yaptığımız bütün devrimlerin aslı yok mu dersiniz?”
diye sordu birdenbire. Sultan, başını geriye iterek:
“Bana kalırsa yok,” dedi. Adam kaybolmuştu. Sultan, eliyle örtünün altını yoklayarak: “Yorulma artık sen Dilazer!” diye seslendi yatağın altına. Kıvrımların arasından Dilazer’in sesi geldi: “Vazifem, efendim.” “Sen sıkılma Turgut Bey oğlum; Dilazer alışıktır.” Ayaklarını altına topladı, bir eliyle siyah mesini tutarak sözlerine devam etti: “Ben, bütün olacakları evvelden görmüştüm. Benimle başa çıkamayacağınızı biliyordum. Ben ve Dilazer, sizin yenemeyeceğiniz kuvvetlerdik.
Hele Dilazer! Çok marifetlidir: istediğin kılığa girer.”
Dilazer, siyah mesin altından başını çıkardı: “Girerim.”
“Sizin hatanız buradaydı: Dilazer’in yerine koyacak adamınız yoktu.” Dilazer, Turgut’un sandalyesinin yanında göründü, Turgut irkildi. Yılan adam sırıtarak: “Adamınız yoktu,” dedi ve gene kayboldu. Turgut yerinden fırlamak ve “Olmaz!” diye bağırmak istedi. Sesi çıkmadı. “Kalkmalıyım,” dedi. Kalkmazsam, Dilazer, beni de Sultan’dan yana sanacak. Abdülhamit’in yüzüne baktı: sakalını tutmuş düşünüyordu Sultan. “Cumhuriyet, bu duruma bu kadar kayıtsız kalamaz.” diye haykırmak istedi. “Bunlara göz yumamaz!”
Yerinden kalkmaya çalışarak Abdülhamit’e doğru uzattı ellerini. Oda kararmıştı, divanı göremiyordu artık.
“Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde, bunlara neden mi engel olmuyorum? Duyduğu bu yeni sese çevirdi başını.
“Gücüm yetmiyor,” dedi ses.

Oğuz Atay 
Tutunamayanlar

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz