“Yaşamış da yaşamamış gibi geldi geçti dünyadan” | Kış Önü Kış Ortası – A. Kadir Konuk

Tüm annelere…
Onun dilinde rakamlı tarihler hiç olmadı. Yaşadığı olayların hiçbirini şu gün, şu ay, şu yıl diye açıklamadı. Yaşanmış da yaşanmamış gibiydi her şey, masalımsı…
Dal gibiydi, ince bir söğüt dalı gibi, ama kuru değildi. Öldüğü güne kadar yaşam fışkırdı her yanından. Ellerinin üzerinde birer nehir gibi uzanan masmavi damarları onun yaşam kökleriydi.
Yaşlanmıştı, eskiden sapsarı olan saçları bembeyaz olmuştu, ama yaşam bükememişti onun servi boyunu. Dimdikti, bir genç kız gibi yürürdü hasta olmadığı zamanlarda.
Kendi işlerini hep kendisi yaptı. Hastaysa, yatağa bağlı değilse kimseden bir tas su istemedi. Kocası ölüp, çocukları anne gel bizimle kal dediklerinde ev üstüne ev kurulmaz yavrum dedi gitmedi hiç birine. Kendi evinde kaldı tek başına. Bazen yatak odasından mutfağa beş dakikada, neredeyse sürünerek gitti bir lokma ekmek için, ama kimseyi yardıma çağırmadı.

On çocuğun annesi, yirmi torunun ninesi, yedi torun çocuğunun büyük ninesi, onun deyimiyle sürünün yaşlı ineğiydi o. Çocuklarının hepsi dede nine olmuşlardı, o da onların çocuklarının büyük ninesi.

Çocukları, torunları, torunlarının çocukları onu konuşturmaktan müthiş zevk alır, o anlattıkça kullandığı bazı sözcüklere gülmekten yerlere yatarlardı. Biliyorum derdi, küçümsüyorsunuz beni, ama sizi ben getirdim dünyaya, unutmayın, benim yumurtamdan geldiniz bu aleme, şimdi kabuğunuzu beğenmiyorsunuz cücükler.

En çok da küçük torununun oğlu soru soruyordu ona. Son numara diyordu ona yaşlı kadın. Soyunun kaç kişiden oluştuğunu soran olursa ne bileyim anam it sürüsü gibi çoklar işte der; isimleri saymaya giriştiğinde altı-yediden yukarı çıkamaz, o sırada küçük torununun oğlu yanındaysa aha bu işte son numara der gülerdi.

Az daha yaşasaydı kendi deyimiyle üç otuz yaşında olacaktı. Ne zaman doğduğunu bilmiyordu. Çocukları ne zaman, anne sen hangi tarihte doğdun, diye soracak olsalar, ne bileyim anam diye başlardı. Kış önüymüş, Ermeni tehciri varmış, her yer feryat figanmış, annem bana ikicanlıymış, babam annemi bir yaylıyla köye götürüyormuş, ziyaret ağacının altına geldiklerinde annemi bir bağırtı tutmuş, babam ulan ne var yazın ortasında böğürecek, utanmıyor musun demeye kalmamış, yaylının arka tekerleklerine yaslanan anam beni bacaklarının arasından çekip çıkarmış. Neyse ki arabacı hem tanıdık hem insan adammış. Yoksa babam öldürürmüş annemi beni öyle ulu orta doğurduğu için. Babam anama sövüp dururken arabacı cebindeki çakıyla kesmiş göbek bağımı, sonra hemen paltosunu çıkarmış, annem de beni ona sarmış, yoksa donup gidecekmişim o ayazda.
Evlilik tarihi de kış önüydü onun. Sonrası, bütün yaşamı, yaz önü, kış önü, güz önü… O yaşamın tümünü bir kış gününde en küçük torununun oğluna masal anlatır gibi anlatırken ertesi gün, kış ortasında öleceğini biliyor gibiydi.

“Ne zaman evlendin büyük nine?”
“Yazdı, öküz öldüren sıcağı vardı o yıl, kapının önünde kızlarla ip atlıyordum, daha on üç on dört gibiydi yaşım, karılar geldiler beni annemden istediler, kış önüydü gelin oldum. İşte o büyük deden olacak herife verdiler beni. İt yüzlü…”
“Niye ölmüş büyük dedeme it yüzlü diyorsun büyük nine?”
“Ne bileyim ben, yüzünü mü gördüm de geldi aldı beni? Kaynanam olacak Nevriye geldi istedi beni, anamla babam da kapı ardında duran çalı süpürgesi gibi verdiler. Sonra bu Nevriye gitti geldi karnımı yokladı, kız anam sen kısır mısın yoksa dedi durdu. Ben ne bileyim, kısır olsam gebe olur muyum, biliyorum yüklüyüm, karnım göstermiyor bebeği, ben de gelinlik ediyor, utancımdan söyleyemiyorum gebeliğimi. Tandırın önündeydim, ekmek pişirmek değil de rapatayı tandıra vurmak için eğilmek ölümdü. Çocuk neredeyse ağzımdan çıkacak gibi oluyor, karnım öyle burnuma yükseliyordu. Tandırlığın dışında rüzgâr karları evirip çeviriyordu. Öyle tandırlığın orta yerinde Nevriye’nin eline doğdu en büyük halan. Kız oldu ya, bunu bir sinir tuttu, çocuğun yüzüne baktı durdu tandırın önünde. Tandıra atacak diye ödüm koptu, ama o çocuğu kucağıma verdi, gitti o güzelim mısır süpürgesini attı tandıra.”
“Mısır süpürgesi ne büyük nine?”
“Oğlum, eskiden böyle tozu içine çeken makineler yoktu, tozu havaya kaldıran süpürgeler vardı. Çalı süpürgesi kapı önünü süpürür, süpürge otundan, mısır püsküllerinden yapılanlar evi tozuturlardı.”
“Niye tozutuyorsunuz evleri?”
“Tozutmuyoruz oğlum, lafın gelişi öyle, süpürüyoruz. Sonra o makineler çıktı, karılar sultan oldu.”
“Nevriye niye süpürgeyi attı tandıra büyük nine?”
“Gelecek çocuk kız olmasın diye.”
“Peki benim dedem nasıl doğdu büyük nine?”
“Senin deden? Senin deden benim ilk oğlum. İlk halandan iki kış sonra yine yüklüydü karnım. Bu Nevriye ölmemişti ki kurtulayım. Gidip gelip oğlan olacak diye başımın etini yiyordu. Sanki ben istemiyorum. Karı neredeyse karnımı açıp içine bakacak. İkide bir yumurta haşlıyor, yumurtaların sarılarını saçının bir teliyle ortalarından ikiye bölüyor, içlerine bakıyor, oğlan diye bağırmıyor mu, kız olacak diye ödüm iliğim kopuyordu.
“Kız oldu değil mi büyük nine? Süpürgeyi de boşa yaktı o zaman.”
“Şeytansınız ulan hepiniz! Kız oldu elbet. Ortanca halan geldi dünyaya. Nevriye delirdi. Soyu sürmeyecekmiş, soyunu kurutacakmışım ben onların. Büyük deden, ana ne yapsın kadın, Allah verdi demese beni kapının önüne koyacak.”
“Sonra yine mi kız oldu büyük nine?”
“Gül gül, şeytanın dölü. Üçüncü de dördüncü de kız oldu. Nevriye her defasında yatırlara gitti, dualar etti, çaputlar bağladı, bana muskalar yaptırdı, bazen yanıma çöktü, ağladı, yalvardı, bana bir erkek torun diye. Ama ben ne yapayım, gelen kız giden kız…”
“Dedemi sormuştum ben, sen hep büyük halalarımı anlatıyorsun. Dedem ne zaman geldi dünyaya?”
“Anlatıyorum ya, eşeğin sıpası. O sene çok kar vardı, çok ayaz vardı, itin götünde kar buz tutuyordu, büyük dedenin bıyıkları bile donmuştu bir keresinde. İşte o gün deden doğdu. Nevriye oğlanın çükünü görür görmez öyle bir bağırdı, öyle bir bağırdı ki ben kendimi öldüm sandım. Çocuğun göbek bağı benim içimde, karı aldı çocuğu götürüyor, içim de onlarla gidiyor, komşumuz anam gelini öldüreceksin demese çekip çıkaracak içimi dışarıya. Sonra aldılar oğlanı bunun elinden, başladı odanın ortasında göbek atmaya. Neyse birden aklına büyük deden geldi, müjde vereceğim diye fırladı kadın odadan, bir gürültü geldi ardından, sonra her şey sustu. Komşular koştular ardından, merdivenlerden yuvarlanmış, en alt basamakta öyle kalmış. İşte o günün akşamıydı öldü Nevriye. Senin deden Nevriye’nin öldüğü gün geldi dünyaya oğlum.”

Bu öyküyü torununun oğluna anlattığı gecenin sabahına karşı sessizce, kimseyi rahatsız etmeden öldü yatağında. Kefen bezi, beyaz sabunu, lifi yatağının yanındaydı.
Kemiklerim üşüyor, ben yatacağım dediği o günün tarihi neydi?
Hiç kimse bir tarih koyamadı o ölüme. Ne zaman onu anacak olsalar son numaraya hayatını anlattığı gün ölmüştü dediler onun için.
Ne doğum tarihi vardı ne de ölüm tarihi oldu. Yaşamış da yaşamamış gibi geldi geçti dünyadan.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz