Suç ve Ceza – Dostoyevski: “İlk işiniz, insana benzememektir!” | Radyo tiyatrosu

Ama Raskolnikov’un gitmeye davrandığını görünce, yeniden öfkelendi: “Dur!” diye bağırdı. “Dinle hepiniz birer gevezeden ve farfaracıdan başka bir şey değilsiniz! Küçücük bir acınız olsa, on paralık yumurtası için ortalığı birbirine katan tavuklara dönersiniz! üstelik burada bile başka yazarların düşüncelerini çalarsınız! “Ruhlarınızda bağımsız bir yaşamdan iz bile yok! İspermeçetten yapılmış yaratıklar! Damarlarınızda da kan yerine serum dolaşıyor! Hiçbirinize inanmıyorum! İlk işiniz, ne pahasına olursa olsun insana benzememektir!” Raskolnikov’un yürümeye yeltendiğini görünce, öfkesi bir ‘kat daha artarak: “D-u-u-r!” diye bağırdı. “Dur ve sözlerimi sonuna dek dinle!

Biliyorsun, bugün yeni eve taşınmam onuruna konuklarım olacak, belki de şu anda gelmişlerdir bile, dayımı bıraktım gelenleri karşılaması için, kendim de bir koşu buraya geldim. Eğer bir ahmak değilsen, eğer su katılmamış bir ahmak değilsen, boşuna, pabuç eskiteceğine, bu akşam doğruca bize gelir, adam gibi oturursun!.. Madem çıkmışsın, yapacak bir şey yok demektir! Sana yumuşacık bir koltuk bulurdum, ev sahiplerimin koltuğunu getirirdim… Çay içer, insanlarla birlikte olurdun… Oturmak istemezsen, yatırırdık seni, yine aramızda olurdun… Hem Zosimov da olacak… Gelecek misin?”
“Hayır.”

“Gerçek değil bu söylediğin” dedi Razumihin sabırsızlıkla. “Sen nereden bileceksin? Daha kendini bilmiyorsun ki..! Hem bu işlerden de zerre kadar anladığın yok! Ben de senin gibi kaç kez böyle insanlardan kaçmışımdır, ama her seferinde de geri döndüm… İnsan yaptığından utanıyor ve geri dönüyor! Unutma: Poçinkov’un apartmanı, üçüncü kat!”
“Öyleyse, bay Razumihin, siz iyilik yapma zevkini duyma uğruna kendinize dayak atılmasına
bile izin vereceksiniz..?”
“Dayak mı? Kime? Bana mı? Aklından geçirenin bile ağzını burnunu dağıtırım! Poçinkov’un apartmanı, kırk yedi numara, memur Babuşkin’in dairesi…”
“Gelmeyeceğim, Razumihin!”
Raskolnikov arkasını döndü yürümeye başladı.
“Bahse girerim ki, geleceksin!” diye bağırdı Razumihin arkasından. “Yoksa… Yoksa…
Bundan sonra Raskolnikov diye birini tanımıyorum ben! Dur! Zamyotov içerde mi?”
“Evet.”
“Seni gördü mü?”
“Gördü.”
“Konuştunuz mu?”
“Konuştuk.”
“Ne konuştunuz? Canın cehenneme! Söylemezsen söyleme! Pocinkov, kırk yedi, Babuşkin…
Unutma!”
Raskolnikov, Sadovaya’ya varınca, sağa saptı. Razumihin dalmış, ardından bakıyordu.
Sonunda elini sallayıp içeri girmek için yürüdü, ama tam merdivenlerin ortasında durdu.
“Allah kahretsin!” dedi yüksek sesle. “Evet, aklı başındaymış gibi konuşuyordu ama… Ah, ne aptalım ben! Yalnızca aklı başındalar ,mı akıllıca laflar ederler? Zosimov’un da asıl korktuğu buydu galiba?” Parmaklarıyla alnına vurdu: “Ya bir de… Nasıl bırakabildim onu? Kendini suya atabilir… Çok yanlış bir is yaptım, çok!” Hemen Raskolnikov’un ardından koştu, ama beriki gözden yitip gitmişti. Razumihin tükürdü ve Zamyatov’u sorguya çekmek üzere hızlı adımlarla “Kristal Palas”a doğru yürümeye başladı.
Raskolnikov doğruca “…” köprüsüne gitti, köprünün ortasında korkuluklara dayanıp, uzakları seyretmeye başladı. Razumi-hin’den ayrıldıktan sonra öylesine bitkinlesmişti ki, köprüye kadar zorlukla gelebilmişti. Oracıkta bir yerlere, yolun ortasına oturmak, ya da yatmak istiyordu canı. Sulara doğru eğilip, batmakta olan güneşin son pembe yansılarına, giderek yoğunlaşan aksam alacasında kararan evlere, nehrin sol kıyısında, uzakta bir evin güneşin son ışıklarıyla tutuşmuş küçük çatı katı penceresine, kanalın karanlık sularına bakmaya başladı.
Özellikle de sulara bakıyor gibiydi. Sonunda gözlerinde birtakım kırmızı halkalar dönmeye, evler, insanlar, rıhtım, arabalar çevresinde dansetmeye başladı. Sonra birden irkildi, gördüğü korkunç bir hayalle yeni bir baygınlıktan kurtulmuş gibiydi. Yanında, hemen sağında birinin durduğunu hissetti, baktı: uzun boylu, başörtülü, uzun sarı benizli, gözleri kızarmış ve yuvalarına gömülmüş bir kadındı. Kadın da doğruca kendisine bakıyordu, ama besbelli hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey farketmiyordu. Birden sağ kolunu korkuluğa dayadı, sağ bacağını kaldırıp korkuluktan aşırdı, sonra sol bacağını kaldırdı, onu da asırdı ve kendini kanala bırakıverdi. Kirli sular bir an açılıp kapandılar ve kadın kayboldu. Ancak, bir dakika kadar sonra yeniden su yüzüne çıktı: akıntı yönünde sürükleniyordu, başı ve bacakları suyun içinde,, sırtı yukardaydı; eteği suyun üzerinde yastık gibi şişmişti.
“Boğuldu!.. Boğuldu!..” sesleri duyuldu, insanlar koşuşmaya başladılar. Kanalın iki kıyısı birden bir anda seyircilerle dolmuştu. Köprünün üstünde de Raskolnikov’a arkadan bastıran bir kalabalık toplandı.
Yakından, ağlamalı bir kadın sesi duyuldu: “Tanrım! Bu bizim Afrosinyuska! Efendiler, Allah rızası için kurtarın onu!”
Kalabalık arasından kimileri de: “Kayık!.. Kayık!., “diye bağırıyorlardı.
Ancak kayığa gerek kalmadı: bekçinin biri iskelenin merdivenlerinden kanala inip, ceketini, çizmelerini çıkararak suya atladı. Akıntı, kadını zaten iskelenin önüne kadar getirmişti ve yapılacak fazla bir şey yoktu. Bekçi sağ eliyle kadını elbisesinden yakaladı, sol eliyle de kendisine uzatılan bir sırığa tutundu ve kadını kıyıya çekti, merdivenlerin üzerine yatırdı. Az sonra kadın kendine geldi, doğrulup oturdu: ellerini anlamsız hareketlerle ıslak entarisine siliyor, aksırıp tıksırıyor, ama hiç konuşmuyordu.
Demin ki kadın sesi bu kez Afrosinyuşka’nın yanında duyuldu:
“Devrilene kadar içip sarhoş oldu, anam babam! Demin de az kalsın kendini asacaktı, ipten kurtardılar. Bir koşu bakkala gidecek kızımı da göz kulak olması için kendisine bırakmıştım…
Şu olanlara bak! Şuradaki satıcı kadın anam babam, şu bizim satıcı kadın! Hemen surda otururuz, iste surda, baştan ikinci ev…”
Kalabalık dağılmaya başladı, polislerse hala kadınla uğraşıyorlardı. Kalabalıktan biri karakoldan söz etti. Raskolnikov olup bitenleri tuhaf bir kaygısızlıkla, aldırmazlıkla izlemişti. Birden içinde bir tiksinti duydu. “Su… Hayır, değmez… Tiksinç bir şey bu…” diye mırıldandı. “Bir şey olacağı yok… Ne diye beklemeli?.. Bu ne? Karakol mu?.. Zamyotov niye karakolda değil? Saat dokuza geldiği halde, karakol hala açık…” Sırtını korkuluklara çevirdi, çevresine bakındı.
Kesin bir tavırla, “Evet! Gidelim bakalım!” diye mırıldandı, karakola doğru yürümeye başladı. Yüreği sağırlaşmış gibiydi. Düşünmek istemiyordu. “Her şeye bir son vermek” kararıyla evden çıktığı zamanki canlılığından eser kalmamıştı; kaygılı bile değildi, şu anda duyduğu tek şey, tam bir uyuşukluktu.
Ağır, uyuşuk adımlarla kanal boyunca yürürken, “Eh, ne yapalım, bu da bir çıkış yoludur!”
diye düşündü. “Nasıl olursa olsun buna bir son vereceğim, çünkü böyle istiyorum… Ancak bu bir çıkış yolu sayılır mı? Boş ver! Bir arşınlık bir yerin olacak! Heh-he! Ancak bu nasıl bir son böyle? Hem son mu bu? Söyleyecek miyim, söylemeyecek miyim onlara? Allah kahretsin! Yoruldum, hemen bir yer bulup oturmalı, ya da uzanmalıyım. İsin en utanç verici yanı da, son derece aptalca olması! Tükürmüşüm aptalcılığına! Ne saçma şeyler geliyor insanın aklına..!”
Karakola gitmesi için dosdoğru yürümesi, ikinci köşeden sola sapması gerekiyordu; hemen şuracıktaydı karakol. Ama o ilk köseye varınca durdu, biraz düşündü ve ilk sokağa saptı.
Böylece iki sokak çevreden dolaşacak biçimde yürüyecekti. Bunu belki hiçbir amacı olmaksızın yapmıştı, belki de birkaç dakika olsun zamanı uzatmak istemişti. Bası önde yürüyordu. Birden sanki kulağına birisi birşey fısıldadı. Başını kaldırınca tam o evin kapısı önünde bulunduğunu gördü. O akşamdan beri buraya hiç gelmemiş, dolayından bile geçmemişti.
Karşı konulmaz, açıklanamaz bir arzuyla tutuştu içi, içeri girdi. Avludan geçti, sağa saptı, bildik merdivenlerden dördüncü kata çıkmaya başladı. Merdivenler dar, dik ve çok karanlıktı.
Her merdiven sahanlığında duruyor ve dikkatle çevresine bakınıyordu. Birinci kat sahanlığındaki pencere çerçevelenmişti. “O zaman bu yoktu” diye düşündü. İşte, ikinci katta Nikolaska ile [Mitka’nın çalıştıkları daire… “Kilitli… Kapı da boyanmış, demek iki kiraya veriyorlar.” İşte, üçüncü kat… ve iste dördüncü kat… “Burası!” Şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı: kapı ardına kadar J açıktı, içerde birileri vardı, sesler geliyordu. Bu hiç beklemediği birşeydi. Bir iki saniye süren bir kararsızlıktan sonra, son basamakları da çıkıp, içeri girdi.
Burası da oranlıyordu, içerde isçiler vardı. Buna çok sasırdı. [Nedense her şeyi bıraktığı gibi bulacağını düşünmüştü, hatta [cesetleri bile, oracıkta… döşemenin üzerinde… Şimdiyse duvarlar çırılçıplaktı ve evde hiç eşya kalmamıştı, evi bu görünüşüyle tuhaf buldu. Yürüdü, pencere kenarına oturdu.
İçerde topu topu iki işçi vardı, ikisi de gençti, yalnız biri ötekinden oldukça küçüktü. O eski, sarı, yırtık duvar kağıtları verine, eflatun çiçekli, beyaz, yeni duvar kağıtları kaplıyorlardı. Raskolnikov’un hiç hoşuna gitmedi bu, değişme kendisini uz-Imüş gibi yeni duvar kağıtlarına düşmanca baktı.
İşçilerin geç kaldıkları anlaşılıyordu, çabuk çabuk kağıtlarını [topluyorlar, eve gitmeye hazırlanıyorlardı. Raskolnikov’u fark etmemiş gibiydiler. Aralarında bir şey konuşuyorlardı.
Raskolnikov parmaklarını çaprazlama kenetleyip, dinlemeye koyuldu.
“Karı sabahın köründe çıkıp gelmesin mi?..” diyordu yaslısı gencine. “Ama nasıl süslenip püslenmiş..! Ne bu limonlaşmalar, portakallaşmalar.:! dedim kendisine. Ben, Tit Vasilyeviç, dedi, artık kendimi tümüyle size teslim etmek istiyorum! İşte böyle! Ama göreceksin, öyle bir süslenmişti ki, model sanırsın!”
“Model ne abiciğim?” diye sordu genci, anlaşılan “abiciği’nden birşeyler öğrenmek istiyordu.
“Model, kardeşime söyleyeyim, renkli birtakım resimlerdir; her cumartesi bizim bura terzilerine dış ülkelerden posta ile gönderilir ve kadınlarla erkeklerin nasıl giyinmeleri gerektiğini gösterir… Senin anlayacağın, resim demek… Erkek modelleri daha çok belden büzgülü paltolarla gösterilir. Kadınlara gelince… ah, bunları sana nasıl anlatsam bilmem ki!..”
Genç olanı büyük bir heyecanla:
“Ah be” dedi, “şu Petersburg’da yok yok, desene..?”
Yaşlısı öğüt verir gibi:
“Evet, kardeş,” dedi “bu Petersburg’da yok yoktur!”
Raskolnikov pencere kenarından indi, sandığın, yatağın ve komodinin bulunduğu öteki odaya geçti. Mobilyasız, çırılçıplak oda ona çok küçük göründü. Duvarlarda hala eski kağıtlar vardı.
Köşedeki duvar kağıdı üzerinde Meryem resmiyle, kandil ve tasvirlerin izi açıkça görülüyordu. Odaya şöyle bir göz attıktan sonra, yeniden pencereye döndü. Yaslı isçi kendisini görmüş, göz ucuyla bakıyordu:
“Bir şey mi istiyorsunuz?” diye sordu birden.
Raskolnikov karşılık vermedi, pencere kenarından inip, kapının dışına çıktı ve çıngırağın ipini çekti. “Aynı çıngırak, aynı madeni ses!” İkinci, üçüncü kez çekti çıngırağın ipini. Dinliyor, hatırlamaya çalışıyordu. O dayanılmaz kokulu, heyecanlı dakikalar yeniden gözünde canlanmaya başladı. Her çıngırak sesinde titriyor, içi bir hoş oluyordu.
İşçi ona doğru yürüyerek, bağırdı:
“Hey, kimsin, ne istiyorsun?”
Raskolnikov yeniden içeri girdi.
“Bakıyorum” dedi, “daireyi kiralamak istiyorum da…”
“Daireler böyle gece vakti kiralanmaz! Hem, kapıcıyla gelmeniz gerekirdi…”
“Döşemeyi de yıkamışlar” diye sürdürdü Raskolnikov, “yoksa boyayacaklar mı? Kan yok
muydu burada?”
“Ne kanı?”
“Kocakarıyla kızkardeşini öldürmüşlerdi ya… Koca bir kan gölü vardı burada…”
İsçi tedirgin olmuştu, bağırdı.:
“Ne biçim adamsın sen be?”
“Ben mi?”
“Evet, sen.”
“Bilmek istiyor musun? Hadi karakola gidelim, orada söylerim.”
İşçiler ona kuşkuyla baktılar. Daha yaşlısı:
212
“Gitme zamanımız geldi” dedi, “geç kaldık, hadi, Alyoşa, burayı kilitlememiz gerek.”
Önden çıkıp yavaşça merdivenlerden inmeye başlayan Raskolnikov:
“İyi, gidelim!” dedi.
Aşağı inince, kapıcıya seslendi:
“Hey, kapıcı!”
Kapı ağzında birkaç kişi durmuş, dışarıyı seyrediyordu: iki kapıcı, bir köylü kadın, üzerinde ropdöşambra benzer bir şey bulunan bir satıcı ve daha birkaç kişi…Raskolnikov onlara doğru yürüdü.
“Ne istiyorsun?” diye sordu kapıcılardan biri.
“Karakola uğradın mı?”
“Şimdi ordaydım, ne olmuş?”
“Kimse var mıydı?”
“Evet, vardı.”
“Komiser yardımcısı da orada mıydı?”
“Bir ara o da ordaydı, isteğiniz nedir?”
Raskolnikov karşılık vermedi; dalgın, düşünceli, adamların yanında dikilip duruyordu. Bu sırada işçiler geldi, yaşlı olanı:
“Daireyi görmeye gelmiş” dedi.
“Hangi daireyi?”
“Şu bizim çalıştığımızı… “Kanı niye yıkadılar?” diye sordu. Orda bir cinayet işlenmiş de, oda orayı tutmaya gelmiş. Sonra kapının çıngırağını çalmaya başladı, nerdeyse ipini koparacaktı.
Bir ara da, karakola gidelim diye tutturdu. Orda her şeyi kanıtlayacakmış! Sırnaşıp kaldı.”
Kapıcı kaslarını çatmış, kuşkulu bakışlarla Raskolnikov’u süzüyordu.
“Kimsiniz siz?” diye bağırdı gözdağı verircesine.
“Rodion Romanoviç Raskolnikov, eski üniversite öğrencisi, hemen şuradaki sokakta, Şil’in apartmanında, ondört numarada otururum. Kapıcıya sor, beni tanır…”
Raskolnikov adamın yüzüne bile bakmamıştı bunları söylerken; dalgın dalgın, gitgide kararmakta olan caddeyi seyrediyordu.

“Peki bu eve niçin geldiniz?”
“Görmek için.”
“Ne varmış ki orda görmek için?”
Kapıda duranlardan tüccar kılıklı olanı:
“Tut kolundan karakola götür” dedi ve sustu.
Raskoinikov omuzu üzerinden adama göz ucuyla baktı, dikkatle süzdü, sonra yine öyle dalgın, bıkkın:
“Gidelim!” dedi.
Tüccar kılıklı adam cesaretlenmişti:
“Götür gitsin!” dedi. “Baksana, o meseleden dolayı gelmiş, kimbilir kafasından neler geçiyor?”
İsçi;
“Sarhoş olup olmadığı da belli değil” dedi.
Yavaş yavaş gerçekten kızmaya başladığı anlaşılan kapıcı:
“Ne istiyorsunuz?” dedi. “Ne demeye dolanıp duruyorsunuz burada?”
Raskoinikov alaycı bir gülümsemeyle:
“Ne o,” dedi, “karakola gitmekten korkuyor musun?”
“Ne diye korkayım? Sen buralarda ne demeye dolanıp durduğunu söylesene önce!”
Köylü kadın:
“Yankesicidir!” diye bağırdı.
Sırtında önü açık bir köylü paltosu, belinde anahtarlar asılı iri yarı bir köylü olan öteki kapıcı:
“Ne diye konuşuyorsunuz onunla?” diye bağırdı. “Defol!.. Sahiden de yankesiciye benziyor!..
Defol!”
Sonra Raskolnikov’u omuzundan tuttuğu gibi sokağa doğru itekledi. Raskoinikov az kalsın yere kapaklanacaktı. Toparlandı, hiçbir şey söylemeden kapıdakilere şöyle bir baktı, sonra yürüyüp gitti.
“Amma tuhaf adam! “diye söylendi işçi.
“Herkes bi tuhaf bu sıralar!” diye mırıldandı köylü kadın.
Tüccar kılıklı olan:
“Karakola götürecektik onu!” dedi.
“Uzak duracaksın öylelerinden!” dedi iri yarı kapıcı. “Besbelli yankesiciydi! Dolanıp duruyor işte! Elini uzatmaya kalksan, kolunu kurtaramazsın! Biliriz böylelerini!..”
“Gideyim mi, gitmeyeyim mi?” diye düşünüyordu Raskoinikov. Bir dörtyol ağzında, kaldırımın tanı ortasında durmuş, birinin sorusuna karşılık verip son sçzü söylemesini bekliyormuş gibi çevresine bakmıyordu. Ama hiçbir yerden hiçbir karşılık germedi, her şey, şu basamaktaki taşlar gibi dilsiz ve ölüydü; ama onun için, bir tek onun için ölüydü… Birden, epey uzakta, ikiyüz adım kadar ilerde, sokağın koyulaşan karanlıkları içinde bir kalabalık farketti, konuşmalar, bağrışmalar geldi kulağına… Kalabalığın ortasında bir de araba duruyordu… Birden caddenin ortasında bir ışık parladı. “Ne oluyor?” Raskoinikov sağa baktı, kalabalığa doğru yürüdü. Rastladığı her şeye dört elle sarılmak ister gibiydi. Bunu düşününce soğuk soğuk güldü. Çünkü karakol konusunda nihayet karar vermişe benziyordu ve su anda artık her şeyin sona erdiğini kesinlikle biliyordu.
VII
Bir üift oynak kıratın koşulu olduğu gösterişli bir araba duruyordu yolun ortasında. Arabada kimse yoktu; sürücü de yerinden inmiş, arabanın yanında duruyordu. Atları dizginlerinden tutuyorlardı. Arabanın evresinde büyük bir kalabalık vardı; en önde polisler duruyordu. Bunlardan biri elinde fener, eğilmiş, arabanın tekerleri arasında bir şeyi aydınlatmaya çalışıyordu. Herkes bir şeyler söylüyor, bağırıp çağırıyor, vah vah, yazık, sözleri duyuluyordu. Arabacı şaşırmış gibiydi, durup durup:
“Şu işe bak! Tanrım, ne felaket!” diyordu.
Raskoinikov olabildiğince kalabalığı yararak ilerledi ve sonunda buraya bunca kalabalığı toplayan, bunca telaşa neden olan şeyi gördü. Atların çiğnediği bir adam yatıyordu arabanın altında. Baygın olduğu anlaşılıyordu, yüzü gözü kan içindeydi, Çok kötü, ama “soyluca” giyimliydi.. Başından ve yüzünden kan akıyordu. Yüzü iyice ezilmiş, derileri soyulmuştu. Adamın uğradığı kaza öyle hafife alınabilecek cinsten değildi.
“Daha nasıl dikkat edecektim!” diye yakınıyordu arabacı. “Atları dörtnala mı kaldırmıştım?
Herkes gördü, çok yavaş sürüyordum arabayı. Eğer bunca insan yalan söylüyorsa, ben de yalan söylüyorum. Ayakta duramayacak kadar sarhoştu, sallana sallana karşıdan karşıya geçiyordu. Bir kez bağırdım, sonra bir kez daha bağırdım, duymadı, bir kez daha bağırdım, atları durdurdum, ama adam kendini doğruca atların ayakları altına attı. Bile bile mi yaptı, yoksa çok mu sarhoştu, anlayamadım. Beygirler gene, ürkek… Adam bağırınca büsbütün huylanıp gemi azıya aldılar… Sonra da olanlar oldu!” ‘ Kalabalıktan birisi arabacıyı doğruladı:
“Tam anlattığı gibi oldu!”
Bir başkası:
“Doğru” dedi, “bağırdı, ben de duydum, tam üç kez bağırdı!”
“Herkes duydu!” dedi yine bir başkası. “Gerçekten de üç kez bağırdı!”
Aslında arabacı da fazlaca üzülmüş ya da korkmuşa benzemiyordu. Arabanın zengin ve tanınmış birine ait olduğu anlaşılıyordu; şu anda o da arabasının sahibinin gelip kendisini almasını bekliyor olmalıydı. Polislere gelince, sorunu çözümlemek için canla başla uğraştıklarına hiç kuşku yoktu. Ezilen adamın karakola ve hastaneye götürülmesi gerekiyordu; ama adamın adını bilen yoktu.
Raskolnikov kalabalığı yararak iyice sokulmuş, arabanın altında kalan adamı görmeye çalışıyordu. Birden fenerin ışığı talihsiz sarhoşun yüzünü aydınlatıverdi. Raskolnikov tanımıştı.
“Kim olduğunu biliyorum” dedi, iyice öne geçerek. “Marmeladov’dur adı, emekli memur, danışman… Surda, Kozel apartmanında oturur. Çabuk bir doktor çağırın, parasını ben veririm!”
Raskolnikov elini cebine atıp bir miktar para çıkardı, polislere gösterdi. Müthiş heyecanlıydı.
Polisler adamın kim olduğunu öğrendiklerine sevinmişlerdi. Raskolnikov kendi adını, adresini de söyledi. Arabanın altında kalıp ezilen sanki öz babasıydı; Marmeladov’u kaldırıp hemen evine götürmelerini sağlamak için büyük çaba harcıyordu. Çırpınır gibi:
“İşte şurada” dedi, “üç ev ötede, su zengin Alman’ın apartmanı, Kozel’in… Sarhoştu herhalde, evine dönüyordu… Tanırım kendisini, ayyaştır… Ailesini de tanırım, karısı, çocukları, bir kızı var. Şimdi hastaneye götürmek uzun sürer, evine götürelim, herhalde apartmanda bir doktor vardır… Parasını ben veririm..! Hemen müdahale etmek gerek, yoksa hastaneye gidinceye kadar ölür!..”
Hatta polislerden birinin avucuna usulca para sıkıştırmayı bile basardı; aslında yasal olmayan bir yanı yoktu isteğinin, yaralıya evinde daha iyi bakılabileceği açıktı. Marmeladov’u arabanın altından çıkardılar; yardım edenler de bulundu. Kozel apartmanı otuz adım ya var ya yoktu.
Raskolnikov arkadan yürüyor, yaralının basını özenle tutarak yol gösteriyordu.
“Btıraya, bu taraftan! Başı yukarı gelecek şekilde çıkarmalıyız merdivenlerden! Çevirin… İşte böyle! Parasını ben vereceğim, bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım!”
Katerina İvanovna, bir dakika bile boş zaman bulduğunda hep yaptığı gibi, ellerini göğsünde kavuşturmuş, kendi kendine konuşup öksürerek, küçücük odanın içinde pencereden sobaya, sobadan pencereye gidip geliyordu. Son zamanlarda yeni bir alışkanlık edinmiş, on yaşındaki büyük kızı Polya ile sık sık ve uzun uzun konuşur olmuştu. Polyanka daha her şeyi anlamaktan uzaktı, ama annesine gerekli olduğunu çok iyi anlıyor, bu nedenle de iri, akıllı gözleriyle onun her hareketini izleyip her şeyi anlıyormuş gibi görünmek için olanca gücünü harcıyordu. Şu anda da bütün gün hastalıktan kıvranan kardeşini yatırmak için soyuyordu.
Gece kardeşinin gömleğini yıkamaları gerekiyordu. Oğlan, çok ciddi bir yüzle ve kıpırdamadan oturmuş gömleğinin çıkarılmasını bekliyordu: bacaklarını birbirine yapıştırıp ileri doğru uzatmıştı: topukları karşıya, birbirinden hafif ayrık duran ayak burunları yukarı bakıyordu. Yatırılmak için soyulan bütün uslu çocuklar gibi dudaklarını şişirmiş, gözlerini devire devire annesiyle ablasının konuşmalarını dinliyordu. Kendisinden birkaç yas küçük kızkardeşi, üzerinde paçavraya dönmüş bir entari, paravanın yanında duruyor ve sırasını bekliyordu. Evin öteki odalarında oturan kiracıların sigara dumanlarından korunabilmek ve böylece uzun ve acılı öksürüklerinden bir an için olsun kurtulabilmek için Katerina İvanovna merdivenlere bakan kapıyı ardına kadar açık bırakmıştı. Zavallı veremli kadın son bir hafta içinde daha da zayıflamış gibiydi. Yanaklarındaki kızıl lekeler daha bir ortaya çıkmış, parlıyordu. , Odada bir aşağı bir yukarı dolaşırken:
“Ah, Polenka” diyordu, “bir busen!.. Babamın evinde nasıl neşeli, nasıl rahat bir hayatımızın olduğunu, bu sarhoş herifin hem beni, hem sizi nasıl mahvettiğini bir bilsen! Babamın albaylığa denk düşen bir sivil görevi vardı, yani nerdeyse vali gibi bir şey… Zaten vali olmasına çok az bir şey kalmıştı. Herkes kendisine ‘Biz seni şimdiden ilimizin valisi sayıyoruz, İvan Mihayliç’ derdi. “Şu son… öhhö! Şu son baloda… Öhhö-öhhö-öhhö.!”
Katerina İvanovna boğazındaki balgamı çıkarınca, eliyle göğsüne bastırarak haykırdı. “Allah kahretsin böyle hayatı! Şu son baloda prenses Bezzememaya beni görür görmez… -daha sonra babanla evlenince, Polyacığım, bu kadın beni kutsamıştı beni görür görmez. “Okul bitirme gününde salıyla danseden sevimli kız değil mi bu?” diye sordu… “Su yırtığı dikmek gerek.
Hemen bir iğne getir de, sana öğrettiğim gibi dikiver… Yarına kalırsa… öhhö! yarın… öhhö öhhö-öhhö!… daha büyüyebilir! Petersburg’dan yeni gelmiş olan Prens Şçegolskiy de bunun
üzerine önce benimle bir mazurka oynadı, sonra, ertesi gün gelip beni resmen isteyeceğini bildirdi. Kendisine en ince sözcüklerle teşekkür edip, kalbimi çoktan bir başkasına vermiş olduğumu söyledim. Bu bir başkası, senin babandı Polya: Babacığım çok kızdı bu işe… Su hazır mı? Ver şu gömleği, çoraplarını çıkarmadın mı?.. ” Küçük kızına döndü: “Lida, bu gece gömleksiz yatacaksın artık, idare et işte… Çoraplarını da çıkar… Hepsini birden yıkayayım.
Bu ayyaş hala niye gelmedi acaba? Gömleğini ne hale getirmiş! Gömlek değil, paçavra sanki, parça parça olmuş… İki gece uğraşıp durmaktansa, şimdi hepsini birden yıkayıveririm…”
Merdivenlere bakan kapının, ağzında içeri bir şey taşımaya uğrasan kalabalığı görünce bir çığlık kopardı. “Aman Tanrım! Öhhö-öhhö-öhhö-öhhö!
Yine mi? Ne bu? Nedir bu getirdikleri? Ah, Tanrım!”
Baygın ve kanlar içindeki Marmeladov’u odaya soktuktan sonra, polislerden biri çevresine bakınarak:
“Nereye yatıralım?” diye sordu.
Raskolnikov:
“Divanın üzerine!” dedi. “Doğruca divanın üzerine ! Başı şöyle gelsin!”
Merdivenlerden birinin:
“Yolda araba çiğnemiş… Sarhoş muymuş, neymiş!” dediği duyuldu.
Katerina İvanovna, yüzünün bütün kanı çekilmiş, güçlükle soluyarak öylece duruyordu.
Çocuklar korkmuşlardı. Küçük Lidoçka bir çığlık atıp ablası Polenka’ya koştu, sarıldı; korkudan tirtir titriyordu.
Marmeladov’u yatırdıktan sonra Raskolnikov, Katerina İvanovna’ya koştu:
“Tanrı aşkına sakin olun ve korkmayın!” dedi; kelimeleri yutarcasına konuşuyordu.
“Karşıdan karşıya geçerken bir arabanın altında kalmış. Üzülecek bir şey yok, şimdi kendine gelir… Buraya getirmelerini ben söyledim. Bilmem hatırlıyor musunuz, size daha önce de gelmiştim… Şimdi kendine gelir… Parasını ben vereceğim!”
Katerina, İvanovna umutsuz bir sesle:
“Olacağı buydu!” diye haykırdı ve kocasına atıldı.
Raskolnikov, Katerina İvanovna’nın olur olmaz şeyler karşısında bayılıp kendinden geçen kadınlardan olmadığını görmekte gecikmedi. İlk işi, hemen yaralının bası altına bir yastık koymak oldu. Su ana kadar kimse akıl edememişti bunu; sonra, tit-reyen dudaklarını ısırıp göğsünden kopmaya hazır çığlıklarını bastırarak, kocasını soymaya, yaralarını gözden geçirmeye başladı; kendini tümüyle unutmuş gibiydi. Hareketlerinde panikten eser yoktu.
Raskolnikov içerdekilerden birini, gidip doktor çağırmaya razı etti; hemen bitişik evde bir doktor olduğunu öğrenmişti.

“Doktor çağırmaları için bir adam gönderdim”, dedi Katerina İvanovna’ya, “üzülmeyin, parasını ben öderim… Su yok mu? Bir de peçete verin, havlu sonra… Çabuk olun biraz!..
Yaralarının ne kadar derin olduğu belli değil… Evet, yaralı, ama ölmedi, inanın bana…
Bakalım doktor ne diyecek?..”
Katerina İvanovna pencereye koştu. Kösede, kırık dökük bir iskemlenin üzerinde, gece kocasıyla çocuklarının çamaşırlarını yıkamak için hazır tuttuğu su dolu toprak bir leğen vardı.
Haftada iki kez, hatta bazan daha sık, Katerina İvanovna geceleri çamaşır yıkardı; çünkü artık o duruma düşmüşlerdi ki, değişecek yedek çamaşırları hemen hiç yoktu: aile üyelerinin her birinin ancak birer kat çamaşırı vardı. Ve pislik, Katerina İvanov-na’nın hiçbir zaman katlanamadığı bir şeydi. Evde pislik görmektense, geceleyin herkes uyurken çamaşır yıkamak, ıslak çamaşırları odanın içine gerdiği iplerde kurutmak ve sabaha herkese temiz çamaşır vermek gibi gücünü aşan yorgunluklara katlanmayı yeğ tutardı… Raskolnikov’a istediği suyu getirmek için leğene sarıldı, ama az kalsın leğenle birlikte yere kapaklanacaktı. Raskolnikov zaten bir havlu bulup ıslatmış ve Marmeladov’un yüzündeki kanları silmeye başlamıştı.

Suç ve Ceza – Dostoyevski

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz