Kayıp Aranıyor – Sait Faik Abasıyanık: “Bir Pazartesi günü idi. Günler, şu garip günler!”

Köy halkı meziyetli insanlardı. Haksızlıktan ve yalandan ürkerlerdi. Ürkmeyenler de kuvvetli bir delil buluncaya kadar beklemeyi daha makul bulur, beklerlerdi. Yalandan çekinmeyen birini beklerlerdi. İşte Kamarot İrfan tam onların beklediği gibi biriydi. Evvelki sene nişanlanmış, gelip köyde bir Rum karısının evine yerleşmişti. Cart curt etmeyi, köyde ağa geçinmeyi, herkese yüksekten bakarak laubali olmayı, kendine büyük küçük köy sakininin “İrfan Ağabey” demesini, okumuş, yazmışlık taslamayı, kavgalara müdahale edip haksızı değil zayıfı ezmesini seven bir adamdı. İşte İrfan’ın önce gizli gizli sonra erkeklik taslarcasına aşikâre anlattığı pek korkunç bir hikâye köy sakinlerinden bir kısmının Nevin hakkındaki “Konsolos’un deli kızı”ndan öteye geçmeyen müsamahakâr kızgınlıklarının birdenbire şimdiye kadar uyuklamış bir kine, bir zalimliğe çevrilmesine sebep oldu. Nevin bâbında üç türlü bir düşünce topluluğu meydana geldi.

Birinciler hiçbir dedikoduya karışmayan, Nevin’in hallerini serbest yetişmesine veren, kabahati babasına yükleyen namuslu insanlardı. İkinciler onun bu halini kendileri yapamakdıkları için şimdilik hoş görenlerdi. Üçüncü bölüğe gelince Nevin onlarla icap etmeyince konuşmazdı. Bunlar görünüşte Nevin hakkında düşünen ikinci kısma benzer, hoşgörür takımındandılar. Ama Nevin onların için için ne kadar zalim, kıskanç, kindar ve fırsat kollar olduklarını, adeta beş hissiyle karışık bir ilave hisle, kavrayıvermişti. Böyleleriyle fazla konuşmaz, çekingen durur, istemeyerek kendiliğinden bir kayıtsızlık gelir bir yerine yerleşirdi.

Bu kayıtsızlığında bilmeyerek o kadar ileri giderdi ki, bu hal, sonunda bir önem vermeyiş gibi gözükmeye başlardı. Böyle bir önem vermemek halinin onların kin ve zalimliğini artıracağını Nevin anlamayacak kadar onlara karşı hareketlerinde kendiliğindendi. Mademki onu sevmiyorlar, hareketlerini çirkin görüyorlar, ahbaplığa lüzum yoktur, diye bile düşünmemişti. Geçerlerken onları şimdiye kadar hiç tanımamış, bilmemiş gibi başka tarafa bakar, selam vermezdi. Bu hissinde de samimi idi. Bu ilgisizliği hiç hesaplı, düşünceli bir şey değildi. Garip bir surette kendiliğindendi. İşte bu kısım Kamarot İrfan’ın hikâyesiyle birdenbire işi azıttılar. O geçerken yerlere tükürdüler. Öyle ki birçokları pis, adi karı, şıllık kelimelerinden öksürük, aksırık, tıksırık seslerinden ve nidalarından yuvarladıkları bir homurtuyu o geçerken homurdanmaya başladılar. Nevin bir zaman bunlara ne yaptığını, neden ona bu kadar düşman kesildiklerini anlayamadı.

Hani istedikleri de olmuştu: Nevin onlar hakkında düşünmeye koyuldu. Ama yine de eski halinde fazla bir değişiklik görülmedi. Yalnız bu sefer eskiden olduğu gibi onlar yanından geçerken kayıtsız duramıyor, bir uykudan uyandırılmış gibi onları tanıyor, gülümseyecek bir muhaverede ise donakalıyor, gülemiyordu. Söyleyeceği bir şey varsa söyleyemiyordu. Bir yerde rastlarsa hafifçe, pek belli belirsiz bir rahatsızlık duyuyor, yanlarından uzaklaşabilmek için telaş gösteriyor, acele ediyordu. En korktuğu şey küçük görülmekti. İnsanlardan her zaman kendini aşağı görmüştü. Hattâ küçük görmüştü. Görmüştü ama başkası tarafından öyle görülmek onu çok üzerdi. Buna da tahammül etmek, aldırış etmemek gerekiyordu. O pis kamarot kendini insanlardan nasıl üstün sayıyordu, bir görmeliydi. “İrfan Ağabey! İrfan Ağabey,” dedikleri zaman nişanlısı için bile değil, elbiseleri için iftihar edercesine günde üç defa urba değiştiriyordu.

Kanada’dan aldığı kalın gömlekleri, eski ayakkabılarını, kar külahını giyer, geyik başlı bastonunu koltuğunun altına sıkıştırır. Zulmedecek, kendi üstünlük hastalığını şehvet gibi tatmin edecek bir biçare insan arardı. Yüzü ve dudakları al al, bıyıkları kıpkırmızı olduğu halde bir yeşil gülümseme ile dört yanına bakardı, üstü başı, omuzu kıçı bir hizada korkunç bir mahlûktu. Hiçbir hayvan, onun kadar çirkin olamazdı. İhtiyar çöpçü atları güzeldi. Uyuz eşekler güzeldi. Her tarafı yırtık, gözleri irinli hasta kediler güzeldi. Sokak köpekleri ne güzeldi! Hamamböcekleri, zinalar harikulade idi. Bizim çirkin dediğimiz; yüzleri, bilinmiş, tadılmış, resmi çizilmiş olmayan kendi halinde insancıklar güzeldi. Ama o, sıhhatli yanaklarına, beyaz dişlerine, kırmızı bıyıklarına, kumral saçlarına rağmen çirkindi. Çirkinliğin en korkuncu ile çirkindi. O bu köyde bulundukça hani insanın üstüne kazara bir yerden bir pislik sürünür de insan neresinde olduğunu kestiremez, arada sırada birdenbire keskin ve öğürtücü bir koku duyar. İşte onun köyde bulunduğu günleri Nevin, kokusundan, bu pislik kokusundan tanırdı…

***

Bir Pazartesi günü idi. Günler, şu garip günler! Uykumuzun içinde saatleri başlayan günler! Uyandığımız zaman üçte birini arkada bırakmışızdır başlayan günün, kaldı mı üçte ikisi.. Yap bakalım hesabını.

Hey gidi Pazartesi hey! Kaldı on altı saatin. Bir saat kavgaya say, bir saat konuşmaya, iki saat yürümeye, yarım saat düşünmeye koy, yemeğe içmeğe de bir saat, yarım saat el yıkama aptes bozmaya, yarım saat olduğun yerde kestirmeye, çeyrek saat bilet almaya, tünele, tramvaya, vapura binmeye… Say sayabildiğin kadar. Koy bu on saatin içine boşlukları doldur. Sevişmeye koyabiliyor musun on dakika?

Yazı makinelerine, kalem tutan parmaklara, neşterlere, ilaçlara, selam vermeye, kitap okumaya, iki kadeh içmeye… Vakit mi kalıyor insanoğluna? Bunu yaparsan onu edemiyorsun.

Kimine dar, kimine bolsun; pazartesi! pazartesi! sanki pazar birşeymiş de onun bir de yarını var, ertesi günü var. ertesi günü yapacak işlerin içinde hep aynı olanı bir yana bırakırsak bize saat olarak ne kalır?

Geç git Pazartesi sen de! Sende de iş yok. Sen de Salı’ya doğru kalem tutarak, apteshaneye giderek, daktilo yazarak, otobüse binerek, sümkürerek, burnunu çekerek, vapura atlayarak, merhaba diyerek, bilet alarak, pazarlık ederek, bir şarkı bile mırıldanmadan, ıslık çalmayı bile hatırlamadan, aşktan göz açamadan, bir güzel yüz bile göremeden; yalan söyleyerek, insanoğlundan insanoğluna kötü haberler ileterek, Çarşamba’ya doğru yürüyen budala bir Salı ile kol kola geçip gideceksin.

Lalettayin bir Mart gününün lalettayin bir Pazartesisi. Gideceksen git! Pencereye üç beş damla insanın içini ürperten buz gibi su, mangallı odanın bir isim yazdığım, bir şekil çizdiğim camına buğudan başka güzel ne getirdin?

Kim bilir, belki de bu saatte Beyoğlu’nda bir evde bir kadın bir erkekle kavga ediyordur. Onun da ismi Nevin’dir.

Az sonra, Pazartesi isimli saatlerin on dakikası geçinceye kadar bir zaman içinde, kanlı canlı, ondüleli, rujlu Nevin on altı yerinden bıçaklanıverecek. Fransa’da kabine düşecek. İngiltere’de bir Lord evlenecek, bir uçak düşecek, bir diğeri Roma Hava Meydanı’ndan Paris’e kalkacak.

Dağların içinde bir tren gidiyor bak! Tam tünele girmek üzere. Bakın şu dolmuşta bir şeyler oldu. Bir adam ezilmiş mi? Bayılmış mı? Nedir? Eczaneye götürüyorlar. Hastanenin birinde bir adamın kalbine ameliyat yapıyorlar; bir başkasının karnından su alıyorlar; birine narkoz veriyorlar, birinin ayağını kesiyorlar…

Düşünürüm, düşünürüm bunu da: İki kişiyi, tenha bir sinemada, yan yana, içleri hazdan ışıklar içinde, yürekleri dudaklarında, şehvet ıslık gibi, yılan gibi, Temmuz geceleri gibi yıldızlı, sıcak, ağır kokulu, dudak dudağa, eller ellerde, bir kadınla kaybolmuş bir erkek.

Hey Pazartesi! Övünebilirsin, isminle değil; yukarıda saydıklarımla.

Ulan Pazartesi! Sen bir tarafta Pazar, bir tarafta Salısın; serseri herif! Ne diye İstanbul’da bize “Pazartesiyim” diye kafa tutarsın. Elimde olsa tutarım seni şu saniyede; bakarım sonra dünya yüzüne: Bir çocuğun yalnız kafası çıkmıştır, bir adam durmadan son nefesinde.

Bir kadın hep o sarsılma anındadır, bir parmak kalkmış daktilonun başında; bekliyor. Hep seni bekliyorlar geçsin gitsin diye, köpek! Giden bir araba durmayacağına göre ne yapar acaba? Bırak bizim tüneli, bir uçağı düşün; duramaz, ehh gidemez de. Köpek hep mi havlayacak? Hani buna havlamak da denmez. Tavuk yumurtayı yumurtlayamayacak, ben ben ben ben ben…

Nevin, işte Pazartesi gününü yerden yere vurarak köyün içinde dolaşıyordu. Günler bir sayfa içine sığdırabileceği bir takım hareketlerle, vapura binmek, Beyoğlu’na çıkmak, sinemaya gitmek, bir arkadaş görmek… Pek az düşünülmeyen değişikliklerle geçip gidiyordu.

Sait Faik Abasıyanık

KAYIP ARANIYOR

“Riyakârlık aşağılığın en son haddidir. Sahiden iyi insanlar, kötüler hakkında laf söylemezlerdi. (…) Riyayı kaldırırsanız mesele yoktur, kötüler hemen saflarına iyiyi alıverirler. Önemli olan kötülüğü iyilikle beraber ortadan kaldırmaktır. O zaman insanlık denilen şey kafasını kaldırır: ‘Durun bakalım’, der, ‘biz de varız'”

Yazarın iki romanından birisi olan Kayıp Aranıyor 1953 yılında yayınlanmıştır. Roman, Sait Faik’in hikayeci kişiliğini yansıtmaktadır. Dolayısıyla romandan çok küçük hikâyeler topluluğuna yakındır. Sait Faik, romanda hayatın bazı anlarını şiirsel bir tarzda sunmuştur.

“…Gerçek Türkçesiyle birlikte, hikayelerinde anlattığı, bir düş içinde görünen insanları da gerçektir. Düş dünyası Sait’in gerçekçiliğinin üstüne çekilmiş bi cila gibidir.”
 Yaşar Kemal
“…Sait’in tek olduğu muhakkaktır. Kendi mizacını, tabiatın eserine vermiş bir hikayeci bundan evvel yoktu, bundan sonra da olmayacak.”
 İlhan Tarus

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz