Bilmek ürkütür insanı. Bilmek lanetlenmektir biraz da… | Şahmeran’ın Bacakları – Murathan Mungan

Babam beni Şahmerancının yanına çırak verdi.
Sokaklarda haylazlık etmeyeyim, hiç olmazsa bir zenaat öğreneyim, diye. Başıboş avare çocukların sonu iyi olmazmış. O zamanlar bilseydim, başıdolu avare çocukların da sonunun iyi olmadığını söylerdim babama.
“Çırak yaşta bir çocuksun artık,” dedi.
Mahallemizin çocukları bir yaşa geldiler mi, birinin yanına çırak verilirlerdi. Âdettendi bu. Mahalledeki oyun arkadaşlarımızdan biri eksildi mi, birkaç gün sokağa çıkmadı mı, anlardık; birinin yanına çırak verilmiş… Artık Demirciler Çarşısı mı olur, Bakırcılar Çarşısı mı olur? bilinmez. Hem sonra kilimciler vardı, halıcılar vardı, kunduracılar, fırıncılar, kuyumcular, saatçiler. Her çocuğa el becerisine göre bir iş biçilirdi.

Terzi yanına girenler, gömlekçide çalışanlar. Kimi özel günler öncesi, annemizin, babamızın elinden tutup da çarşıya gittiğimizde, mahallede, sokak arasında epeydir görmediğimiz arkadaşlarımızla göz göze gelirdik. Nedense kaçırırlardı gözlerini, nedenini kendilerinin de bilmedikleri gizli bir suçlulukla kaçırırlardı. Ya da arsız arsız gülerek örtmeye çalışırlardı, neyse örtmeye çalıştıkları… Suçluluklarında yoksulluklarının payı vardır hiç kuşkusuz; oysa hepimiz aynı yoksul mahallenin çocuklarıydık; ve hepimizi bekleyen aynı yazgıydı.Onları ürküten bir şey olduğunu sezmiştim bu karşılaşmalarda, bu yüzden daha sonraki gidişlerimde göz göze gelmemeye özen gösterir oldum. Bize onlar büyümüşler, çok büyümüşler gibi gelirdi işlerinin, tezgâhlarının başında; sanki daha düne kadar aynı sokak aralarında koşuştuğumuz çocuklar bunlar değildi. Hepsinin yüzü adamlaşmıştı. İmrenir miydik, acır mıydık? bilmiyorum. Ama bir gün nasılsa biz de birinin yanına çırak verilecektik.
Demek çırak yaşta bir çocuktum artık.
Demek, şimdi sıra bende, diye düşündüm. Ellerime baktım ilkin, ellerim bana hâlâ küçük bir çocuğun elleri gibi geliyordu. Ellerimden kendime bir yaş, bir iş biçmeye çalıştım. Ellerim bana hiçbir şey söylemedi. Ertesi gün, daha ertesi gün, daha daha ertesi gün beni mahallede, oyun yerlerinde göremeyecek arkadaşlarımı düşündüm. Çıraklık, ayrılıktı. Beni merak edecekler miydi? Özleyecekler miydi? İlk kim soracaktı beni? Yokluğumun farkına ilk kim varacaktı? Değilse hemen alışacaklar mıydı yokluğuma? Sonraki yıllarda bunaldığımda, üzüldüğümde, üzerime karabasanlar çöktüğünde sürekli kurduğum bir düş vardır: Öldüğümü düşünürüm. Bu düşte beni kendi ölümümden çok, ölümümü duyan arkadaşlarımın, tanıdıklarımın, dostlarımın tepkileri ilgilendirir. Onların ilk tepkileri, ilk üzüntüleri, şaşkınlıkları. O denli kaptırırım ki kendimi bu düşe, bu düşün gerçekliğine, bir zaman sonra ölmekten bile vazgeçer, neşelenmeye başlarım. Başlardım. Sanki onların tepkileri beni yeniden hayata bağlardı. Şimdi düşünüyorum da, Şahmerancının yanına çırak verildiğim o gün arkadaşlarımın ayrılığımı, bir ölüm olarak düşünmelerini istemiştim. Ama o zaman ölüm adını vermemiştim buna. Çünkü ölümü tanımıyordum. Ya da sevecek kadar tanımıyordum, diyelim.
Ayrılığa gelince. Her ayrılık ölümdü benim için.
O gün de, bugün de.

Anladım ki artık ben de çırak olacağım.
Akşam yemeğini yediğimiz yer sofrasından kalkıp da, sedire oturduğumda içime bir burukluk, bir hüzün, bir ağırlık çöktü. Kendimi iş sahibi biri gibi görüyordum. Ama bu, nedense beni neşelendirmiyor, tersine kopkoyu bir hüzün veriyordu. İş sahibi olmak demek ki buymuş, dedim kendi kendime. Akşamları babamın eve asık yüzle, yorgun argın dönmesinin nedeni buymuş, diye düşündüm. Babamla göz göze geldik. Aynı şeyleri düşündüğümüzü sanarak yüzüm kızardı, gözlerimi yere indirdim.
Oysa ertesi sabah her şey bana bir oyun gibi geldi. Babamın elini tutup da, sokağa çıktığımızda her şey hüzünlü bir oyunmuş gibi göründü gözüme. Kim bilir belki de bütün hayatımız gerçekten hüzünlü bir oyundu. Sokaklar ıssızdı, bomboştu, daha arkadaşlarımın neşeli çığlıkları ve bağrışmalarıyla sokağı doldurmasına çok vardı. İlk kez sokağı bu denli sessiz görüyordum. İçim sızladı, ağlamaklı oldum. Birden içlerinden birini, herhangi birini görme isteği kapladı içimi, sanki veda etmek gibi bir şey olacaktı bu; bir ayrılık selamı gibi. Yokluğumu uzun bir zaman sonra fark etmelerinden duyduğum korkudan da olabilir bu, başka bir şeyden de. Belki de bir tanık arıyordum, yalnızca bir tanık. Yani tüm yaşamım boyunca aradığım bir şeyi arıyordum. Oysa hiç kimseyi göremedim sokakta, ayrılığımı kesinleyemedim.
Babam dedi: “Ellerinin değerini bil, parmaklarının, hünerinin, güzel suret çiziyorsun. Senin yaşında bir çocuk bu kadar güzel suret çizebiliyorsa, ilerde kim bilir neler çizer?”
Babamın dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım, ama hoşuma gitmişti.
Ustamın adı Mahir’di.
Bana adımı sordu.
Usulca: “İlyas,” dedim.
“Şahmeran’ı tanır mısın?” dedi.
Başımı salladım.
Akşam babama sormuştum: “Baba, Şahmerancı ne demek?”
“Şahmeran nakşedip satan adama Şahmerancı derler.”
“Peki, Şahmeran ne demek?”
Babaannemin elini öpmeye gittiğimizde duvarda sureti asılı olan o garip yaratığın adıymış Şahmeran. Her gittiğimizde görürdük onu. Güzel ve korkutucuydu.
Hem güzel, hem korkutucu nasıl olunur, bilmiyordum o zaman.
İlk gördüğümde uzun uzun bakmış, sonra da gözlerimi kaçırmıştım. (Babamı bağışlamış, geliniyle barışmıştı babaannem, beni ne zamandır görmemişti.) Babaannem, evi, eşyaları, beni hep ürkütmüştü zaten. Yüzü hiç gülmeyen, insanın yüzüne baktığında sanki içini bütün çıplaklığıyla gören, görebilen bir kadındı. Ya da ben öyle sanırdım. Ne garip yazgı ki, işlediğim ilk Şahmeran’ı ona götürdüğümde can çekişiyordu, birkaç gün sonra da öldü. Bilinci yerinde değildi. Ama gene öyle dimdoğru bakıyordu insanın yüzüne, her şeyi biliyor, her şeyi anlıyor, ama ses çıkaramıyormuş gibi. Götürdüğüm şahmeran levhasının benim için ne anlama geldiğini anlamış mıydı bilmiyorum, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim. Hatta o levhayı benim işlediğimi bile anlamamıştı belki. Hastalığı gereği o denli kendine kilitlenmişti ki… Ona söylenmemiş bir sözüm kalmış gibidir; erken öldüğü için güceniğimdir ona…
Babam öyle dediğinde, gözümün önüne kendi erkek, yüzü kadın; başı insan, altı yılan; kırk bacağı da yılandan olan; tacı simli ve nakışlı; kuyruğu da başına dek kıvrılmış duran bir yaratık geldi.
“Aa! Ben onlardan mı işleyeceğim?” dedim babama. “Ama ben onlardan korkmuştum.”
“İnsan kendi eliyle işlediği şeyden korkar mı?” dedi babam. “Kendi eliyle işlediği güzellik insanı korkutur mu hiç?”
Korkuturdu. Sanırım o zaman babam da bilmiyordu ve sanırım hiçbir zaman öğrenemedi. İnsanı en çok korkutan şeyin güzellik olduğunu, ya öyle ya da böyle kendi yarattığı bir şey olduğunu hiçbir zaman öğrenemedi.
Yaşanmadan öğrenilemeyecek şeylerden biriydi bu da.
Ben dahi çok sonra öğrendim.
Korkunun öğrettiği şeylerden biri olarak.
“Şahmeran demek, yılanlar padişahı demek.” Duraksadım. Bir yanlış yaptığımı düşünmüş olmalıyım. “Yılanlar padişahının oğlu demek,” diye düzelttim.
Hiç ses çıkarmadı ustam.
Bu yüzden hangi yanıtımın doğru olduğunu anlamadım. Hâlâ da anlamış değilim.
Babanın mı? Oğulun mu?
Artık hiçbirinin önemi yok.
Yutkuna yutkuna sürdürdüm: “Kırk bacağı da yılandan yapılır,” dedim.
“Yapılır değil,” dedi ustam. “Vardır, diyeceksin. Daha yapmadın ki, daha yapmadık.”
Yüzüne incecik bir gülümseme yayılmıştı.
“Kırk bacağı da yılandandır,” dedim. “Başında da simli, taşlı çok büyük bir tacı vardır.”
Bu sırada gözümü duvarlarda asılı, yerlerde ard arda dizili duran onca şahmeran suretine çevirmiştim. Onları teker teker tarıyordum ki, ustam sordu:
“Bunların hangisi Şahmeran?”
Duraksamadan yanıtladım:
“Hepsi.”
Başını iki yana salladı.
Şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
“Hayır,” dedi. “Bunların hiçbiri Şahmeran değil.”
“Peki, nerde Şahmeran?” diye sormaktan kendimi alamadım.
“Sen çizeceksin onu,” dedi.
Yüzüne şaşkın şaşkın bakıyor, ne demek istediğini kavramaya çalışıyordum ki, ekledi:
“Sen çizemezsen, senin çırağın çizecek; o da çizemezse, onun çırağı. Eğer böyle düşünmezsen Şahmeran’ı hiç çizemezsin.”
“Ama bütün Şahmeranlar birbirlerine benziyorlar,” dedim.
“Bütün insanlar da birbirlerine benzerler,” dedi.
Sustum. Uzun uzun sustum.
Ustamın bir bilge kişi olduğunu ve işimin zorluğunu o an anlamıştım.
“Aferin,” dedi. “Susman gereken yeri çok iyi biliyorsun.” İlk aferin suskunluğuma, sustuğum yere verilmişti. Sonra babama döndü, –babam sınava çekildiğimin bilincinde, bir yandan verdiğim yanıtları aklının tartısına vurup güzel bulduğundan için için sevinçli; öte yandan ustanın kendisi gibi düşünüp düşünmediğini bilmediği için kaygılı; bu yüzden nasıl davranması gerektiğine karar verememiş bakınıp duruyor–.
“Bu çocuk çok zeki,” dedi. “Parmakları da zekâsı kadar işlekse, çok sürmez, cümle yörenin en iyi Şahmerancısı olur çıkar, cümle yörenin en iyi Şahmeranlarını çizer.”
Babam ağız dolusu güldü.
O ana dek içinde tuttuğu bütün sevinç, kendini haklı kılmanın coşkusuyla bir kahkaha olarak boşalıvermişti.
Çok az görmüşümdür babamın böyle güldüğünü.
Yoksul bir adamdı babam. Yoksul bir mahallede otururduk. Altı kardeştik. Güç koşullar altında yaşam sürdürüyorduk. Şimdiyse ağız dolusu gülüyordu. Bu gülüşten kendime pay çıkarıp büsbütün umutlandım. Benim de övünülebilir biri olduğumu, olabileceğimi ilk kez o zaman anlamıştım. Kendime güveni ilk kez o zaman, Mahir ustanın basık tavanlı; içyağı, kandil, is kokan küçük dükkânında tatmıştım. Şimdi yaptığım her başarılı işten sonra gözümün önüne babamın o ağız dolusu gülen yüzü gelir. Gözlerim ıslanır; ağlayamam.
Yaşasaydı eğer gene böyle olur muydum, bilmiyorum.
Babam, o gece her zamankinden daha cömert davrandı bana, şeker aldı, leblebi aldı. İki koca adam gibi döndük eve, ikimizin de yüzü gülüyordu.
Kapıyı bize açan annem, bizi öyle görünce çok şaşırdı.

Ertesi sabah dükkânda işe başlamıştım. Birkaç küçük tezgâh vardı. İpler, boyalar, makaralar, çerçeveler, bezler, camlar, çıtalar. Boya karmasını, ip sarmasını, gergef kurmasını ve benzeri birkaç küçük işi öğrendim. Asıl öğrenmek istediğim çizmekti. Ustam sabırsızlığımı sezmiş, için için gülüyordu ivecenliğime.

Üçüncü gündü, ustam beni yanına oturttu.
“Hikâyesini bilmediğin, dahası kavramadığın, dahası anlamadığın bir şeyi çizmek zordur İlyas,” dedi.
“İnsan bilmediği şeye el uzatmamalı,
“El uzatıyorsa bilmeyi de göze almalı,
“Bilmeyi göze almak zordur İlyas;
“Bilmek ürkütür insanı, korkutur. Bilmek lanetlenmektir biraz da…
“Sana Şahmeran’ın hikâyesini anlatacağım.
“Haydi çizmeye başla!”
“Dilersen ustam, anlat, ondan sonra çizeyim,” dedim.
“Olmaz,” dedi. “Belki o zaman hiç çizemezsin. Hele hepsini birden anlarsan, hiç, ama hiç çizemezsin. Başlarken çok fazla şey bilmek gerekmez. Bilmek zamanla gerekir. Yaşadıkça hissedilir eksikliği. Yaşamında eksikliğini hissetmediğin bir şeyi bilmek insana hiçbir şey katmaz. Çizmekten vazgeçemeyeceğin zaman gelince, işte o zaman gelince göze alırsın her şeyi, hepsini bilmeyi.”

Ustamın her dediğini anlamıyordum tabii. Ama seziyordum. El yordamı sonuçlar çıkarıyordum kendime. Bir de buyruklarını eksiksiz yerine getirmeye çalışıyordum.

Ustam dedi: “Önce bir bulanık suya bakar gibi bakacaksın önündeki beyaz boşluğa. Hani gökyüzüne bakarken bulutlar nasıl biçimlenirse gözünün önünde, dağa benzer, kuşa benzer, insana benzerse işte öyle bir bulutlu yumaktır önündeki beyaz boşluk. Bir Şahmeran sureti getir gözünün önüne, onun karakalem bir suretini çizmeye çalış. Senden önce çizilenlere benzeyecektir, hiç korkma bundan. Kaçınılmaz bir yoldur bu, geçilmesi gereken bir yol. Ve geçilmesi gereken bir yol. Uğramadan olunmaz bir konaklama yeridir. Acemidir, çocuksudur, senden önce çizilenlere benzer, ama gene de senindir, senin olmalıdır. Başkalarından görüp de, kaptığın çizgilerin arasından kendi çizgin titrek de olsa, cılız da olsa görülmelidir. ‘Bakın, ben buradayım!’ demelidir. Demelidir ki ardı gelsin.”
“Neresinden başlayayım, usta?” dedim.
Gülümsedi. Yüzünün yeni derinleşmeye başlamış kırışıklıkları, yüzündeki o beyaz aydınlığı buruşturuyordu.
“Doğru ya unutmuşum,” dedi. “İlk bu soruyla başlanır, işe neresinden başlayayım?” Kendini ve bütün çıraklarını anımsamış gibiydi. “Neresinden başlarsan başla, yeter ki ardını getirebil,” dedi. “Ya da ardını getirebilecek biçimde başla.”
İlk gün karakalem birkaç Şahmeran çizdim kâğıda. Ustama gösterdim. Ustam baktı, gülümsedi.
“Bunların hiçbiri ötekine benzemiyor,” dedi.
Bu kez yeniden birkaç tane daha çizdim, gösterdim.
“Bu kez de hepsi birbirine benziyor,” dedi.
Ne istediğini anlamamıştım ustamın, onu nasıl memnun edeceğimi bilemiyor, bunun yollarını düşünüyordum. Kaşlarım çatılmış olmalı ki:
“Asma yüzünü,” dedi. “Doğru yoldasın. Bir insan hep aynı şeyi çizer aslında, ama hiçbiri ötekine benzemez. Benzememelidir. Oraya varmak içinse çok yolun var senin, daha çok gençsin, bu yolu sabırla geçmen gerek, yılmadan, usanmadan, bıkmadan, her güçlüğe göğüs gererek, kendine ve işine ihanet etmeden. Bir Şahmerancı, en çok bunu öğrenmelidir: İhanet etmemeyi… En çok buna ihtiyacımız vardır bizim.”
Bir tane kocaman bir Şahmeran çizdim.
Büyük olursa hepsini kapsar mı sandım ne?
Ustam ne düşündüğümü anlamış gibi yüzüme gülümseyerek baktı, saçlarımı okşadı. Parmaklarının saçımın telleri arasından yumuşacık kaydığını hissettim. İlk kez okşanıyormuş gibiydim.
Şahmerancı yanında çırak olmaktan utanmayacağımı, bir gün anasının, babasının elinden tutarak çarşıya gelmiş bir arkadaşımı gördüğümde onun gözlerinin içine bakarak gülümseyebileceğimi düşündüm.
Bu işi sevdiğimi düşündüm.
Şimdi bütün bunları yazarken kendimi hiç mi hiç ustama ihanet etmiş gibi hissetmiyorum.
Yaptığım işin hâlâ bir Şahmerancılık olduğu kanısındayım.

1 Yorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz