İnsanlığımızı koruyarak gayri meşru otoriteyi nasıl alt ederiz? -David Cromwell

David CromwellNeden aktivistler çoğu kez motivasyon, yalnızlık, kendini tüketme, bencillik ve ıstırap gibi hassas insani meselelerle ilgilenmeyi savsaklarken zor olaylara, bir sürü şahıs ve sıkıcı tartışmalara odaklanır? Neden seçkinlerin iktidarına çoğunlukla öfke, nefret ve bazen de şiddetle tepki gösteririz? İnsanlığımızı koruyarak gayri meşru otoriteyi nasıl alt ederiz?
Karl Marx bir keresinde şuna dikkat çekmişti: “Radikal olmak kökene inmektir ve köken insanın kendisidir.” “Mülkiyet hırsızlıktır” diye yazan Pierre Joseph Proudhon şunu öğütlemişti: “Eski Dünya çözülme süreci içerisindedir. O sadece düşüncedeki ve kalplerdeki yekpare devrimle değiştirilebilir.”

Marx ve Proudhon’un bu akıllıca sözleri düşünüp taşınmaya değerdir. Yekpare bir devrim hem politik fikirlerin hem de kendi vicdanlarımızın dürüst bir muhasebesini gerektirir. Radikal olmak, insan olmanın kökenine inmektir. Ve yine de, bu görüşlerin hepsi sol-yeşil çevrelerde “ilgisiz”, “duygusal” olduğu gerekçesiyle çoktan bir kenara itilmiştir ya da dillendirilmemektedir.

Brezilyalı aktivist-eğitimci Paolo Freire Ezilenlerin Pedagojisi’nde şu öngörüde bulunmuştu: “ezilme durumu hem ezenlerin hem de onların ezdiklerinin etkilendiği bir insandışılaşmış ve insandışılaştırıcı bütünlüktür” Can alıcı olan “hem-hem de” kelimelerine dikkat edin; ezilenler ve ezenler insanlıktan çıkarılmıştır. Freire sözlerine şunları ekliyordu: “özgürlüğün elde edilmesine karşı en büyük engellerden biri ezmek gerçeğinin içine aldıklarına nüfuz etmesi ve böyle yaparak insanların bilincini perdelemek yönünde hareket etmesidir.”

Özgürlük için mücadele her zaman tehlike altındadır, çünkü ezilenler mücadele içerisinde kendi insanlıklarını kaybedebilirler.

Diğer yandan ne zaman ezen güçler devrilse, geçmişte ezilenlerin hümanist ve özgürlükçü vizyonu, o zaman herkesin olur. Her birey, ideal olarak, “sürekli özgürleşme” sürecini tecrübe ile öğrenir.

Bu tarz özgürlük sürekli öz-bilinçlilik ve özel durumlarda varsayımlarımızın, kararlarımızın ve hareketlerimizin gözden geçirilmesini gerektirir. Bu zordur; çok zordur. Özellikle sorumsuz ya da bayağı bir şekilde hareket ettiğimizde bize ait davranışlarımızı rasyonalize etmek gibi son derece insani bir eğilim vardır. Alman ruhbilimci Erich Fromm’un Özgürlük Korkusu’nda yazdığı gibi: “Bir eylem her ne kadar mantıksız ya da ahlaka aykırı olsa da, insanın bunu rasyonalize etmek için, başka bir deyişle, eyleminin akıl, sağduyu ya da en azından yerleşik ahlâk tarafından yönlendirildiğini kendisine ve başkalarına kanıtlamak için önüne geçilemez bir dürtüsü vardır. Mantıksız hareket etmesi çok zor olmasa da hareketine mantıklı neden görünümü vermemek, onun için neredeyse imkânsızdır.

Bu tarz rasyonalizasyon ister iş yerindeki patronumuz, ister bir ordu komutanı ya da politik liderlerimiz olsun “amirlerimizin emri altında” olduğumuzda ortaya çıkabilir. Bu tür durumlarda, birinin kişiliğini daha gelişkin bir “iyiye” boyun eğdirmek için güçlü, hatta karşı konulamaz, bir istek olabilir. Bununla birlikte, teslim olmayı arzulayan güçlü bir unsur da bulunabilir. Erich Fromm’un belirttiği gibi: “yalnızlıktan ve güçsüzlükten kurtulma çabamız içerisinde, gerek otoritenin yeni biçimlerine teslim olarak gerekse kabul edilmiş kalıplara zoraki boyun eğerek kendi bireysel benliğimizden feragat etmeye hazırızdır.”

Bu “kabul edilmiş kalıplar” devlet-şirket gücü tarafından meydana getirilen yıkıcı çizgiyi takip etme eğilimindedir. Bugün Afganistan ve Irak’ta gördüğümüz gibi, olumlu insani özellikler–olumsuzlarla birlikte- yıkıcı amaçlara hizmet etmek için kullanılır. Sevgi, özgürlük, sorumluluk, vicdan, yıkıcı itkilere dayanak sağlamak için liderler tarafından ileri sürülür. Bu itkiler lider politikacılar, şirket patronları ve etkili medya yorumcularını içine alan güçlü toplumsal gruplar tarafından rasyonalize edilir ya da düşüncesizce kendilerine mal edilir. Yakın zaman önce Edward Herman’ın belirttiği gibi: “Kamuoyu açısından kabul edilemez olanı normalleştirmek ana akım medya ve uzmanların işidir.” Böylece, elit iktidarın ‘demokrasi’ olarak adlandırdığı şeyi uygulamaya koymak üzere yoksulları ve direnci kırılmış ulusları istila etmesi “kabul edilebilir” ve “gerçekçi” olur.

Bu arada, resmi akıl uyarınca, hızlı bir şekilde kötüleşen küresel nimetlerin boşa harcanmasını önlemeye yardımcı olmak için kapitalist kurumların yerine ekolojik/toplumsal ağları ve pratikleri geçirmek “düşünülemezdir.” Bunun yerine, “bizler” ‘pragmatik’ bir yaklaşım benimsemeli ve ticaret ve yatırımı “daha verimli” kılmalıyız. “Sağduyu” ve “her şeyden haberdar kamuoyunu” meydana getiren bu düşüncelerdir. Refah kesintileri, kemer sıkmak ve “sıkıntı” kısa vadede icap edebilir. Ama yine de, bize bu sıkıntı veren ancak zorunlu önlemlerin hepimiz için daha iyi bir gelecek sağlayacağı söylenir.

Kabul edilmiş hakikatlere meydan okumak zahmetli, belki de alaya, tutsaklığa, işkenceye ya da daha kötüsüne neden olan bir deneyim olabilir. Nüfuzlu çevrelerdekiler açısından, ‘grup’ üyeliğini kaybetme, bu nedenle çok önemli bir “aidiyet” hissini kaybetme riski -bu his kişinin kendi potansiyelini ve kişiliğini geliştirme yetisini kaybetmek pahasına elde edilmiş olsa da- vardır. Bu yüzden devlet-şirket gücünün toplumsal talepleri bireysel ahlâki normlar seviyesine yükseltilir.

On altı yıl önce, jeofizikçi olarak Shell’e iş başvurusunda bulunduğum zamanı hatırlıyorum. Hague’deki Shell’in merkez bürosunda görüşmelerden oluşan çok yorucu bir güne katılmak için Hollanda’ya uçmuştum. Farklı oturumlarda beni sorguya çeken çeşitli departmanlardan kıdemli sekiz değişik yönetici vardı. Özellikle biri kasıtlı olarak kışkırtıcıydı. Bana “çevreyi tahrip eden ve Üçüncü Dünyayı soyup soğana çeviren bir şirket için neden gelip çalışmak istiyorsun?” diye sordu. Gerçekten de! ‘Doğru’ cevap, elbette, Shell’in Üçüncü Dünyada “yatırım” yaptığı, bu nedenle orada kalkınmayı desteklediği ve ayrıca çevreyi koruyacak -daha temiz yakıtlar, etkisi azaltılmış kimyasal maddeler, yenilenebilir enerji projeleri- yeni teknolojileri desteklediğiydi. O zaman benim de gerçekten inandığım –yarı yarıya inandığım!- bu cevabı verdim. Ve işe alındım. Ancak yaklaşık olarak beş yıl sonra Shell’i terk ettiğimde, bu doktrine olan inancımı yitirdim. Şirketlerdeki ve devlet kurumları içerisindeki birçok bireyin kapitalist mitin sakıncasız niyetine ve verimli sonuçlarına inandığına eminim. Eğer başka türlü düşünseler işlerini titiz ve gayretli bir şekilde nasıl yapabilirlerdi?

Devlet-şirket gücünün muhafazası –ve bunun devam eden konsantrasyonu- gerçekten elit istekleriyle oyalanmamızı ve bunları bireysel etik seviyesine çıkarmamızı gerektirir. Ya da, işçiler olarak, –her zaman yaptığı gibi- bilançonun insanların ve gezegenin yağmalanması anlamına geldiğinde bile sadece kâr, kâr ve kâr olduğuna aldırmamaya çalışırız. Devlet-şirket gücü insanlar arasındaki toplumsal bağların zayıflamasını; bizlerin tecrit edilmiş, terk edilmiş ve en sonunda demoralize edilmiş hissetmemizi ister. Bundan sonra toplum, Emile Durkheim’ın dikkat çektiği gibi: “bireylerden meydana gelen karmakarışık bir toza” dönüşür.

Ancak yalnız kalmaktan sakınmak için, ilişki kurmak yönünde akıl almaz ölçüdeki güçlü dürtüyü söndürmek zordur. Şüphesiz, bu pek çok iyi şeye yol açabilir. Ancak, eğer akıl olmaksızın sürdürülürse, bu tür bir dürtü fiilen aşağıya doğru bir kendini kandırma sarmalına neden olabilir. Şefkati Sevmek’in yazarı Sharon Salzberg şunu anlatır: “kimliğimizi korumak ya da bir aidiyet hissini devam ettirmek için hakikati gözden çıkarabiliriz. Bunu tehdit eden ne olursa olsun korku ve endişede artış meydana getirir, bu yüzden duygularımızı yadsır, engelleriz. Bu gidişatın son neticesi insanlıktan çıkmaktır. Kendi yaşamlarımızdan ayrı hale geliriz ve diğer yaşayan varlıklardan da büyük kopukluk hissederiz. İç yaşantımızla temasımızı kaybettikçe, kim olduğumuz, neye tasalandığımız ve neye değer verdiğimizle ilgili bir duygu için dışsal değişimin değişen rüzgarlarına bağımlı hale geliriz. Kurtulmaya çalıştığımız acı korkusu, gerçekte, sürekli eşlikçimiz haline gelir.

O zaman nereye yönelmeli? Carl Jung sevgi ve iktidar arasındaki ilişki hakkında zeki bir gözlemde bulunurken teselli verir: “Sevginin egemen olduğu yerde, hükmetmek için bir arzu olmaz ve gücün baskın olduğu yerde sevgi yoktur. Biri diğerinin gölgesidir.” Gerçek sevgi eşitlik, karşılıklı saygı ve paylaşmaya dayalıdır, orada yükselmek ve iktidar için itişip kakışmaya hiç yer yoktur. Bu bireyler arasında olduğu kadar toplum içerisindeki güç ve sevgi için de doğrudur. Güç için yanıp tutuşanların çıkarlarına ya da kendi iktidarlarını muhafaza etmek isteyenlere hizmet etmek, doğal olarak toplum içerisindeki sevgi gösteren güçler ve insanlık, dayanışma, barış ve merhamet açısından yıkıcıdır.

Ancak Salzberg, umutlu olmak için birçok neden sunar. İlk önce şuna dikkat çeker: “Yanılgı ya da cehaletin en önemli yönlerinden biri yaptıklarımızın gerçekten önem teşkil etmediğiinancıdır.” Ve bu, aslında iş çevreleri ve hükümet propagandasının aralıksız ve güçlü kampanyalarının başarılı olduğunun da bir göstergesidir. Mevcut devlet-şirket sistemleri denetiminin genellikle aslında tehlikesiz ve ne olursa olsun değiştirilemez olduğu düşünülür. Bizler kapitalist malları ve hizmetleri tüketmeye ve resmi çizgiye itaat etmeye devam ettiğimiz sürece, statükonun sürdürülmesi için, bizim gerçekten önemli olmadığımız mitinin aralıksız desteklenmesi elit iktidar açısından elzemdir.

Salzberg şöyle karşı çıkar: “Kendimizi belli değerlerle düzene sokacak ve yararlı seçimler yaparak istediğimiz yaşamı yaratacak gücümüz vardır. Cömert olduğumuzda, yaşam elle tutulabilir ve niteliksel bir şekilde farklı olur.” Albert Einstein bunu kabul ederdi: “Erkek [ve büyük ihtimalle, kadın!] yaşamın anlamını-hayat kısa ve tehlikeli olsa da- ancak kendisini topluma adayarak bulabilir.” Bu tür bir adanmışlık akıllıca uygulandığında, kendimize olduğu kadar başkalarına da yardımcı olur. Cömertlik pratiğinin dikkate değer yenilenebilir bir niteliği vardır; bu, her nerede karşılaşırsak karşılaşalım acının dindirilmesine yardım etmek için içkin insani gücümüzü artırır ve yeniden doldurur. Sözkonusu pratik yararlı olmayan güç ifadesi ile sevgi ifadesi arasındaki çatlağa dikkat çeker.

Salzberg bunu şu şekilde ifade eder: “Merhamet hiç de âcizlik değildir. Merhamet, dünyadaki ıstırabın gerçek doğasını görerek ortaya çıkan güçtür. Merhamet ister bizim içimizde ister başkalarının içinde olsun, korkmadan, bu ıstıraba tanıklık etmeye dayanmamızı mümkün kılar; tereddüt etmeden adaletsizliği adlandırmamıza ve idaremizdeki bütün becerilerimizle güçlü bir şekilde harekete geçmemize olanak sağlar.

Radikal olmanın kökeni burada yatar.

Radikal Olmak
Felsefecilerden Bazı Bilge Sözler
David Cromwell (Media Lens’in editörü)
28 Ekim 2003

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz