36 kişiden 24’ünün Genç Yaşta öldüğü Bir Düğün Fotoğrafı’nın Öyküsü* – Oya Baydar

Düğün Fotoğrafı
Bu akşam Basel’de rakının tadı bir başka. Hele yanında dereotlu çiroz, kırmızı soğanlı lakerda, beyazpeynir de olunca!.. Bir yandan, “çerkeztavuğunu mixer’de yapmayı akıl edemeyen, ille de cevizin yağını çıkarmaya çalışan keleklere” söylenirken, bir yandan gecenin sürprizi roka salatasını getiriyor sofraya. Rakılarımızı tazelerken -tüm konukseverliğinin aksine- alabildiğine cimri.

“Siz Almanya’da çok içersiniz. Bu meret yerde her bi bok var da, rakı bulunmuyor nedense.”

“Bir dahaki sefere getirebildiğimiz kadar getirelim bari. Bizim orada, Türk bakkallarda istediğin kadar.”

Soframız küçük tabaklarda taze mezelerle -evde yapılmış biber turşusu, ince kıyılmış Kayseri pastırması, arnavut ciğeri, yaprak sarması, daha neler-, yumuşacık İstanbul akşamlarında, Kumkapı ya da Rumelikavağı’nda salaş bir meyhanede, tanıdık Rum garsonun donattığı rakı masasını anımsatıyor.
Karşıda, pencerenin köşesinden akıp giden, Boğaz’ın suları değil de Ren Nehri olsa bile ne gam!.. Teypte: “Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış’tan”, uttaksiminden sonra, “Nideyim sahn-ı çemen, seyrini cananım yok…”

“Her içkinin bir mezesi, bir adabı, bir de müziği var,” derken hafiften iç geçiriyoruz. Bu gece sohbetimiz de sarhoşluğumuz da bir başka tatta olacak; daha başından belli. Rakının tatlı burukluğundan, uzun susuşlarımızdan; yabancıların ve işçilerin oturduğu bu bir örnek sevimsiz sosyal konutlardan birinin balkona açılan mutfağına kurulmuş soframızdan; her birimizin ardımızda bıraktığımız yıllardan ve dünyanın dört bir yanına dağılmış sürgünlüğümüzden belli.

“Lenin, Basel’de sürgün yıllarında, köprünün yanındaki kahvede otururmuş hep. Duvarda güzel bir fotoğrafı vardı. Geçende kahveye uğradım. Baktım, son olaylardan sonra resmi indirmişler oradan. Yerine Madonna’nın bir resmi asılmış.”

Gecemiz şafağa kadar sürecek, yüreklerimiz gibi ağır olacak. Lenin’in indirilen fotoğrafını anımsamamızdan belli.

Ren Nehri, Basel’den geçerken daha hızlı, daha geniş, ama daha tutsak, daha uslu, daha kentli. Zengin, bakımlı, süslü rıhtımın bittiği yerde, işçi ve yabancı mahallelerinin oralarda, tam özgürleşecek sandığınızda, dev kimya tekellerinin tutsağı oluyor, zehirleniyor, ölüyor.

Kimya tekellerinin, ilaç fabrikalarının, sermayenin tutsağı olan sadece Ren mi? İlaç fabrikasında iş bulduğunu, iyi para aldığını, işinin kobaylara bakmak olduğunu anlatmıştın.

“Farelerin nasıl? İyi bakıyor musun onlara?”

Kendi sorum, kendi sesim, kendime yabancı. Yıllar önce, bir başka masada, bir başka sohbette, bir başka kentte: “İşçiler nasıl? Bari örgütleyebilecek misin kısa zamanda?” diye nasıl sorduysam öyle, aynı sakin merakla…

“Fabrikaya ilk girdiğim günlerde bayağı yadırgamıştım işi. Kafeslerde, bakılacak, beslenecek, temizlenecek yüzlerce kırmızı gözlü beyaz fare…
Sonra alıştım, hatta sevmeye bile başladım.

Kafamın içinde dönüp duran, Aragon’un bir dizesi: Bir başka kader için donatılmış şu silahsız askerlere benziyor hayat. Kendimizle dalga geçerek sonra:

“İşçileşmek istememiş miydik hep? Al sana işçilik! Fare bakıcılığı… Peki fare çobanları nasıl devrimin öncüsü olacaklar? İşte bunu düşünmek gerek.”

Anımsıyor musun? On yıl önce yine bir bahar günü güneş batarken Uludağ’ın eteklerinde gri mor ovalara bakan bir bahçede, içine buz doldurduğumuz rakının ağır ağır beyazlaşmasını izlerken, kendi söylediklerinden kendin korkarcasına, “Bir yanlışlık var gibi geliyor bana,” demiştin. O günlerde Bursa’da işçi örgütlenmesinde çalışıyordun. Yapayalnız, tek tüfek olduğunu, çok sonra, yıllar sonra öğrenmiştik de şaşırmıştık. Hep, tanımadığımız, bilmediğimiz, deneyimli, güçlü kadroların varlığına inanırdık.

Bir başka kader için donatılmış şu ölü askerlere benziyor hayat.

İçtikçe, ev sahibimizin rakı cimriliği azalıyor. Sakladığı ikinci şişeyi de gözden çıkarmış olmalı. Yirmi yıl öncesinin üniversite kampuslarından El Fetih kamplarına; orada yanındaki ranzada yatan hurdahaş olmuş kimliği belirsiz delikanlının iniltilerinden şu masanın başına: idam hükümlerinden, ölüm fermanlarından kaçmak için kazılan uzun tünellerden Ren boylarına uzanan yolu aşmaya, bir şişe rakı yeter mi?

Elindeki bebeğin saçlarını tarayarak masanın çevresinde dolaşıp duran küçük kız, “Babanın en iyi arkadaşları kim?” sorusuna, tekdüze, sıkıntılı, ezberlenmiş çocuk sesiyle hep aynı karşılığı veriyor:

“Lenin, Deniz, Mahir!”

“Senin en iyi arkadaşın kim peki?”

Küçük kız sorunun değiştiğinin farkında değil. Bebeğini soymaya çalışırken, aynı tekdüze sesle yanıtlıyor:

“Lenin, Deniz, Mahir…”

Kafamın içinde, Aragon’un dizesini evirip çevirip yineliyorum:

Bir başka amaç için hazırlanmış şu yenik askerlere benziyor hayat…

Şimdi hüzün, geceyarısına doğru çıkagelip masamıza teklifsizce kurulan bir eski dost. Silahlarını kılıçlarını bir başka kader, bir başka zafer için kuşanmış yenik askerlerin hüznü… Her başladığımızda bir yerlerde takılıp kalan sohbetimiz, tutkulu, öfkeli, inatçı, tartışmalı değil de; hüzünlü bu akşam. “Bizler hep dünyayı değiştirmek için çabaladık, hep devrime inandık.
Sizler, kurulu düzene biat edip bizleri anarşist ilan ederken, biz elde silah savaştık,” derken bile, sesinde ne öfke, ne suçlama, ne sitem, sadece hüzün var. “Yanlışlık silahta değildi. Silahın amaçlaşmasındaydı. Ölmeyi göze almakta değildi, ölümü kutsallaştırmaktaydı,” derken de öyle…

Basel’in işçi mahallelerinden birindeki şu göçmen evinde, bu gece bu sofrada, yirmi uzun yılın Türkiye’sinin hüznü var. Hep birlikte, ama tek tek ve yapayalnız yürüdüğümüz, sendelediğimiz; düştüğümüz, sonra yine toparlanıp aştığımız, sonuna bir türlü varamadığımız yolların hüznü.

Kadehimde kalan son yudumu içiyorum yavaşça. Bu gece Basel’de rakının tadı bir başka, bir garip buruk, neredeyse acı. Bu geceden, ağzımda, yüreğimde, kafamda bu alışılmadık tat -anason baygınlığında, keskin, hatta itici, yine de vazgeçilemeyen, yirmi uzun yılın mahzeninde yıllanmış bu tat- kalacak.
Bir de geceyarısından sonra, özenle hazırlayıp övünçle sunduğu mezelerden, içtenlikle oynadığı evsahipliği oyunundan soyunup önce usul usul, sonra tutkulu, öfkeli, delikanlı aslına dönüşü. Yine kendi oluşu; dağlara çıkışı; bombaları, silahları, kurşunları sevişi; gerilla kamplarına varışı; geçen yılların, zamanın ve mekanın değiştirmesine, evcilleştirmesine, aşındırmasına isyan edişi…

Bir de şakaklarındaki ter damlaları, ıslaklığı gözlerinin… Değişmeye, değişme zorunluluğuna isyanı… Bu geceden bende, “Kolumda öldü. Yaraları ağırdı. On gün, geceli gündüzlü işkencede tutmuşlardı. Şimdi ne zaman içsem, ne zaman uyansam geceyarısı -elimde değil- yüzü gitmiyor gözümün önünden.”
deyişi, “Şiddeti mahkum ediyordunuz hep bir ağızdan. Hepimizi işkencede öldürmelerini elimiz ceplerimizde seyir mi edecektik? Kurşunlamalarını mı bekleyecektik? Silahlarının, işkencelerinin karşısına geçip göğsümüzü mü açacaktık? Silahı bırakmak teslim olmaktı!..” diye haykırışı kalacak. Sonra sessizce, hıçkırır gibi -ama gözünde bir damla yaş yok- mırıldanması: “İşte teslim olduk…”

Rakılar çoktan bitmiş. Küçük kız çoktan yatmış. Dışarıda ilk tramvayların, ilk otobüslerin gürültüsü. “Gün neredeyse ağaracak, yatalım artık,” derken, bu acı ve çaresiz teslimiyetti uykuda boğmak istediği. Aslında pekala sabahlardık. Her şey uygundu geceyi gündüze bağlamaya. Rakıyı noktalayan demli çaylar bile…

Yine de hepimiz uykuya sığınmak istediysek, bu, hüznün rakıya karışan buruk tadından, zar zor taşıdığımız geçmişimizden, yenilgilerimizden, yanılgılarımızdan kaçmak içindi.

Kaçabileceğimizi sanıyorduk. Yer yatağı serdiği odaya girene kadar, kaçabileceğimi sanıyordum. Gözüm duvardaki düğün fotoğrafına takılana kadar, hüznü bile yenebilecek güçte bir uykuya sığınabileceğimi sanıyordum.

Biraz titrek, biraz solgun, buğulu, belli ki küçük bir amatör fotoğraftan büyütülmüş düğün resmi, iyi bir ev sahibi olarak yatağımı gösterirken takıldı gözüme.

Yirmi kadar delikanlının arasında, süssüz, düz beyaz gelinlikli, telli duvaklı, çiçek taçlı, elinde inci çiçekleriyle incecik, gencecik, 1930’ların kasaba fotoğrafçılarının camekanlarındakine benzer bir gelin…
Delikanlıların kimisi takım elbiseli, kimisi parkalı, kimisinin yüzü gölgede kalmış, kimisi de vesikalık fotoğraf kadar net.

Mahçup bir gülümsemeyle: “Düğün fotoğrafımız!”

İncecik gelinin yanında ufak tefek de olsa filinta gibi bir delikanlı. Unutmuşum… Düğünler yapılırdı cenaze törenlerinin ardından. Sevişilirdi iki ölüm arasında.

Sadece yayın, bildiri değil, silah da taşırdı genç gelinler. Unutmuşum genç yüreklerin ölmeyi bildiği gibi sevmeyi de bildiğini. Ne çok şey unutmuşum, ne çok şey yitirmişim buralarda, bu yabancı ırmakların kenarlarında,
bu yabancı kentlerin sokaklarında…

“Gelinle sen tamam. Ötekiler?”

Sormamalıydım. Uykuya sığınabilmek için, hüznün kedere, kederin acıya, acının korkuya, korkunun çaresizliğe dönüşmesini engelleyebilmek için, sormamalıydım. Susmalıydı ya da. Susmalıydı ki vicdanımız rahat unutabilelim. Susmalıydı ki suç ortaklığından kurtulabilelim. Susmalıydı ki Avrupa’nın bu en zengin, en rahat, en düzenli, en sinsi metropollerinin kenar mahallelerinde kaygısız olmasa bile, dingin yaşayabilelim. Ama susmuyor:

“Şu sağdan ikinci, bıyıklı olan, asılanlardan.”

Sesi, “Babanın en iyi arkadaşı kim?” sorusuna hep aynı yanıtı veren küçük kızın sesi kadar tekdüze, solgun, anlamsız.

“Şu son sırada yan yana duran parkalıların ikisi de vuruldu. Biri 12 Eylül’den önce, nikahımızdan birkaç gün sonra; biri 12 Eylül’de… Gelinin hemen sol yanındakini tanıdın mı? Açlık grevinde öldü, anımsarsın. Şu önde çömelmiş olan, bir de uzun boylusu idamlık. Ama kurtarırlar sanırım. Kolunu benim omzuma atmış karayağız delikanlı kayıp. Her yerde aradık. Hayatta olsa bulurduk. En önde uzanmış yatan, dört yıl önce vuruldu…”

Neyse ki ilk işçi tramvaylarının çan ve ray sesleri geliyor dışarıdan. Neyse ki kedi odaya girmek için kapıyı tırmalıyor. Birden, ne kadar dost olmaya çalışsak, ne kadar yakınlaşsak, şu geçen yıllar boyunca ne kadar değişmiş olsak, ne kadar anlasak birbirimizi, aramızda hep aşılamayan bir uzaklık, bir boşluk kalacağını, aynı dili konuştuğumuzu sandığımız anda bile aramızda bu ölülerin olacağını kavrıyorum. Duvardaki düğün fotoğrafı bir idam fermanı gibi, ölüm mangasının önüne dizilmiş, çaresiz, kaçak askerlerin arşivlerde saklanacak son fotoğrafları gibi, bir korku filminin bakmaya cesaret edemeyip gözlerimizi yumduğumuz cinayet sahnesi gibi… Gencecik gelinin beyaz duvağı Ölüm’ün uzun beyaz örtüsüne, elindeki inci çiçekleri Ölüm’ün orağına dönüşüyor. Küçük odanın tüm duvarını kaplayıveriyor ölüm düğünü fotoğrafı.

Biz akşamdan beri, saatlerdir bu odanın yanıbaşında, bunca intiharın, bunca cinayetin, bunca genç ölünün yanıbaşında, bu korku tünelinde mi yudumladık rakılarımızı? Sohbetimizdeki ve kadehlerimizdeki burukluk ondan mıydı? Ondan mıydı küçük kızın, “Babanın en iyi arkadaşı kim?” sorusuna verdiği yanıtın gerçek hayatla ilgili olmayan bir tiyatro repliğini andırması? Ondan mıydı “biz-siz” diye ayırman?..

Düğün fotoğrafı mı? Hayır. Çılgın bir ressamın, yaptığı Ölüm ve Çocukları tablosu, duvarda asılı olan.

Neyse ki kedi süzülerek, yumuşacık giriyor odaya. Neyse ki sesler yükseliyor sokakta. Neyse ki saygısız bir komşunun sabah sabah açtığı radyonun sesi duyuluyor.

Ardından, odanın kapısını usulca kapatıyorum. Kediyi kucağıma alıyorum. Öylece, üstümdekileri çıkarmadan giriyorum yatağa. Kedi koynumda. Sıcacık, yumuşacık… Tüylerini okşadıkça, memnun, mırıldıyor.

Bir başka zafer için donatılmış şu ölü askerlere benziyor hayat.

Oya Baydar
Bir Düğün Fotoğrafı [Elveda Alyoşa]

*Dev-Genç Lideri Bülent Uluer  söyleşide: “Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin önü, 3 Mayıs 1978. Fotoğraf’taki isimlerin hepsi Dev-Genç’li. Aralarında Dursun Karataş, Paşa Güven de var. Etrafta Dev-Genç çelenkleri. Polis anlam verememiş, etrafımızı sarmıştı. Bu fotoğraftaki 36 kişiden 24’ü, büyük kısmı çatışmalarda olmak üzere ilerleyen günlerde, çok genç yaşta öldüler. Oya Baydar, Elveda Alyoşa adlı kitabında bir düğün resminin hikâyesini de anlatır. İşte o fotoğraf bu fotoğraf.”

[08 Eylül 2013 Pazar,  Habertürk]

1 Yorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz